20 Aralık 2018 Perşembe

On 21:52:00 by Gülten İşcimen in    No comments
Edinburgh, İskoçya'nın 1437 yılında başkenti olmuş. Yaklaşık 500 bin civarında olan nüfusuyla Glasgow’dan sonra İskoçya’nın ikinci büyük kenti durumundaki Edinburgh, ülkenin doğusunda ve Kuzey Denizine yakın bir konumda bulunmaktadır.

Edinburgh’un güzelliği hem insanı sarsan hem de hiçbir yerde görülemeyecek bir eşsizlikte. Boşuna Avrupa'nın en güzel görünümlü kentlerinden birisi olarak kabul edilmemiş. Ama sadece güzel bir görünümden ötesi var. Attığınız her adımda bazen gizli kalmış çok zengin bir tarih karşınıza çıkabiliyor. Şehir aynı zamanda çok bereketli ve insana ilham veren yemyeşil topraklarla çevrili.





Edinburgh’un başkent olması nedeniyle şehirde İskoçya Hükümetinin, Parlamentosunun ve Yüksek Mahkemesinin binaları bulunuyor. Holyroodhouse Sarayı ise monarşinin İskoçya’daki resmi ikametgahı olarak kullanılıyor. 

Şehir uzun yıllardır başta tıp, hukuk, edebiyat, bilim ve mühendislik olmak üzere üniversite eğitiminin merkezi olmuş. 1582 yılında kurulan Edinburgh Üniversitesi 2018 yılındaki Dünya üniversiteleri sıralamasında 23. olmuş. Hiç fena bir yer değil, hatta önceki yıllarda 8. bile olmuş. Şehir, Londra’dan sonra Birleşik Krallığın en büyük mali merkeziymiş. Tarihi ve kültürel yönlerinden dolayı yine Londra’dan sonra yaklaşık yılda 1 milyondan fazla turist çeken ikinci şehir konumundaymış.


Şehirdeki bilinen en eski yerleşim Mezolitik dönemde M.Ö. 8500 yıllarına ait. Bronz ve Demir Çağ'ına ait bazı kalıntılara şehirdeki tepelik alanlarda rastlanmış. M.Ö. 1. yüzyılda Romalılar Lothian’a geldiğinde burada Votadini olarak kayıtlara geçmiş Kelt bir kavimle karşılaşmış. 638 yılından itibaren bölgenin kontrolü İngilizlere geçmeye ve 12. yüzyıldan itibaren de saraya bağlı şehirler kurulmaya başlanmış.

 

Mel Gibson’un meşhur William Wallace karakterini canlandırdığı Braveheart filmini herkes az çok hatırlar. 1200’lerin sonu 1300’lerin başlarında İngilizler İskoç kralını desteklemek için bölgeye gelip tahta kendileri çıkıyor. Wallace’da İskoçların bağımsız olması için sonu hüsranla biten bir mücadele başlatıyor. İskoçların bu kahramanı için Sterling’de biraz da filmin etkisiyle Mel Gibson’a benzetilen büyük bir heykel dikilmiş. 

1544 yılında denizden yaklaşan bir İngiliz donanması şehri istila etmeye çalışmış ve her yeri yakıp yıkmış. İskoç ordusunun mukavemeti ile şehir kurtulmuş ama 2 gemi kalenin ambarlarını boşaltarak götürmeyi başarmış. Bu da 16. yüzyıldaki İskoç reform hareketlerinin ve 17. yüzyıldaki Antlaşma Savaşlarının (Wars of the Covenant) başlangıcı olmuş. 1603 yılında İskoçya ayrı bir krallık olmakla birlikte İngiliz hanedanı tacın tek kişide toplanmasını (Union of the Crowns) sağlamış. 1638 yılında da Anglican yani İngiliz Kilisesinin Presbiteryan Kilisesi bulunan bu ülkeye getirilmeye çalışılmasından dolayı Üç Krallık Savaşları yapılmış. 1707 yılında her iki ülkede Birleşme Antlaşmasını imzalayarak Büyük Britanya Krallığı altında parlamentolarını birleştirmiş. Bunun üzerine 18. yüzyılın ilk yarısında şehir özellikle bankacılık alanında çok gelişmiş ve böylece nüfus artmış. 1745’deki Jacobite Ayaklanması sırasında Jacobite Highland Ordusu İngiltere’ye yürümeden önce Edinburgh’da yerleşmiş ve bunlar Culloden’da yenilgiye uğramış. Bu dönemde Şehir konseyi Hanover hanedanlığına daha yakın durmuş ve hatta bazı sokak isimlerini monarşiden seçmiş.


18. yüzyılın ikinci yarısında şehir İskoçya Aydınlanmasının merkezi olmuş. David Hume, Adam Smith, James Hutton ve Joseph Black şehirde tanınan belli başlı düşünürlerdir. Edinburgh böylece entelektüel bir merkez haline gelmiş. Orta Çağ ve Neoklasik mimarisiyle, Edinburgh Üniversitesinin kurulması ve İskoç Aydınlanmasının etkisiyle yükselen kültür düzeyiyle, önemli düşünürleriyle antik Atina’yı anımsattığından "Kuzeyin Atinası" takma ismini almış. Edinburgh aynı zamanda İskoçya kitap ticaretinin de ana merkezi konumundaymış.


1998 yılında İskoçya Anlaşması imzalanarak İskoçya Parlamentosu ve Hükümeti oluşturulmuş. Bunlar sadece İskoçya'nın içişlerinden sorumlu iken savunma, vergilendirme ve dış işleri Londra’daki Birleşik Krallık Parlamentosu'nun sorumluluğunda kalmış. Şehrin Düklüğünü Kraliçe II. Elizabeth’in eşi Prens Philip yapmakta. Prens Philip bu göreve, daha II. Elizabeth kraliçe olmadan önce getirilmiş. Bu nedenle de II. Elizabeth kraliçe olmadan önce Edinburgh Düşesi sıfatını taşımış. Prens Philip’in armasında halen Edinburgh arması bulunuyormuş. Yakın tarihlerde İngilizlerden ayrılmak ve bağımsız olmak için İskoçya’da bir referandum yapılmış ancak hayır çıkmış. Yine de son seçimlerde bağımsızlık yanlısı Ulusal İskoçya Partisi çok fazla milletvekili çıkarmış. Gelecekte ne olur bilinmez ama benim gözlemim İskoçlar İngilizlerden çok fazla hoşlanmıyorlar ve daha özgür bir ruha sahipler.

Şehrin tarihi bölgesi gezmesi kolay olan belirli bir alanda toplanmış. Kayaların üstüne kurulu olan tarihî şehir "Old Town" ile Princess Caddesinin diğer tarafında kalan ve sonradan gelişen "New Town" bölgeleri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde de bulunuyor.


İskoçya deyince hemen akla viski geliyor. Viski üretimi ve viski çeşitleri anlamında burası Dünyada bir numara diyebilirim. Adamlar hem üretiyor hem de doya doya içiyorlar. İskoç yemekleri de oldukça sağlıklı. Hayvancılık ve tarım son derece gelişmiş. Ancak ucuz mu derseniz işte orada kocaman bir hayır derim. Vergilendirme gibi mali konular İngilizler tarafından belirlendiği gibi para birimi olarak da İngiliz Sterlini kullanılıyor. Kurun 7 Liraya yaklaştığı bugünlerde İskoçya’ya gitmek hiç de uygun bir fiyata gelmeyecektir zannımca.

Bu ülke ve şehir tanıtımından sonra artık Dünyanın en güzel şehirlerinden birisi olan Edinburgh’u gezmeye başlayabiliriz. 

25 Haziran 2018

Londra’dan başlayarak Belfast’da 1  gece konakladığım ve ertesi akşam saatlerinde Flybe Havayollarına ait uçakla devam eden seyahatim Edinburgh’da noktalandı. Ancak uçağı anlatmadan geçemeyeceğim. Yıllardan sonra ilk kez böyle küçük bir uçakla yolculuk ediyordum. Çok fazla sallandığı için oldukça korkutucuydu. Neyse ki sağ salim iniş yaptık. Büyük Britanya içinde seyahat ettiğimiz için herhangi bir pasaport kontrolü olmadı. Bekleyecek bagajım da olmadığından hemen dışarı yürüdüm. Bu arada Havalimanında bol miktarda THY afişlerini de gördüm. Buraya zaten Türkiye’den direkt uçuşu olan tek havayolu THY ama çok pahalı olduğundan ben Londra üzerinden gelerek daha uygun fiyata gelmiş oldum. Üstüne üstlük arada görmediğim bir şehri de (Belfast) gezmiş oldum. (İstanbul-Londra arasında British Airways ile uçtum ve yaklaşık 220 Lira ödedim. Londra-Belfast arasında RyanAir ile uçtum ve yaklaşık 120 Lira ödedim. Belfast ve Edinburgh arasında Flybe Havayolları ile uçtum ve yaklaşık 100 Lira ödedim.)

Binanın dışına çıkınca şehir otobüsünü bulmak için biraz ileriye doğru yürüdüm. Hemen yakında tramvay durağı var ve aslında Princess Street’e kadar da gidiyormuş. Ben bunu bilmediğimden oradaki görevliye havaalanı otobüslerinin durağını sordum. Zaten otobüs durağı da binadan çıkar çıkmaz hemen sağ tarafta kalıyormuş. Airlink 100 isimli otobüsler aynı bizim Belko-Havataş benzeri havaalanı ile şehir merkezi arasında ulaşım sağlıyor. Burada şoförden değil otobüs durağının yanındaki gişeden biletinizi alıyorsunuz. Tek yolculuk için 4,5 Pound ödedim. Muhtemelen gidiş-dönüş bileti daha uygun oluyordur. Otobüs yeni hareket etmiş ve yenisi yanaşmıştı. Boş olduğundan hemen üst kata çıkıp en öne yerleştim. Hava da geç karardığından geçtiğimiz yerleri çok net bir şekilde görme fırsatı buldum. Sanki turların ilk gün düzenlediği şehir içi otobüs gezisi gibi oldu. Biraz da fotoğraf çektim ama pencerenin kir ve lekeleri de fotoğrafa yansıdı.



Otobüste durak sayısı ve geldiğimiz durak ışıklı ekranın yanı sıra sesli anonslarla duyuruluyor. Şehir turistik olunca her şeyi düşünmüşler. Otobüsün son durağı şehrin büyük tren istasyonu olan Waverley Tren İstasyonuydu ve benim ondan bir durak önce Princess Street’de inmem gerekiyordu. Saat akşam 8-9 civarı olmasına rağmen bölge oldukça canlıydı. Otobüsten indikten sonra elimdeki adres tarifine göre kalacağım hosteli bulmaya çalıştım. Aslında o kadar kolaymış ki yönlendirmeyi çok alengirli yaptıklarından bir süre sokaklarda dolanıp durdum. En sonunda hosteli Princess Street’in paralel caddesi olan Queen Street üzerinde buldum. Bu sefer de beni yine kötü bir sürpriz bekliyordu ve çaldığım kapıya kimse cevap vermedi. Yurt dışı seyahatlerimde bu 3. kez başıma geliyordu. Ne yapacağımı bilemeden uzun süre zili çalmaya, internete bağlanmaya çalıştım. Tam o sırada bisikletiyle bir genç geldi ve bisikleti kilitledikten sonra hostele yöneldi. Ona rezervasyonum olduğunu ve içeri giremediğimi söyledim. Dış kapı ve oda kapısının şifresinin bana gönderilmesi gerektiğini söyledi. İçeri lobiye girdik ve wi-fi şifresini alarak internete bağlandım. Kendi mail adresime baktığımda herhangi bir şifre göremedim. Adının Hamza olduğunu öğrendiğim genç ücretin hepsini nakit olarak yatırmadıysam şifre göndermeyeceklerini söyleyerek iyice aklımı karıştırdı. Eyvah gecenin bu saatinde ortada kaldım diye düşündüm ve ne yapacağım diye de söylendim. Neyse ki şansım yaver gitmiş ve bu genç karşıma çıkmıştı. Risk alarak bana dış kapı ile oda kapısı şifresini verdi ve bunu kimselere söylemememi tembihledi. Allah'dan iyi bir insanla karşılaşmıştım. Daha uykum gelmemişti ama bu genci de zor duruma düşürmemek için hemen odaya gidip uyumaya çalıştım. Yeni günde çözüm bulmak daha kolay olacaktı.

26 Haziran 2018

Sabah erkenden kalkıp rezervasyonumun iptal edilmiş olma ihtimaliyle tüm eşyalarımı sırtlandım. Hostel görevlisi saat 10 civarında geleceğinden ben de o saate kadar biraz çevreyi gezeyim istedim. 


Önce Princess Street’e kadar yürüdüm ve burada bulunan İskoçya Ulusal Galerisinin önünde bulunan meydana gittim. 


Buradan da tamamen içgüdüsel olarak ileride gördüğüm merdivenlere yürüdüm. Yükseğe çıktığım her basamakla şehri kuşbakışı görme imkanı buluyordum. Bu bölgedeki binaların mimarisi de şahaneydi. Kale'ye çıkmak için ileride gözüken yokuşu tırmanmaya başladım. Yolun sol tarafında muhteşem yapılardan oluşan Edinburgh Üniversitesi’nin New College kampüsü bulunuyor. 


Burası İskoçya İlahiyat Okulu'na ve İskoçya Kilisesi'nin Genel Kurul Salonuna ev sahipliği yapıyormuş. Bu binaların yapımına 1846 yılında başlanmış. Dış mimarisi oldukça göz dolduruyor ve sanki bir masaldan fırlamış gibi geliyordu.


Ben göremedim ama dışı kadar binaların iç kısmı da etkileyiciymiş. 1843 yılında kurulan kütüphanesi Birleşik Krallık'taki en büyük teolojik yani dini kütüphaneymiş. Rainy Hall ise Hanedanlık armalarıyla süslenmiş Gotik tarzda bir yemek salonuymuş ve halen de yemek ve toplantılar için kullanılıyormuş.


New College’in ana kapısından girince bir avluyla karşılaştım. Avluda 16. yüzyılda yaşamış İskoç Bakanlığı yapmış, reform hareketinin lideri, teolojist ve yazar John Knox’un bir heykeli bulunuyor. 


Avludaki merdivenleri tırmanarak arka tarafı görmeye çalıştım ama ahşap kapılar kilitli olduğundan başarılı olamadım. Açık kapılardan baktığımda idari ofisleri görünce çok fazla oyalanmadan buradan ayrıldım.


Yokuşun başına gelince sol tarafta köşede Camera Obscura ve İllüzyon Dünyası adlı müzeyi gördüm. Camera Obscura karanlık oda anlamına geliyormuş. 1835 yılında kurulan Edinburgh’un bu en eski turistik faaliyeti 2013 yılında TripAdvisor’ın İskoçya’da yapılacaklar listesinde birinci ve Birleşik Krallık'ta da ikincilik ödülünü almış. Burası Edinburgh Kalesi’nden çıkınca hemen sol tarafta ve Royal Miles üzerinde bulunduğundan turistlerin doğal olarak ilgisini çekiyor. İçeri girecek kadar ilgimi çekmemekle birlikte girişinde yer alan aynaların önünde durarak eğlenmekten tabi ki geri kalmadım. 



Altı katlı Müze'de ışık, renk ve göz yanılmasına dayalı illüzyonist faaliyetler interaktif olarak yapılıyormuş. Ayrıca burada bulmacalar, labirent aynalar ve girdap tünelleri de bulunuyormuş. Binanın çatısında bir de Edinburgh’un seyredileceği bir teleskop varmış. Çocuklar için özellikle eğlenceli olabilir ama giriş ücreti biraz pahalı gibi. Yetişkinler için 15 ve çocuklar için 11 pound olduğunu söyleyeyim.


Aynaların önünde biraz eğlendikten sonra Kale'ye doğru yöneldim. İki yol ağzında çok büyük ve Gotik stili olan bir yapı bulunuyor. The Hub adlı bu bina 1845 yılında İskoçya Kilisesi olarak inşa edilmiş. O zaman hem kilise olarak hem de Genel Kurul Salonu olarak hizmet vermiş. Zaten bu yüzden o yıllarda Victoria Hall olarak biliniyormuş.1999’dan sonra adı The Hub olarak değiştirilmiş. Burası kilise olarak hizmet vermiyor başta Edinburgh Uluslararası Festivali olmak üzere çeşitli festivallere, konferanslara ve düğünlere ev sahipliği yapıyormuş. Siyah ve ürkütücü siluetiyle Edinburgh’da gördüğüm en ilginç binaydı.


Binanın sağ tarafından yukarıya doğru yürümeye devam ettim ve çok gitmeden Kale gişelerine ulaştım. Bir sürü gişe olmasına karşın sabahın bu saatinde oldukça uzun bir kuyruk vardı. Mecburen sıraya girdim ve yaklaşık 10-15 dakika sonra 18,50 Pound ödeyerek biletimi aldım. Yaz sezonu için yani Nisan-Eylül ayları arası Kale 09.30-18.00 saatleri arası açıkmış. 

Kale'nin rehberlerince sunulan turlar olduğu gibi 8 dilde sunulan audio guide yani sesli rehberlik hizmeti de bulunuyor. Ancak bunlar için tabi ki ekstra ücret ödüyorsunuz. Bu turlarda Kale'nin mimarisi ve dramatik hikayesi adım adım anlatılıyormuş. Giriş ücretini burada ödeyip audio guide almak için ileride başka bir yerde tekrar sıraya giriyorsunuz. Rehberle gezmek istemediğim için ücretini bilmiyorum ve bu yüzden tekrar sıraya girmek zorunda da kalmadım. Biletimi alır almaz hemen Kale'ye doğru yürümeye başladım. Önce büyük bir alana çıkarak buradan Kale'nin geniş açıdan fotoğraflarını çektim. Burada oturma alanları yapılarak açık bir gösteri alanı oluşturulmuş.



Yürümeye devam ettiğimde büyük bir kapıya ulaştım. Portcullis Gate adlı bu Kapı 1571-1573 yılları arasındaki Lang Kuşatması'ndan sonra 1574-1577 yılları arasında yapılmış. Burası Kale'nin ana giriş kapısı olarak kullanılmış. 


Bu Kapı'nın girişinde bekleyen görevliye biletimi göstererek en nihayet Kale'ye adım attım. Son yıllarda İskoçya’daki bir numaralı turistik aktivite olarak Edinburgh Kalesi gösteriliyormuş. UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan bu Kale'yi gezmek için en az 3-4 saat ayrılması gerekiyor.

İskoçya’daki bu en meşhur Kale'nin tarihi de oldukça karışık. En eski kısmı olan St Margaret’s Chapel 12. yüzyılda yapılmış. Büyük Salon (the Great Hall) IV.James tarafından 1510 yılında, Yarım Ay Bataryası (the Half Moon Battery) Regent Morton tarafından 16. yüzyılda ve İskoç Ulusal Savaş Anıtı ise I. Dünya Savaşından sonra yapılmış. 

Tarihi Kale'nin Edinburgh’a tamamen hakim olan konumundan dolayı herkes tepeden şehri seyretmeye çalışıyordu. Gerçekten muhteşem ve etkileyici bir yer burası. Önce surların yanındaki merdivenleri tırmanarak şehri seyretmeye ve tanımaya çalıştım.


Sabahın bu saatinde bile çok kalabalıktı ve duvar kenarında yanaşacak yer bulamıyordunuz. 

Sonra düzlük bir alanda gezmeye başladım. Burada Argyle Battery olarak adlandırılan ve yanyana duran altı adet top bataryası bulunuyor. Bunlar Kale'nin kuzey kısmını savunmak için 1730-1732 yılları arasında General Wade tarafından yerleştirilmiş. 


Giriş kapısının hemen sol tarafında yukarıya çıkılan Lang merdivenleri bulunuyor. Bu merdivenler Orta Çağ'da Kale'nin zirvesine ulaşmak için ana yol olarak kullanılmış. 15. yüzyılda ağır silahları Kale'ye taşımak için yukarıya ulaşan mevcut yol yapılmış. 

Portcullis Kapısı'nın hemen üstüne 1887 yılında inşa edilen Argyle Kulesi muhtemelen 9. Argyle Kontunun 1685’deki idamından önce tutulduğu bir yermiş. Bu Kule'nin merdivenlerini çıktım ama Kule açık değildi. Bu da Kule'nin merdivenlerinden çektiğim bir fotoğraf.


Düzlük alanda ise Mons Meg isimli meşhur top bulunuyor. Zamanının en etkili savaş aracı olan ve 150 kg top güllesini 3.2 kilometre uzaklığa fırlatabilme kapasitesine sahip bu top Dünyanın en meşhur Orta Çağ silahıymış. 1449 yılında yapılan bu top 1454 yılında Fransa’nın Burgonya Dükü tarafından Kral II. James’e hediye olarak gönderilmiş. 16. Yüzyılın ortalarına kadar sadece törenlerde kullanılmış ama böyle bir törende alev alıp yandığından kullanılmaz hale gelmiş. 1754 yılında Londra Kulesi'ne götürülen top İskoçların yoğun kampanyası sonucu 1829 yılında tekrar Kale'ye getirilmiş. Restore edilerek sergilenmeye başlanan top 6,6 ton ağırlığındaymış. 


1130 yılında yapılan St. Margaret Şapeli, Edinburgh’da bugünlere gelebilen en eski yapıdır. Muhtemelen büyük taş Kule'nin bir parçasıymış. Kalede 1000’li yıllarda yaşayan bir azize adandığı için ismi St. Margaret Şapeli olmuş. Romanesk mimarinin örneği olarak gösterilen yapı 19. yüzyılda restore edilmiş. Günümüzde vaftiz törenleri ve düğünler için kullanılıyormuş.



Burayı gezdikten sonra büyük bir binanın yan tarafından yürüyerek bir meydana çıktım. Bu meydanın etrafında National War Museum (Ulusal Savaş Müzesi), Crown Jewels House (Saray Mücevherleri Müzesi), The Great Hall (Büyük Salon) bulunuyor. Önce Ulusal Savaş Müzesi'ne girdim.


National War Museum İskoçya’nın 17. yüzyıldan itibaren yaptığı savaşlarda kullanılan askeri objelerin, katılanların isimlerinin yer aldığı listelerin, çeşitli anıtlar ve duvar resimlerinin bulunduğu bir müzeydi. Çok da ilgimi çektiğini söyleyemem.


Bu binada bulunan İskoç Ulusal Savaş Anıtı olan Scottish National War Memorial’ın bulunduğu yerde Orta Çağ döneminde St. Mary Kilisesi bulunuyormuş. Bu anıt, I ve II. Dünya Savaşlarında ölen insanlar için yapılmış. Buradan Savaş Müzesi'nin tam karşısında olan Büyük Salona gittim. 


Bu yapı 1503-1513 yıllarında Kral IV. James tarafından yaptırılmış. İlk başlarda görkemli törenlerde kullanılan bu salon daha sonra 1650 yılında Oliver Cromwell tarafından asker kışlasına çevrilmiş. Bugün ise çeşitli Devlet ve Saray faaliyetleri için kullanılıyor. Salonun duvarlarında çeşitli zırhlar, kılıçlar ve mızraklar sergileniyor.



Büyük Salonun bulunduğu binanın diğer tarafında başka bir giriş kapısı vardı. The Royal Palace adlı bu yere merakla girdim. Saray içiçe geçmiş birçok salondan oluşuyor. Kral ve kraliçeler için çok zengin bir şekilde dekore edilmişti. Burası aynı zamanda Mary’nin 1566’da doğan Kral VI. James’i doğurduğu yermiş. Küçücük bir odaydı ve hiçbir mobilya yoktu. Fotoğraf çekeceğimi düşünen bir kadın buranın ruhani bir yer olduğunu fotoğraf çekemeyeceğimi söyledi. Zaten çekme niyetim de yoktu, boş odanın nesini çekeyim! 



Buradan çıkınca diğer tarafta bulunan ve önünde uzun bir kuyruk bulunan Mücevher Müzesine girmeye niyetlendim. Hava çok sıcaktı ama gördüklerim beklediğime değdi. Burada sergilenen objeler 15 ve 16. yüzyıldan günümüze ulaşabilen İngiliz adalarındaki en eski mücevherlermiş. Bunlar taç giyme törenlerinde kullanılan taç, kılıç, asa gibi çok kıymetli mücevherlerle süslenmiş eşyalardı. Ne yazık ki bunların fotoğrafının çekilmesi yasak olduğundan çekim yapamadım. Binanın dışından görünüşü de şöyle oluyor.


Mücevher Müzesi'nin tam karşısında altında bir kafe bulunan Kraliçe Anne Binası bulunuyor. Ancak binanın kafe dışındaki kısımları ziyarete açık değil. Orta Çağ'da burada sarayın silah deposu varmış ve Mons Meg’in ilk konulduğu yer de burasıymış. 1708 yılındaki Jacobite isyanından sonra 1710 yılında memur kışlası olarak ve Kale'nin silahçıları için inşa edilmiş.


Daha önce bir kısmını gezdiğim düzlüğe geri yürüdüm. Yol üzerinde viski tanıtımı ve satış yeri yapan bir dükkan gördüm. İçeri girip Kale'yi gezenlere yapılan ücretsiz tanıtıma katılmak istedim ama grup oluşunca yapılıyor zannımca. Ayrıca ücretsiz tadım da yaptırıyorlar. Aslında viskiden ve kokusundan hiç hoşlanmam ama yine de dükkanı gezip boy boy ve çeşit çeşit viskilerin görüntüsüne ve fiyatlarına baktım. Pound kuruyla hesaplayınca çoook pahalı. 


Bildiğiniz gibi İskoç kültürünün vazgeçilmez içkisi viski oluyor. Genel olarak Single Malt, Single Grain ve Blend olmak üzere 3 tipte üretiliyormuş. Bunlardan yıllandırılmış single malt viskiler ise en makbul olanıymış.


Burayı gezdikten sonra Kale'nin bir diğer önemli bataryası olan Half-Moon Battery’yi gördüm. Bu Batarya, 1571-1573 yıllarındaki uzun kuşatmadan sonra Kraliyet Sarayı’nı korumak amacıyla 1573-1588 yıllarında kurulmuş. Günümüzde burada bulunan toplar, 1810 yılında Napolyon Savaşları sırasında yapılmış. Topların bulunduğu platformun altında 1329-1371 yılları arasında yaşamış olan Kral II. David’in mezarı bulunuyor. 


Half-Moon Battery’nin hemen arkasında bir merdivenle inilen David’s Tower adı verilen bir Kule yer alıyor. Bu Kule II. David tarafından yaptırılmış ama tamamlandığını göremeden ölmüş. Kule 1300’lerin sonunda Kale'nin ana merkezini oluşturuyormuş ve o zaman 30 metre yüksekliğindeymiş. Burası 100 yıla yakın sarayın yabancı diplomatları karşıladığı önemli bir yer olmuş. 1573 yılında bir kuşatma sırasında Kule'nin üstü bir top atışıyla büyük ölçüde tahrip olmuş.


The Fore Well, 19. yüzyıla kadar yaklaşık 500 yıl Kale'nin su ihtiyacını karşılayan bir su kuyusu. Yaklaşık 34 metre derinliğinde olan Kuyu hiçbir zaman su talebini karşılayacak yeterlikte olmamış.


Bir başka batarya Forewall Battery 1544 yılında Kral V. James tarafından Orta Çağ ihtiyaçlarına göre kurulmuş. Silahlar ise 1810 yılında yapılmış.


Sağlam gözüken bir diğer yapı Governor’s House yani Yönetici Evi. 1742 yılında yapılan bu binada eskiden kale komutanı ya da yöneticisi, silahtarbaşı ve ambar amirinin evleri varmış. Ancak ziyarete açık değil.


Edinburgh Castle’da birbirinden bağımsız iki ayrı askeri alay müzesi olan Regimental Müzeler var. Bunlardan birisi The Royal Scots Dragoon Guards Museum, diğeri de The Royal Scots Museum olarak adlandırılıyorlar. Bu müzeler, İskoçya tarihinin en eski iki askeri alayının anılarını anlatıyor. İskoç kıyafetleri özellikle çok ilginç.




Buradan çıkınca merdivenlerle inilen ve çok ilginç olan Prisons of War isimli bir hapishaneyi gezdim. 1758 yılında Fransa ile yapılan Yedi Yıl Savaşları’ndan sonra yakalanan korsanlar buraya hapsedilmiş. Bu hapishane pek çok milletten insanı ağırlamış. Bunlardan en ilginci 1805 yılındaki Trafalgar Savaşı sırasında yakalanan 5 yaşında bir trompetçi çocukmuş.




Bir de 1842’de yapılan Military Prison yani Askeri Hapishane var. Burada küçük küçük hücreler yapılmış ve ekstra bir özellik görmedim.


Küçük meydanın ortasında Earl Haig adında Bombay’lı bir asil tarafından hediye edilen büyük atlı bir heykel var. 



One O’Clock Gun ise Kale'deki önemli adreslerden birisi. Bu top ile her gün (Pazar günleri hariç) öğlen saat 1’de top atışı gerçekleşiyormuş. Denizcilerin saatlerini ayarlaması için yapılan ve ilk olarak 1861 yılında başlayan bu atış gelenek haline gelmiş. One O’Clock Gun fotoğraftaki en uçta gözüken top oluyor.


Kalenin bir diğer kapısı da Foog’s Gate. Burası Edinburgh Kalesi’nin üst kısma açılan ana giriş kapısıymış. Kapının iki tarafındaki duvarlar Kral II. Charles tarafından savunmayı güçlendirmek için 17. yüzyılda yaptırılmış.


Kale'yi gez gez bitmiyordu. Artık vakit öğleye yaklaşmıştı. Hemen hostele dönüp konaklama sorunumu çözmem gerekiyordu. Bu arada tüm Kale'yi eşyalarımın tamamı olan 2 sırt çantasıyla gezdiğimi söylemeliyim. Çok yorucu oldu tabi ve zaman zaman oturup dinlenmek zorunda kaldım.


Çıkışta amfi tiyatro kurulan alandan geçerken büfe dondurmacılarını gördüm. Hiç dayanamam hemen gidip 2,50 pound ödeyerek dondurmamı aldım. Tadı hiç fena değildi. 

Kale'den geldiğim yola dönerek ayrıldım ve hızlı adımlarla hostele ulaştım. Ancak daha öğle saatleri olmasına karşın hostelde yine kimseyi bulamadım. Resepsiyon masasına bakınırken bir sorun olması halinde acil ulaşılabilecek bir telefon olduğunu gördüm. Hemen aradığımda karşıma çıkan görevliye rezervasyonum olmasına rağmen şifre gönderilmediğini söyledim. Aksanı yüzünden oldukça zor anlaşmamıza rağmen en sonunda şifrenin gönderildiği ancak spam olarak geldiğinden benim göremediğim anlaşıldı. Şifreyi bana tekrar gönderdiğinde sorun çözülmüş oldu. Neyse ki giriş katında ve arka tarafa bakan bir odaya yerleşmiştim. Çünkü hostel ana cadde üzerinde olduğundan trafik gürültüsü çok fazlaydı. Hemen yeni odama gidip eşyalarımı bıraktım ve kendime çay hazırlayıp bir şeyler yedikten sonra bu sefer yakınlarda olan Ulusal Galeri'ye doğru yürüdüm.


İskoç Ulusal Galerisi (National Gallery of Scotland) şehrin en merkezi yerinde ve Princess Street üzerinde bulunuyor. Bu Müze içinde çok önemli eserler bulunan İskoçya’nın en önemli müzesi ve hatta dünyanın en iyileri arasında olduğu söyleniyor.


Müze'de erken Rönesans döneminden günümüze dek gelen önemli sanatçıların eserlerini ve ayrıca İskoç sanatçılarına ait önemli eserleri görmek mümkün. Girişin ücretsiz olduğu Galeri'de, Boticelli, Raffaello (Raphael), Titian, Monet, Van Gogh, Turner, Tiziano, Rubens, Rembrandt, Vermeer, Constable, Gauguin gibi dünyaca ünlü isimlerin eserleri bulunuyor. Koleksiyonun en dikkat çeken kısmı ise İskoç resim sanatının tarihini de gösteren Ramsay, Raeburn, Wilkie ve McTaggart gibi önemli isimlerin eserlerine yer verilmesi. 

The Rape of Proserpina - After Gian Lorenzo Bernini 

The Nativity with two Angels- Filippino Lippi 

The Madonna del Passegio Raphael 

The Adoration of the Magi - Giorgio Vasari 

1859 yılında halka açılan Scottish National Gallery başlangıçta bağımsız bir bina olarak inşa edilmiş. Bu bina ve İskoçya Kraliyet Akademi Binası (Royal Scottish Academy Building) William Henry Playfair tarafından Neoklasik bir mimari stilde tasarlanmış. Bu 2 binanın tarihlerinin içiçe geçmesi nedeniyle 2004’den bu yana bahçe seviyesinde birbirine bağlanmış. 

Four Male Figures - Perugino

The Virgin Adoring the Sleeping Christ Child - Sandro Botticelli

The Madonna of the Yarnwinder- Leonardo da Vinci

Çok büyük olmayan Müze'yi çabucak gezip bitirdim. Dışarı çıktığımda meydanda İskoç kıyafetleri giymiş Spinning Blowfish adındaki bir müzik grubunun gösterisini bir süre izledim. Oldukça başarılı bir gruptu ve şarkı aralarında yaptıkları sohbetten gayda çalan müzisyen dışındakilerin aslında İskoç olmadığını da öğrendim.



Vakitten kazanmak için hemen meydanda bulunan diğer müzeye yöneldim. Burası da Scottish National Gallery of Modern Art yani Modern Sanat Müzesi. Kapanma saatine çok az zaman kaldığından acele acele gezip görmeye çalıştım. 



Müze kapandıktan sonra meydandaki İskoç grubu bir süre daha izledim. Sonra Princess Street boyunca bir süre yürümeye karar verdim. Prenses Caddesi (Princess Street) Edinburgh’un en hareketli caddesi. “New Town” bölgesinin en güney bölümünde yer alıyor. New Town deyince buna bir açıklık getirmek gerekiyor zannımca. Edinburgh’un tarihi ve turistik ana merkezi Old Town (Eski Şehir) ve New Town (Yeni Şehir) olmak üzere 2 ayrı bölümde toplanıyor.

Edinburgh’da gezilip görülmesi gereken pekçok yer ağırlıklı olarak 14-16. yüzyıllar arasında kurulmuş Old Town’da yani Eski Şehir'de bulunuyor. Gezmiş olduğum Edinburgh Kalesi, Eski Şehrin önemli simgelerinden olan Edinburgh Üniversitesi, Camera Obscura, Royal Miles’da sıralanan tarihi kilise St. Giles Katedrali, Edinburgh Kilisesi, yolun sonunda bulunan Holyrood Sarayı, Holyrood Parkı ve buraya yakın volkanik tepe Arthur’s Seat, Holyrood’da bulunan Parlamento Binası ve ismini sayamadıklarımın hepsi bu bölgede görebileceğiniz tarihi zenginlikler arasında yer alıyor. Old Town’daki her bir sokak ayrı bir dünya gibi ve ansızın karşınıza farklı bir tablo çıkıveriyor. Edinburgh'da bulunduğum sürece bu sokaklarda gezmelere doyamadım. Ünlü yazar J.K. Rowling’in Harry Potter kitaplarını yazmış olduğu The Elephant House da Royal Mile civarında bulunuyormuş ama uzun süre aradığım halde bir türlü burayı bulamadım.

New Town yani Yeni Şehrin kuruluşu 18. yüzyıldan itibaren başlamış. Bu bölgede ise daha çok alışveriş yapılabilecek ünlü mağazalar ve restoranlar bulunuyor. Bu 2 bölgeyi birbirinden ayıran ve mutlaka görülmesi gereken cadde ise yürümeye başladığım Prenses Caddesi oluyor. İskoçya’nın Oxford Street’i olarak anılan ve özel araç trafiğine kapalı olan bu cadde önemli alışveriş mağazalarına ev sahipliği yapıyor. Kale manzarasını en iyi bu Cadde'den görebildiğinizi söylemeliyim. Havanın açık olmasından istifade ederek Kale'nin sayısız fotoğrafını çektim. 


Yolda yürürken gayda çalan sokak sanatçılarını, restoranları, mağazaları, kafeleri, İskoçya’nın simgesi kiltlerden ve ekose kumaştan yapılmış bir sürü giyim eşyası ve aksesuarı göreceğiniz hediyelik eşya dükkanları ile oldukça renkli bir cadde burası.


Kilt, İskoç erkeklerinin giydiği pileli, ekose kumaştan kısa eteğe verilen isim oluyor. İskoçya'da düğün ve balo gibi özel günlerde giyilen bu etekler ulusal gururun, aile ve klan ilişkilerinin önemli bir sembolüymüş. Kilt İskoçlar için ayrıca gücün, romantikliğin ve dramatizmin de en büyük sembolüymüş. Kilt kostüm, ceket, yelek, gömlek, kravat, bel çantası, kilt iğnesi, dize kadar yün çorap, kurdele ve hafif takım elbise ayakkabılarından oluşuyor.

Kilt giyilmesinin tarihçesi 1500’lü yıllara kadar gidiyor. İskoç erkekleri ava giderken dizlerinin üzerinde kalan bir omuz atkısı kullanıyormuş. Zaman içerisinde daha geniş atkılar kullanmışlar ve üzerlerinde çok fazla kumaş taşımak istemedikleri için de üst kısmını atıp sadece alt kısmını giymeye başlamışlar. 1747 yılında İngiltere Kralı II. George Kilt giyilmesini yasaklamış. Bunun üzerine İskoçyalılar protesto eylemlerinde Kilt giymeye başlamışlar. Yasak 1782 yılında kaldırılsa da Kilt, İskoç sosyalizminin de bir sembolü haline gelmiş.



Geçmişte aristokrasinin simgesi olması nedeniyle, her aile kendi tartan denen deseni kullanırmış. Mağazalara baktığımda kilt fiyatlarının oldukça yüksek olduğunu gördüm. Bunlar set olarak da satılıyor ve bir yerde indirimli set fiyatının yaklaşık 900 pound civarında olduğunu görünce gözlerim yuvalarından fırladı. 

İskoçya’da geçerli para biriminin pound olması ve bunun da bize göre son derece pahalıya gelmesi nedeniyle alışveriş yapmak gibi bir niyetim yoktu. Yine de vitrininde %70 indirim yazan ve outdoor ürünler satan bir mağazaya girmekten kendimi alamadım. Tabi ki mağazaya bu girişim 20 pound ödeyerek bir polar mont alımıyla sonuçlandı. Acıktığımdan benim için en güvenilir yer olan McDonald’s restoranına giderek 4,59 pound ödedim ve bir menü aldım. 

Yürümeye devam ettim ve sağ taraftaki bir caddeye dönerek uzaktan gözüken St. Mary’s Katedralini yakından gördüm. Gotik stilde 19. yüzyılın sonlarında inşa edilen episcopal bir kilise ve koruma altına alınmış. 


Bu arada hediyelik eşya mağazalarına da girip çıkıyor ve benim için gelenek haline gelmiş olan magnetlere bakıyordum. En sonunda 3 pound ödeyerek beğendiğim bir magneti aldım. Princess Caddesinin ters istikametine geri dönerek önce Kale manzarası eşliğinde St. John's Kilisesini gördüm.


Sonra yola devam ederek Tren İstasyonunu uzaktan görme imkanı buldum. 


Havanın kararmamasından istifade ederek Royal Miles’a doğru yürüdüm. 


Akşam olması nedeniyle caddedeki dükkanlar kapanmıştı ve etraf oldukça sakin görünüyordu. St. Giles Katedralini de şöyle bir görme fırsatım oldu. 


Sonra Camera Obscura’nın önündeki aynalarda biraz daha çocukluk yapıp oynadıktan sonra hostele dönerek günümü tamamladım.


27 Haziran 2018

Sabah erken kalkarak çayımı hazırladım ve yanımda getirdiğim poğaçayla kahvaltımı yaptım. Hemen yola koyularak bu sefer Prenses Caddesinin yukarı kısmını keşfetmeye çalıştım. Önce Scott Monument karşısında bir süre mola verdim. 

Scott Monument yani Scott Anıtı Princess Street’de yer alan çok büyük ve görkemli bir anıt. Scott Monument, Victorian Gotik tarzda inşa edilmiş taş bir kule ve 1832 yılında ölen ünlü İskoç yazar Sir Walter Scott‘ın anısına 1846 yılında inşa edilmiş. Dünyada bir yazara ithaf edilen 2. en büyük anıt olarak tarihe geçmiş. Anıtın tam ortasında yazarın bir heykeli var ve Scott Anıtı üzerinde de ayrıca 68 adet heykelcik bulunuyor. 


Bu anıtın tepesine sanırım 5 pound ödeyerek çıkılabiliyormuş. Spiral bir merdivenle tırmanılan Anıt'tan muhteşem bir Edinburgh manzarası izlenebiliyormuş. Anıtın yüksekliği yaklaşık 62 metre civarında ve tepesine kadar 288 basamak bulunuyormuş. 


Scott Monument’in bulunduğu alan East Princess Street Gardens yani Doğu Prenses Caddesi Bahçeleri olarak adlandırılırken İskoç Kraliyet Akademisi ve sanat galerisi olan National Gallery’nin diğer tarafı West Princess Street Gardens yani Batı Prenses Caddesi Bahçeleri olarak adlandırılıyor. Caddede biraz yürüdüğümde bir kısmı otele çevrilen çok güzel tarihi binalar gördüm.



Yolun sonunda ise Edinburgh Waverley Tren İstasyonunu artık görebiliyordum. Bu istasyonun ismi Scott’un Waverley romanlarından geliyormuş. Yazarlara, edebiyatçılara böyle sahip çıkılması çok güzel! Tren istasyonu dar bir vadiye konuşlanmış ve ülkenin 2. büyük tren istasyonuymuş.


1897 yılında açılan tarihi Kuzey Köprüsünden geçerek Eski Şehire doğru yürüdüm. Ağzım bir karış açık bir başka dünyaya gitmişim gibi çevremi seyrediyordum.


En sonunda Royal Mile’a yani Kraliyet Yoluna ulaştım. Royal Mile (Kraliyet Yolu), Edinburgh Kalesi’nden başlayıp Hollyrood House Palace’a kadar uzanan yaklaşık 2 km uzunluğunda bir yol. Şehrin turistik caddesi olan ve tam bir açık hava müzesi görünümünde olan Royal Mile’da 16, 17 ve 18. yüzyıldan kalma birçok yapı bulunuyor. Bir anlamda burası İskoçya’nın tarihi başkentinin kalbi niteliğinde. Çok etkileyici bu yolda, yükselen binaların arasında Arnavut kaldırımlı çıkmaz sokaklar ve dar merdivenlerle birbirine bağlanan gizli bir dünya bulunmakta. 



The Real Mary King’s Close ya da the Scottish Storytelling Centre gibi değişik yerler, St Giles Katedrali gibi tarihi binalar ve şehrin en iyi yeme-içme mekanlarıyla burası mutlaka görülesi bir yer haline geliyor. Bu yolu oluşturan caddeler ise Castlehill, Lawnmarket, High Street, Canongate ve Abbey Strand caddeleridir. 



Önce Royal Mile’ın köşesinde Tron Kirk Kilisesini gördüm.1647 yılında yapımı tamamlanan bu kilise 1829’da çıkan bir yangın sonucu yanmış. Tron ismini 18. yüzyılda burada bulunan tartı, baskül gibi aletlerden almış. 1952 yılından sonra kilise olarak kullanılmamış ve yaklaşık 50 yıl boş tutulmuş. Günümüzde ise turistler için danışma ofisi olarak hizmet veriyor.


Caddenin alt taraflarına doğru Edinburgh Üniversitesinin Holyrood Kampüsünü gördüm. Bu arada Edinburgh Üniversitesinden bir çok ünlü kişinin mezun olduğu belirtiliyor. Telefonun mucidi Alexander Graham Bell, penisilinin mucidi Alexander Fleming ve Sherlock Holmes karakterinin yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle bu ünlüler arasında sayılabilir.


Yolun en sonunda sağ tarafta kalan değişik dizaynıyla Parlamento Binasını ve hemen karşısında bulunan Queen’s Gallery’yi sabahın erken saatlerinde görmüş oldum. 


Hedefim bu güzergahtan yürüyerek Arthur's Seat denilen tepeye ulaşmaktı. Holyrood Park’ın büyük bir bölümünü oluşturan tepelerin ana zirvesi olan Arthur’s Seat, Edinburgh’un panoramik manzarasını görmek için oldukça ideal bir yer. Arthur’s Seat, sönmüş bir yanardağ zirvesinde ve deniz seviyesinden 251 metre yükseklikte yer alan aşırı rüzgarlı bir tepe. Burası aynı zamanda en geniş ve en iyi şekilde korunmuş bir kale bölgesi. Tarihi yaklaşık 2000 yıl öncesine dayanan 4 tepe kalesinden birisi Arthur’s Seat olarak gösteriliyor. Bu bölgedeki flora ve jeolojinin çeşitliliği nedeniyle aynı zamanda Özel Bilimsel İlgi Alanı olarak da gösteriliyor. 


Caddeden yukarıya kestirme giden bir patika yol keşfettim ve hızla tırmanmaya başladım. Yukarıya çıkış çok da yorucu değil. Tırmandıkça görüş alanım genişliyor, birkaç fotoğraf çekiyor ve biraz soluklandıktan sonra yola devam ediyordum. Günün bu erken saatinde benim gibi tırmananlar da vardı. Bu yüzden tek başıma olsam da ıssızlıktan hiç ürkmedim. En tepeye ulaştıktan sonra Edinburgh artık ayaklarımın altındaydı. 



Havanın da açık olması çok büyük bir şanstı ve muhteşem bir manzara her cepheden görülebiliyordu. Aşağı kesimlerde birkaç tane göl de bulunuyor. Bir süre hem dinlenip hem de manzarayı seyrettikten sonra geldiğim yoldan dönmeye başladım. 



Parlamento binası rehber eşliğinde ücretsiz gezilebiliyor. Dönüş yolum üzerinde olduğundan hemen içeri girdim. 414 milyon pounda inşa edilen binanın dış cephesi oldukça ilginç yapılmış, bakalım içerisi nasıl inşa edilmiş görelim. 



Girişte kimse bir şey sormuyor, sadece x-ray cihazından geçiyorsunuz. Binanın dışı gibi içi de oldukça değişik tasarlanmış. İçeri girdiğimde bir görevli beni karşıladı ve kısa bir açıklama yaparak rehberli bir grubun kısa bir süre sonra tura başlayacağını söyledi. Şansımıza o gün genel kurul salonunda bir toplantı olduğundan salonu görüp hatta toplantıyı da izleyebilecektik. Lobide bir süre bekledikten sonra rehberimiz önce lobide bizi bir sergi masası etrafında toplayarak İskoçya seçim sistemi, partiler ve bulunduğumuz bu bina hakkında oldukça detaylı bilgiler verdi. Aradan zaman geçtiği için bunları çok iyi hatırlayamıyorum. Bu yüzden tekrar araştırdım ve bunları kısaca vermek isterim.


İskoçya, 17. yüzyıla kadar bağımsız bir devlet iken 1707 yılında İngiltere Krallığı'yla birleşmiş ve sonrasında da İskoçya Parlamentosu dağıtılmış. Vergiler dahil tüm yetkiler Birleşik Krallık Parlamentosu'na devredilmekle birlikte hukuki sistem ve kilise dahil olmak üzere birçok kuruluş İngiltere’den ayrı olarak işlemeye devam etmiş.

Bağımsızlık veya sınırlı özerklik seçimi için ilk referandum 1979'da yapılmış ama çok fazla kabul görmemiş. 1997'de gerçekleşen ikinci referandumda, İskoçlara iki soru yöneltilmiş. "İskoçya bağımsız parlamentoya sahip olmalı mı?" sorusuna % 74.3, "İskoç Parlamentosu'nun vergileri değiştirebilme gücü olmalı mı?" sorusuna ise İskoç halkının % 63.5'i ezici çoğunlukla "evet" yanıtını vermiş. Böylece 1999 yılında, 129 üyeli ilk İskoçya “Özerk” Parlamentosu kurulmuş.

Parlamento, sağlık, eğitim, yerel yönetim, sosyal hizmet, vergi, ekonomik kalkınma gibi alanlarda yasama yetkisine sahip olmakla birlikte, savunma, maliye ve dış politika konularında kararlar hala İngiliz Parlamentosu tarafından verilmekteymiş. Sadece sınırlı olarak vergi toplama hakkı İskoç Parlamentosuna verilmiş. Birleşik Krallık Parlamentosunun, İskoçya Parlamentosunu dağıtma yetkisi de bulunuyormuş.

İskoçya Parlamentosunun 129 üyesi 4 yıl için nispi temsil sistemi ile seçiliyormuş. Bunların 73 kişisi ulusal seçmenler tarafından, 56 kişisi de 8 bölgeden atanan kişiden oluşuyormuş. Son yıllarda biraz daha bağımsız karar alma yönünde irade oluşturmuşlar. 

Bu bilgilendirmeden sonra hep beraber genel kurul salonuna gittik. Çok etkileyici bir salon değil ama adamların özgüvenlerine hayran olmamak elde değil. Dünyanın öbür ucundan gelip İskoç Parlamentosunun toplantısını izleyebiliyorsunuz. Benim vaktim kısıtlı ve çok kıymetli olduğundan toplantıyı beklemeden buradan ayrıldım.


Parlamentonun hemen karşısında Holyrood Sarayı bulunuyor. İngiltere kraliyet ailesinin İskoçya’daki resmi ikametgahı olan Holyrood Sarayı (Holyrood Palace), 16. yüzyıldan bu yana resmi davetlere ve törenlere ev sahipliği yapıyormuş. Sarayın tarihe geçişinin en önemli sebebi ise içinde Mary Stuart’ın zaman zaman burada ikamet etmesindenmiş. Holyrood Sarayında bulunan Great Stair, süslemeleri ve dekorasyonu ile etkileyici Royal Dining Room, The Evening Drawing Room, Morning Drawing Room, Royal Gallery’den bazı parçaları bünyesinde barındıran Queen’s Gallery ve Throne Room görülecek yerler olarak belirtiliyor. Queen’s Gallery, 2002 yılında Kraliçe II. Elizabeth tarafından kendi Altın Jübile kutlamalarının bir parçası olarak açılmış. Giriş ücretinin 14 pound olduğunu görünce nedense burayı gezesim gelmedi ve dışından bakmakla yetindim!


Bu da Sarayın çok renkli satış mağazası oluyor.


Sarayın diğer tarafında ise Holyrood Park uzanıyor. Holyrood Parkı, çok sayıda tepe ve bazalt kayalıktan oluşan 650 dönümlük büyük bir arazi. 12. yüzyılda avlanma sahası olarak kullanılıyormuş. Holyrood Parkın içinde 15. yüzyıldan kalma St. Anthony’s Chapel’in kalıntıları bulunuyormuş. Ayrıca kuş hayatının zengin olduğu Duddingston Gölü de görülebiliyormuş. Ne yazık ki fazla zamanım olmadığından bu parkta sadece Arthur’s Seat’e gitmiş oldum. 

Royal Mile üzerinden geri dönmeye başladım. Yol üzerinde bulunan tarihi Cannongate Kilisesini gördüm. Zaten bu bölge Cannongate olarak biliniyor. 1691 yılında açılan kilisenin Pariş Kilisesi olduğu belirtiliyor. Kilise yapıldığı zamanın eşsiz bir örneği olarak gösteriliyor. Kapı açık olunca içine de şöyle bir baktım. Mavi sandalyeleriyle çok iç açıcı bir havası vardı. İçeride çok şahane bir Frobenius Org bulunmaktaymış. Kapının girişinde de Kral David’in hikayesine atfen geyik boynuzları ve bir haç yerleştirilmiş.



Burada bir de mezarlık varmış ama sanırım arka tarafında olduğu için ben gözden kaçırdım. Girişinde de mezarlıkta defnedilen önemli kişilere ait bir liste bulunuyormuş. Bunlardan en önemlisi Adam Smith’e ait olan mezarmış. Mezarı sol tarafta Canongate Tolbooth binasının arkasındaymış.

Canongate Mezarlığının İskoçya’nın önemli şairi Robert Burns’le yakın bir ilişkisi vardır. Burns’ün erken dönem çalışmalarında İskoçya’nın bir diğer önemli şairi olan Robert Fergusson’un etkisi büyükmüş. Fergusson daha 24 yaşındayken Edinburgh Bedlam’da düşmesi nedeniyle başından yaralanmış ve 1774 yılında trajik bir şekilde ölmüş. Burns 1787 yılında Edinburgh’a geldiğinde Canongate Mezarlığına gelerek Fergusson’un buradaki mezarını ziyaret etmiş ve mezar başına da bir şiirini yazdırmış. Şiir de İngilizce şu şekildedir. (Anlamını tam veremeyeceğim endişesiyle Türkçe'ye çevirmedim)

“No sculptured Marble here, nor pompous lay
No storied Urn, nor animated Bust
This simple Stone directs Pale Scotia's way
To pour her Sorrows oer her Poet's Dust”

Mezarlık Burns’ün ümitsiz aşkına da ev sahipliği yapmaktaymış. Burns Edinburgh’u ziyaret ettiğinde eşinden ayrı yaşayan Mrs Agnes McLehose’e vurulmuş. Kadın da Burns’den etkilenmiş ancak evli olması ve zamanın ahlaki değerleri nedeniyle adı çıkmasın diye ihtiyatlı bir şekilde davranmış. Yüzyüze görüşemeseler de McLehose “Clarinda” takma ismiyle ve Burns de “Sylvander” takma ismiyle sayısız yazışma yapmış. Burns pek çok şarkı ve şiiri ona ithaf etmiş. Bunlardan en güzel ve en üzücü olarak kabul edilen şarkı "Ae Fond Kiss" adlı şarkıymış. İşte bu kadıncağız Burns’ün ölümünden 35 yıl geçtikten sonra öldüğünde 1841 yılında bu mezarlığa gömülmüş. Mezar taşında ise kısaca “Clarinda” ismi bulunuyormuş.

Canongate Kilisesinin hemen önünde kaldırıma trajik şekilde ölen Robert Fergusson’un bir heykelini de koymuşlar.


Yolun biraz ilerisinde sarı rengiyle Edinburgh Müzesi (Museum of Edinburgh) bulunuyor. 16. yüzyılda inşa edilen bu tarih müzesinde İskoçya’nın geçmiş dönemlerden günümüze kadar geçirdiği değişim görülebiliyor. 


Ücretsiz olarak ziyaret edilen bu Müze'de çok çeşitli hikayeler eşliğinde sunulan objelerle, animasyon gösterileriyle ve interaktif sergilerle her yaştan kişi ağırlanmakta. İçine girip hızlıca gezmeye başladım.




Royal Mile boyunca yürürken çok değişik ve hoş binalar gördüm. Caddenin kendisi de, her sokağı her bölgesi de görülmeye değerdi.




Bu Cadde çok turistik olduğundan yol boyunca sayısız turistik eşya mağazası bulunuyor. Ayrıca İskoçya viskisiyle de dünyaca biliniyor olduğundan turistik amaçla böyle viski mağazaları da açmışlar. Bunlardan birine girdiğimde çeşit çeşit boy ve türde sıralanan bir viski dünyasına girmiş oldum. Ancak fiyatları hiç makul değildi. 


Şehirde Silver Tour, Gold Tour gibi Whisky Experience turları da düzenleniyormuş. Bu turlarda viski yapımı anlatılıyor ve en sonunda da viski tadımı yapıyormuşsunuz. Mesela Kale'nin hemen yanında The Scotch Whiskey Experience bulunuyor. 

En sonunda High Street üzerinden St.Giles Katedrali'nin olduğu meydana kadar geldim. St. Giles’in batı girişinin tam karşısında kaldırım üzerinde mozaiklerden bir kalp şekli yapılmış. Heart of Midlothian ismi taşıyan bu şekil 1400’ler civarında burada bulunan ve 1817’de kaldırılan Edinburgh hapishanesi, mahkemesi ve çeşitli belediye binalarının giriş yerini işaret ediyormuş. William Brodie de dahil olmak üzere halka açık bir çok idam burada gerçekleştirilmiş. Bazı insanlar buradan geçerken hala eski hapishaneyi ve kamu otoritesini aşağılamak için bu kalp şeklinin ortasına tükürüyormuş. Çok hızlı gezmeye çalıştığım için ben bu mozaik şeklini göremedim. Webden bulduğum bir fotoğrafını ekliyorum.


Bu bölgede bulunan bir diğer önemli heykel de 1711-1776 yıllarında yaşamış, Edinburgh sakini olan ve dünyanın en büyük filozoflarından birisi olan David Hume’un heykeliydi. Bu heykel High Court yani Yüksek Mahkeme binasının hemen dışında kaldırıma yerleştirilmiş. Sandy Stoddart tarafından 1995 yılında yapılan ve estetik bir görünüşü olan bu meşhur heykel bronzdan, orijinal ölçünün 1,5 katı büyüklüğünde ve bir platform üzerine yapılmış. 


Hume, filozof, tarihçi, ekonomist olarak ve radikal felsefik empirisizm, skeptisizm ve natüralizm konusunda meşhur olan makaleleriyle meşhur. Bu görüşleriyle Alman filozof Immanuel Kant olmak üzere takip eden bir çok felsefeciyi etkilemiş.

İlginç bir bilgi de Hume’un sağ ayağının baş parmağını okşadığınızda iyi şansa sahip olacağınız veya Hume’un öngörü ve bilgeliğinin size aktarılacağı yönünde bir batıl itikat bulunuyormuş. Zaten bu parmak dokunulmaktan adeta pırıl pırıl olmuş, parlamış.


St.Giles’in doğu tarafında Mercat Cross bulunuyor. Aslında bu orijinal değilmiş ve 1800’lerin sonlarında benzerini kalan orijinal parçalar da kullanılarak inşa etmişler. Mercat Cross resmi kamu ilanlarının ve diğer duyuruların yapıldığı geleneksel bir bölgeymiş. Bir diğer kullanım şekli ise halka açık idamların gerçekleştirildiği alan olmasıymış. 


Gelelim önemli bir tarihi bina olan St. Giles Katedraline. Burası 1124 yılında inşa edilen ve 16. yüzyılda İskoçya’nın reform hareketinin odak noktasını oluşturan tarihi bir katedral. İsmi Edinburgh’un baş azizi kabul edilen St. Giles’den gelmekte. Şehrin en ünlü tarihi yapılarından biri olan St Giles Katedrali (St Giles Cathedral), kendine özgü mimarisi ve çan kulesi ile büyük ilgi görüyor. Dünya Presbiteryen Ana Kilisesi olarak kabul edilen bu kilise 19. yüzyılda restore edilmiş ve yaklaşık olarak 900 yıldan beri şehrin dini odak noktalarından birisi olmuş. Bugün halen çok çeşitli konserlere, sergilere, törenlere ve toplantılara ev sahipliği yapıyormuş. Giriş ücretsiz ama fotoğraf çekmek için 2 pound ödemeniz gerekiyor. 



İç kısmı oldukça ferah ve diğer kiliselerden çok da farklı değil. 




Bence Kilisenin en ilginç ve kayda değer bölümü güney-doğu köşesinde bulunan Thistle Şapeli ve buraya giderseniz mutlaka görün derim. Şapel 1911 yılında inşa edilmiş ve tavanı, duvarları ve ahşap 3 boyutlu sandalyeleri ile olağanüstü bir işçilik sergilenen bir oda. 


Gayda çalan bir melek heykeli, 18 şövalyenin armaları bulunan tavan süslemesi ve önlerinde armalarının bulunduğu ahşap şövalye bölmeleri muhteşem bir şekilde dizayn edilmiş.





Katedral'in içinde John Knox’a ait çok büyük bir heykel de bulunuyor. 


Katedral'in bulunduğu meydanda ve bu çevrede çok ilginç insanlara da şahit oluyorsunuz.






Katedral'in karşısında bulunan bölgeye Parlamento Meydanı deniliyor. İsmini ise burada 1641 yılında inşa edilen ve 1707 yılına kadar parlamento için kullanılan Parlamento Binasından alıyor. L şeklindeki meydanın bir tarafında Edinburgh Mercat Cross ve diğer tarafında da Parlamento Binasına bitişik Supreme Courts of Scotland yani Yüksek Mahkeme bulunuyor. Meydanın ortasında da Büyük Alexander’ın atı Bucephalus ile birlikte bir heykeli var. Daha önce 1760 yılı civarında şehir tüccarlarına tahsis edilen binaya 1800’lerin başlarında Edinburgh Şehir Meclisi kurulmuş. Meclisin toplantıları halka açıkmış.




Mary King’s Close da Şehir Meclisi binasının altında yüzlerce yıldan sonra keşfedilmiş bir yer. Mary King’s Close, efsaneler, masallar, perili evler, hayaletler ve cinayet hikayeleri ile ilginç bir yer. Yer altına kurulmuş evler ve sokaklardan oluşan Mary King’s Close, ürkütücü ve ilginç atmosferi ile görülmesi gereken turistik noktalar arasında bulunuyor. İsmini 17. yüzyılda burada yerleşmiş tüccar bir kadın olan Mary King’den alıyormuş. Buraya rehberli turistik turlar düzenleniyormuş. Önceliğim olmadığı ve zamanım da yetmediğinden burayı gezmedim.

Netherbow Limanı olarak bilinen doğu savunma kapısı Eski Şehiri ve Cannongate’i birbirinden ayırmak için bir zamanlar burada bulunuyormuş. Çünkü Cannongate 1865 yılına kadar ayrı bir Burgh olarak biliniyor. Daha sonra Edinburgh’a katılmış. Netherbow kapısının içinde kalan bölge World’s End “Dünyanın Sonu” olarak biliniyormuş. 


Yoldan sağ tarafa girdiğimde Writers’ Museum yani Yazarlar Müzesini gördüm. Binanın önünde bir röportaj yapıyorlardı. 



Burası Pazartesi ve Salı günleri kapalıymış aklınızda olsun. Bu Müze İskoçya’nın 3 dev yazarına atfen kurulmuş ve onların yaşamlarına dair objeler sergileniyormuş. Bu yazarlar İskoçların gurur duydukları Robert Burns, Sir Walter Scott ve Robert Louis Stevenson oluyor. Burns’ün yazı yazdığı masa, Scott’un Waverley romanlarının ilk kez basıldığı baskı makinesi ve çocukken oynadığı at, Stevenson’un binici botları ve Samoan şefi tarafından ona verilen üzerinde “hikaye anlatıcı” anlamına gelen “Tusitala” yazılı bir yüzük Müze de görülecek objeler arasında. Aynı zamanda Burns’ün alçıdan yapılmış bir heykeli de görülebilir.






Bu müzeden çıktıktan sonra bu sefer caddenin sol tarafında kalan ve otobüs trafiğinin yoğun olduğu bir caddeye doğru döndüm. Önce çok güzel binası olan National Library of Scotland yani Milli Kütüphane Binasını gördüm. 


Bu caddeden ilerlediğimde yine tarihi bir kilise olan Augustine United Church'ü gördüm.


Biraz daha ilerlediğimde acıklı hikayesiyle meşhur olan Greyfriars Bobby isimli küçük köpek heykelini gördüm. Olay 19. yüzyılda geçiyor ve Terrier cinsi bu köpek sahibi öldükten sonra 14 yıl sahibini beklemiş. 1873 yılında tamamlanan bu heykelin alt tarafına köpeğin sadakat ve dayanıklılığından ilham alarak hem insanlar hem de köpekler için birer de çeşme yapılmış. İyi şans getirdiğine inanıldığı için köpeğin burnu okşanıyormuş ve bu yüzden de parlamış.


Heykelin bulunduğu yer Greyfriars Kirkyard yani Kilise ve mezarlığa çok yakındı. Kilisenin içine de şöyle bir baktım. 



Mezarlık çok daha ilginç gözüküyordu. 16. yüzyılın sonlarından itibaren ünlü kişiler bu mezarlığa gömülmeye başlamış. 1872 yılında öldüğü belirtilen Bobby Köpek için mezarlık girişine bir mezar taşı konulmuş. Ancak gerçek mezar yeri burası değilmiş ve nerede olduğu bilinmiyormuş.


Mezarlık adeta bir park gibiydi, oturanlar ve çimlerin üzerine uzananlar bile vardı. 


George Harriet’s School da bu bölgede bulunuyormuş. Zaten Rowling de Hogwarts fikrini aristokrat ve zengin çocukların gittiği George Harriet’s School’dan almış. Tom Riddle ismini de Greyfriars Kirkyard yani mezarlıkta gezinirken bir mezar taşında gördüğünü söylemiş.


Yemek için o bölgede gördüğüm bir dönerciye girdim ve menü siparişi verdim. Bu menüde çok güzel dönerli bir sandviç, bol patates kızartması ve içecek bulunuyordu ve hepsine 7 pound ödedim.


Royal Mile’a geri dönerek Katedral civarında dolaşmaya başladım. 


Katedral'in hemen köşesinde çok büyük bir heykel bulunuyor. İskoçyalı, dünyaca ünlü filozof, ekonomist ve “Ulusların Zenginliği”nin yazarı Adam Smith’e ait olan bu heykel 10 feet uzunluğunda ve bronz olarak yapılmış. Heykel Smith’in yaşamının son yıllarındaki görüntüsüne benziyormuş. 1723-1790 yıllarında yaşayan Adam Smith 1776 yılında yayınladığı “Ulusların Zenginliği” çalışmasıyla serbest ticaret teorisini geliştirerek modern ekonominin temellerini atmış.


Calton Hill’e gitmek için hızlıca Prenses Caddesine yürüdüm. Princess Street’in doğusunda yer alan Calton Hill, UNESCO Dünya Miras Listesi’nde bulunuyor. Önce Princess Caddesinin sağ tarafında kalan Old Calton Burial Ground isimli bir mezarlığı gezdim. Ünlü filozof David Hume olmak üzere pek çok tanınmış kişinin mezarı buradaymış.





Caddeden devam ederek sol tarafta kalan dik merdivenleri tırmanmaya başladım. Bu kadar yükseğe tırmanınca şehir adeta ayaklarımın altında süzülmeye başladı.


Tepede sadece muhteşem bir Edinburgh manzarası yok. Ulusal Anıt olarak adlandırılan çok büyük ve tamamlanmamış bir Atina Akropolü gökyüzüne doğru süzülüyor. Napolyon’un Waterloo’da yenilmesinden bir yıl sonra 1816 yılında başlanan bu akropolle Napolyon savaşlarında ölenler için bir anıt bırakılmak istenmiş. Ancak yapımı için yeterince kaynak bulunamayınca bu şekilde yarım kalmış. Ancak bu haliyle çok popüler olunca şimdi de halk tamamlanmasını desteklemiyormuş.


Bunun dışında tepede 2 gözlemevi bulunuyor. Birisi 1792 yılında inşa edilen Eski Gözlemevi, diğeri ise gece gökyüzünü izlemek ve sergiler açmak amacıyla 1818 yılında inşa edilen Şehir Gözlemevi olarak gösteriliyor.



Trafalgar’da büyük zafer kazanan İngiliz Amirali Nelson için bir anıt da var. Nelson gemilerde kullanılan kronometrelerin ayarlanması için ünlü bir zaman topu mekanizması geliştirmiş. 30 metre yüksekliğinde olan Nelson Anıtı 1807 yılında inşa edilmiş. Her yıl ölüm günü olan 21 Ekim’de bu anıttaki denizci bayrakları yarıya indiriliyormuş.


Ayrıca 15. yüzyıldan kalma ve dünyayı gezmiş tarihi bir top da burada görülebilir.


İskoçyalı filozof Dugald Stewart için dikilmiş bir anıt da görülebilir. 


Calton Hill pekçok festivale de evsahipliği yapan gerek yerel halkın gerekse turistlerin çok sevdiği bir yer haline gelmiş. Çimlere uzananlar, manzarayı seyredenler, akropole tırmananlar, çoluk çocuk herkes çok mutluydu. Sabah tırmandığım tepeyi de uzaktan gördüm.


Princess Caddesi üzerinden geri dönmeye başladım. 


Ara sokaklara girip çıkıyordum. Bu sırada gördüğüm İskoçya Şiir Kütüphanesi İskoçların edebiyata verdikleri önemi çok güzel anlatıyor.


Gezerken St.Patrick Kilisesini gördüm ve kapısının açık olmasından istifade ederek içine de şöyle bir baktım. 1774 yılında Neoklasik mimariyle inşa edilen kilise bana çok da farklı gelmedi. Bu şehrin her yeri tarihi binalarla dolu, artık gözüm kanıksadı sanırım!



Böyle sokaklara girip çıkarken meğer şehrin en ilginç bölgesine gelmişim. Cowgate bölgesi, Holyrood ve Royal Mile’a paralel uzanan ucuz barların, hostellerin ve klüplerin bulunduğu bir yer. IV. George Köprüsü'nün yanı başındaki binada duvara toslamış inekleri görünce Cowgate bölgesinde olduğumu anladım.



Akşamları pek de güvenilir bir yer olmadığı söyleniyor. Ancak çevredeki objelerden ve dizayndan eğlenceli bir yer olduğu anlaşılıyor. Hatta ünlü Trainspotting filminin bir kaç sahnesi de burada geçiyormuş.

Ara sokakların çok güzel tarihi bir dokuya sahip olduğunu söylemeliyim. 




Köprünün altından geçerek biraz daha yürüdüğümde Grassmarket denilen yine çok turistik bir bölgeye ulaştım. 


Grassmarket, Orta Çağ'da at, sığır gibi büyükbaş hayvan pazarıymış ve aynı zamanda halka açık idamların gerçekleştirildiği bir meydan olmuş. Günümüzde ise kafelerin, restoranların, pubların, barların, hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu eğlenceli bir bölge haline gelmiş. 


Meydandaki Orta Çağ mimarisiyle yapılmış binalar, muhteşem açıdan görülen Kale manzarası ve şehrin en çok sevilen bölgelerinden birisi olması nedeniyle hareketli rengarenk hali burayı eşsiz bir yer haline getiriyor. Birçok işletme dışarıya masalar koyarak açık havada yenilip içilmesini sağlamış. Bu da ortama çok güzel bir hava katmış. Çok içip küfelik olanlar için bisikletli tuktuklarla hizmet veriliyormuş.


1784 yılında bu meydanda yapılan idamlara son verildikten sonra The Last Drop ve Maggie Dickson's gibi bazı geleneksel publar karışık geçmişten bazı kanlı hikayeleri canlı tutmaya başlamış. The White Hart Inn ise Robert Burns gibi birçok ünlü ismi ağırlamış.


Oldukça yorulmuştum ve Kale manzarasını görecek şekilde bir banka oturdum. Yanıma şişmanca 2 kadın oturdu ve birisi dondurma almaya gitti. Yaşlıca kadın benimle sohbet etmeye başladı. Meğer onlar da turistmiş ve Amerikalıymışlar. Dondurma almaya giden şişman kadın onun kızıymış. Eşi ölmeden önce çok geziyorlarmış ve Türkiye’ye de geldiklerinden bahsetti. Yalnız gezdiğimi duyunca oldukça şaşırdı. Çok hoş sohbet olan kadın ve kızı turist otobüsüne binerek ayrıldılar.


Bu da Grassmarket'den Kale'nin görünüşü oluyor.


Biraz dinlendikten sonra bu sefer Meydana açılan Victoria Caddesine doğru yürüdüm. Aman nasıl güzel bir cadde öyle anlatamam. Bu renkli binalar size biraz fikir verecektir diye düşünüyorum. 


Yine bu bölge civarında bulunduğunu öğrendiğim The Elephant House adlı kafeyi aradım ama bulamadım. Burası J.K. Rowling’in beş parasız olduğu dönemlerde Harry Potter’ı bir peçete üzerine yazmaya başladığı kafe olduğundan önem taşıyor. 



Artık akşam olmaya başlamıştı ve hostele daha yakın olduğu için Princess Street Gardens yani parkı gezmek istedim. 


Nasıl güzel bir parktır öyle, gençler çimlere uzanmış, çocuklar oynuyor, piknik yapanlar, banklarda gazetesini, kitabını okuyanlar ne ararsanız var.



Çok bakımlı olan Park'ta çok sayıda heykel de bulunuyor. 



Restore edilmekte olan ancak gördüğüm kadarıyla çok renkli ve değişik olan bir havuz da var. Alt tarafta deniz kızları, orta kısımda bilimi, sanatı, şiiri ve endüstriyi temsil eden 4 melek heykeli ve en üstte de bereketi temsil eden bir figür bulunmaktaymış. 


Şehrin simgesi konumundaki Kale'nin görüntüsü buradan çok daha net alınabiliyor.


Parkın bir çıkışında da çiçeklerle şöyle bir şekil oluşturulmuş.



Yakınlarda olan ve ucuz market olarak hafızamda yer etmiş olan Tesco’dan çikolata, kahvaltı çubukları, 2 muz ve tavuklu bir sandviç aldım. Bunların hepsine 4,06 pound ödedim.

Hava kararmaya başlayınca artık hostele dönme vakti gelmişti. Hostelin bulunduğu Queen’s Caddesi de çok güzel binalara ev sahipliği yapıyor. Etrafa baka baka gitmek çok güzel oluyor. Nereye kafamı çevirsem değişik bir bina görüyordum.



Artık dinlenme vakti gelip çattı çünkü ertesi gün Longness Turuna katılacağım için günüm dolu dolu geçecekti. 

28 Haziran 2018

Sabah erkenden kalkıp doğruca Subway’e gittim ve kahvaltı menüsü için 2,49 pound ödedim. Menüde sandviç, yumurta ve çay olduğundan oldukça doyurucuydu. Dolu dolu bir gün olacaktı çünkü önceki gün Royal Mile’da gezerken seyahat acentalarına bakarak uygun bir Highlands turu bulmaya çalışmış ve 46 pound ödeyerek Longness Turuna kayıt yaptırmıştım. Otobüs saat 8’de bu caddeden hareket edecekti. Neredeyse dolu olan otobüste arka taraflarda boş bulduğum pencere kenarında bir koltuğa oturdum. 

Bu gezimi ayrı bir yazıda kaleme aldım isterseniz ve merak ediyorsanız Highlands yazımı okuyabilirsiniz. Burada Edinburgh dönüşümüzle maceraya devam ediyorum. 

Edinburgh'a gelirken 2017 yaz aylarında açılmış Queensferry Köprüsü'nden geçerek merkeze ulaştık. Queensferry Köprüsü üç kuleli çelik kablolarla inşa edilmiş 2,7 km uzunluğunda bir köprü. Forth Road Köprüsü'nün yanına inşa edilen ve 2017 yılında tamamlanan Köprü, Queensferry’den Forth’a geçiş için kullanılan 3. Köprü oluyor. Resmi açılış 4 Eylül 2017 tarihinde Kraliçe Elizabeth’in katıldığı bir törenle yapılmış. Ne garip tesadüftür ki Kraliçe 53 yıl önce 1964 yılında hemen bitişikte ki Forth Road Köprüsü'nün açılışını da yapmış.

Bu Köprü'nün hemen ilerisinde İskoçya’nın sembolü olarak kabul edilen ve UNESCO Dünya Mirasları Listesine alınmış Forth Köprüsü uzanıyor. Kirişli demiryolu köprüsü olan ve bu nedenle Forth Demiryolu Köprüsü olarak da bilinen köprü 2,467 km uzunluğunda olup 1890 yılında açılmış. Açılışını 4 Mart 1890’da o zaman Dük Rothesay olan ve sonra geleceğin Kralı olan VII. Edward yapmış. Köprü yapıldığında 1919 yılında Kanada’daki Quebec Köprüsü açılana kadar dünyanın en uzun tek kirişli köprüsü ünvanını taşımış. Bugün de 521 metre köprü açıklığı ile dünyanın ikincisi konumundaymış. 



Bu arada Edinburgh’daki taksiler siyah renkte ve çoğunun üzerinde aşağıda göreceğiniz gibi reklamlar bulunuyor. Bence çok güzel bir uygulama olmuş. 


Şehrin artık merkezi sayılabilecek bir bölgesindeki şu huzur ortamına bakar mısınız!


Otobüsten Princess Caddesinde indim ve saatlerce oturduğum için biraz yürümeye karar verdim. Caddenin ilerisinde Kale manzaralı tarihi bir binada çok lüks bir otel olan Waldorf Astoria The Caledonian Otel bulunuyor. 


The Caledonian Otelin yanındaki Kyloe Restoranda ise hem binadaki bu ilginç inek figürleriyle hem de binanın önündeki bu figürlerle sempati topluyor. 



Otelin karşısında ve Parkın da bitiminde St John’s Kilisesi bulunuyor. 1818 yılında tamamlanan episcopal kilise koruma altına alınmış. Kale manzarasıyla birlikte kilisenin kulesi ilginç bir görüntü oluşturuyor.


Otelin biraz ilerisinde Ghillie Dhu adında çok ilginç bir bar bulunuyor. Orijinal olarak bu bina St. Thomas Episcopal Kilisesiymiş. Bugün ise İskoç geleneksel yiyecek ve içeceklerinin servis edildiği, Gaelic halk müziğinin çalındığı ve dansedildiği bir ceilidh tapınağı olmuş. Garsonlar da ortama uygun ekose kıyafetler giyiyormuş.

Tesco gibi fiyatları uygun olan Salisbury’s Markete girerek su, çeşitli krakerler ve çikolata için 2,50 pound ödedim. Artık yorucu bir günün ardından hostele gidip dinlenme zamanı gelmişti.

29 Haziran 2018

Bugün Glasgow’a gitmek için Edinburgh’dan ayrılmam gerekiyor. Onun için eşyalarımı toparlayıp hazır ettim. Yine Suwbay’e giderek aynı kahvaltı menüsünden aldım. Hava oldukça pusluydu ve arada biraz da çiseliyordu. Nasıl olsa gidiyordum artık yağmur yağsa da sorun olmazdı. Hostelin yakınlarındaki Rose Street, Thistle Street ve George Street civarında gezmeye başladım.



New Town bölgesinde bulunan ve araç trafiğine kapalı olan Rose Street ve Thistle Street, küçük butiklerin yanısıra pek çok bar ve kafeye ev sahipliği yapıyor. George Street de ise ünlü giyim mağazaları ve mücevher mağazaları bulunuyor. Bu bölgede ilgilenenler için Hard Rock Cafe de var.


Yine George Street üzerindeki The Dome’a da mutlaka uğrayın derim. Çok pahalı bir barmış, ama adı üstünde içindeki kubbesi kesinlikle görülmeye değer. Burası ilk olarak 1847 yılında İskoçya Ticaret Bankasının merkezi olarak inşa edilmiş. Binanın ön yüzü Greko-Roman stilinde dizayn edilmiş ve girişinde corinthian sütunları kullanılmış. 


Buranın yakınlarında tarihi eski olan St Andrew's ve St George's West Kilisesi bulunuyor. Parish Kilisesi olan bu bina 1784 yılında tamamlanmış.


Burası da hostelimin bulunduğu Queen’s Caddesi oluyor.


Buradan bir meydana ulaştım. Meydanın ortasında Henry Dundas’ın anısına 1823 yılında dikilen Melville Anıtı bulunuyor. 


Princess Caddesi üzerinde bulunan ve 1727 yılında yapılan Royal Bank of Scotland binası önündeki atlı heykelle birlikte bir şahaser olarak parlıyordu.


Hostelden çıkıp kısa bir süre yürüdükten sonra Ulusal Portre Müzesine (Scottish National Portrait Gallery) ulaşılıyordu. Saat 10’da açılacağı için otobüs istasyonuna gitmeden önce 30-45 dakika kadar gezebileceğimi planlamıştım. Önce hostele gidip eşyalarımı aldım ve doğruca müzeye gittim. Tam kapıdan girip içeri doğru girmeye yeltenmiştim ki görevli beni durdurdu ve içeri sırt çantasıyla giremeyeceğimi söyledi. Emanet eşya dolapları vardı ve eşyalarınızı bırakmak için 1 pound ödemeniz gerekiyordu. Ne yazık ki yanımda bozuk para yoktu ve resepsiyondakilere para bozdurup bozdurmayacaklarını sordum. Kabul etmediler ve çevrede öyle para bozduracak, alışveriş yapacak hiçbir yer yoktu. Büyük bir hüsranla oradan ayrılmak zorunda kaldım. Ben gezemedim ama kısaca bilgi verirsem gidenler için belki faydası olur.

The Scottish National Portrait Gallery (İskoçya Ulusal Portre Galerisi) Edinburgh’un en çarpıcı binalarından birisidir. Büyük kırmızı kumtaşlarından yapılan Neo-Gotik bina Sir Robert Rowand Anderson tarafından İskoçya’nın kahramanlarına adanmış. 1889 yılında halka açılan bina dünyadaki portre galerisi olarak açılan da ilk müzeymiş. 


Galerideki sergiler İskoçya ve halkının hikayesinin farklı yönlerini ortaya koyuyormuş. İskoçya’nın Mary Queen’i, Prens Charles, Edward Stuart ve Robert Burns gibi ünlü tarihi şahsiyetlerin yanısıra bilimde, sporda ve sanatta öncü olan kişilerin portrelerine de yer verilmiş.Fotoğraf Galerisi ve atmosferik Victorian Kütüphanesi özellikle görülmeye değermiş. Sergiler düzenli bir şekilde değiştiriliyormuş ve bu nedenle her zaman görmeye değer yeni bir şey oluyormuş.

Yürüyerek 10 dakika gibi bir sürede otobüs terminaline ulaştım. Müzeyi gezemediğim için biraz da erken gelmiş oldum. Işıklı panoda otobüsün hangi platformdan hareket edeceğini öğrenip beklemeye başladım. National Express’den biletimi çok önce aldığım için oldukça hesaplı olmuştu. Hareket saati gelince Glasgow otobüsüne yerleşerek yeni bir maceranın izini sürmeye başladım. Edinburgh’u her yönüyle çok sevdim. Ancak burada çok fazla yağmur yağdığını, kış aylarının sert geçtiğini bildiğim için kısa süreli gezmek benim için ideal gözüküyor. Şansıma son gün dışında hava da gezmek için çok uygun olunca şehri gezmelere doyamadım. İskoçlar gerçekten bugüne kadar tanıdığım en hoş, en neşeli, en samimi ve en sıcak insanlar oldular. 

Biraz da yapamadıklarımdan söz ederek bu macerayı da burada sonlandırmak istiyorum. 

Canlı oyuncularla heyecanlı bir deneyim sunan The Edinburgh Dungeon, tarihe yolculuk etmenize imkan veriyormuş. Burayı Old Town’da East Market Caddesinde bulabilirsiniz. Özel efektlerle, yetenekli tiyatro oyuncularıyla eğlenceli ve korku dolu gösteriler sergileniyormuş.

Edinburgh’un merkezine araçla yaklaşık 20 ya da 25 dakikalık mesafede Lothian tepelerinde bulunan 1446’da Sir William Sinclair tarafından Rosslyn Şapelinin (Rosslyn Chapel), Gotik mimari stilde yapımına başlanmış ve 40 yıl süren inşaatın tamamlandığını göremeden 1484 yılında ölmüş. Sinclair’in mezarı da burada bulunuyormuş. 1860 yılında Victoria’nın emri ile restore edilmesi sırasında eklenen vitraylar, vaftizhane ve Meryem Ana heykeli dışında Hristiyanlık sembolü bulunmuyormuş. Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi romanında da bu şapelden bahsedilmiş. Taş işçiliği, sütunları, tasvirleri ve vitrayları ile her köşesi görülmeye değer bir yapı olan Rosslyn Şapeli’ni belli bir ücret karşılığında gezebiliyorsunuz. 

Bitkilerin çeşitliliğinin sağlanması ve korunması amacı ile 1670 yılında kurulan Royal Botanic Garden, Edinburgh’un turistik yerleri arasında bulunuyor. 

Edinburgh, festivaller şehri olarak da anılıyor. Dünyanın en büyük kültür sanat festivallerinden biri olan Fringe Festival başta olmak üzere, şimdi sayacağım festivallerle yılın her dönemi bir festivale rastlama ihtimaliniz var. Edinburgh International Magic Festival, FuturePlay, Edinburgh International Science Festival, TradFest Edinburgh, Edinburgh Beltane Fire Festival, Edinburgh International Children’s Festival, Leith Festival, Edinburgh International Film Festival, Edinburgh Jazz&Blues Festival, Edinburgh Food Festival, Edinburgh Art Festival, Free Festival, Edinburgh International Festival, Edinburgh Military Tattoo, Fringe by the Sea, Just Festival, Free Fringe, Edinburgh International Book Festival, Edinburgh Mela, Festival of the Politics, Scottish International Storytelling Festival.

Ben denemedim ama yemeklerine gelirsek İskoçya’nın en ünlü yemeği haggis adında bir yemekmiş. Tarifi biraz mide bulandırıcı gözüküyor. Kuzunun karaciğer, kalp, akciğer gibi iç organlarına soğan, yulaf ezmesi, iç yağı, çeşitli sebze ve baharatlar ile salça eklenerek hazırlanan iç harcı kuzunun işkembesine dolduruluyor ve birkaç saat kısık ateşte pişiriliyormuş. 

Ana yemeklerde, İskoçya’nın Aberdeen Angus adlı sığır türü ile yapılan yemekleri öne çıkıyormuş. Bunun yanında keklik, geyik, sülün, beç tavuğu, bıldırcın, yaban tavşanı gibi av hayvanlarının da sıkça tüketildiği belirtiliyor. Balıklar, İskoç usulü balık pişirme yöntemi olan tütsüleme yöntemi ile servis ediliyormuş ve genellikle başlangıç tabağı olarak görülen balık, şarap ve sebzeler ile birlikte pişiriliyormuş.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Edinburgh’da da Türk restoranları bulunuyor. Bunlardan birisi Royal Mile’ın sonuna doğru giderken sol tarafta kalan Truva Cafe isimli bir yer. Damak tadı yabancı tatları kaldırmayanlar için önerilebilir.  

İskoçlar tatlı konusunda da oldukça iyilermiş. Özellikle Abernethy bisküvileri, cranachan, ecclefechan ve sıcak marmelat sosu ile servis edilen kuru meyve, portakal parçaları, viski ve badem ezmesi katılarak yapılan dundee cake mutlaka denenmesi önerilen tatlılar arasında sayılıyor. Tatlı yiyelim tatlı konuşalım mottosuyla buradaki gezimize nokta koyuyoruz.

0 yorum:

Yorum Gönder