28 Ağustos 2019 Çarşamba

On 23:58:00 by Gülten İşcimen in    No comments
Dracula'yla tanışalım "BRAN ŞATOSU"

Buralara kadar gelip de dünyaca meşhur olan Bran Şatosunu gezip görmeden dönmek olmaz değil mi! Haydi o zaman yeni bir maceraya başlayalım.


Bran Şatosunu Tanıyalım 

Braşov’a 16 mil, Sinaia’daki Peleş Kalesine 35 mil ve Bükreş’e 110 mil uzaklıkta bulunan Bran Şatosu (Romence Castelul Bran, Almanca Törzburg, Macarca Törcsvár), Bran Kasabasında yer almaktadır. Romanya'da ulusal bir anıt ve simge yapıdır. Doğu’da Bucegi Dağları, Batı’da Piatra Craiului Dağları arasına konuşlanmış olan Bran Castle daha çok bilinen adıyla Dracula’nın Kalesi, Transilvanya ve Wallachia arasındaki sınırda bulunmaktadır. 

Dışarıdan bakıldığında tam anlamıyla kasvetli bir Gotik abidesi görünümündedir. Hele bir de sis olduğunda gri duvarları ve 60 metre boyu ile gerçekten ürkütücü gözüküyormuş. Üzerinde gizem ve kasvet rüzgarının estiği 200 metrelik bir kayanın tepesinde bulunan Bran Şatosu, ününü, gri duvarları, kuleleri ve taretlerine olduğu kadar Bram Stocker'in yarattığı karakter Dracula çevresinde yaratılan bir efsaneye de borçluymuş. 1897’de yayınlanan kitap tüm zamanların en ünlü korku klasiği haline gelmiş ve hatta filmleri de yapılmış. Stoker'in Transilvanya bölgesi hakkındaki araştırması sırasında, Vlad III tarafından işlenen zulümlere ilişkin acımasız ifadelere rastlamış. Böylece Vlad III’ün adı olan Dracul’u doğrudan kitabında kullanarak bazı olayları da konu etmiş. Ancak kitabını yalnızca bu tarihi figüre dayandırmadığı söylenir.


Bram Stoker’ın ölümsüz karakteri Kont Dracula, kitabında yazdığına göre Transilvanya’da bir vadiye bakan yüksek bir tepe üzerinde bulunan bir şatoda yaşamaktadır. Anlatılan hayali şato tanımı tam olmasa da Bran Şatosuna benzer özellikler göstermektedir. Bu nedenle de Romanya dışında burası genellikle Dracula Şatosu olarak da biliniyormuş. Poenari Şatosu ve Hunyadi Şatosu dahil olmak üzere Dracula efsanesine bağlı birkaç yer arasında buradan da bahsedilmekteymiş. 

Transilvanya'yı hiç ziyaret etmese de, İrlandalı yazar Stoker, yaptığı araştırmalara ve Kont Dracula'nın karanlık ve ürkütücü yönünü yaratma konusundaki canlı hayal gücüne güvenmiş. Sonuçta yazdığı kitap etrafında çıkarılan söylentiler Bran Şatosunun bir zamanlar Wallachia'nın hükümdarı olan Vlad Tepes'in yaşadığı ev olduğu yönünde bir efsaneye dönüşmüş. Dracula ile bağlantısı net olmasa da bu şato, Kont'un hayranları için güçlü bir çekim noktası olmaya devam ediyormuş.


Bununla birlikte, Stoker'ın, Dracula için ilham kaynağı olduğu rivayet edilen Wallachia'nın voyvodası Vlad the Impaler yani bizim bildiğimiz adıyla Kazıklı Voyvodayla bu şatonun sadece teğet geçen bir ilişkisi olduğu tespit edilmiş. Birçok efsane Dracula efsanesi ile bağlantılı olarak Vlad III'e bağlanmış olsa da, çoğu tarihçi Vlad III Dracula'nın Bran Şatosuna asla ayak basmadığı konusunda hemfikirdir. Bran Şatosu, Vlad III'ün ziyaret edebileceği uygun bir yer değilmiş ve zaten onun yönetimi altında da değilmiş. Kale daha önce bir nedenden dolayı Vlad III'le bağlantılı görülmüş. Kale ile bağlantısı, 1462'de Macarlar tarafından ele geçirildikten sonra uzun süre hapsedilmesiyle ilişkilendirilmiş. Bran Şatosunda hapsedildiğine inanılıyormuş, ancak tarihçiler şimdi Vlad III'ün aslında Budapeşte'deki bir kalede hapsedildiği sonucuna varmışlar. Tarihçiler, Bran Şatosunun, bölgedeki diğer kalelere göre daha çarpıcı bir görünümü olduğu için Vlad III’ün hapishanesi olarak buranın gösterildiğini söylüyormuş. Tarihçiler ve akademisyenler, Vlad III'ün muhtemelen şatoya asla ayak basmadığı sonucuna varmışlar. Ancak, o zamanlar bölgede yazılı bir tarih eksikliği olduğu için, bu fikir de tamamen çürütülememiş. 

Dracula Kalesi için Hollandalı yazar Hans Corneel de Roos, eski Moldovya sınırının yakınında, Călimani Alpleri'nde yer alan 2.033 metre yüksekliğindeki İzvorul Călimanului Dağı'nı boş bir dağ tepesi olarak öneriyormuş. Stoker'in Dracula'nın kurgusal kalesinin çökmekte olduğunu anlattığı bölümlerine bakıldığında bu kalenin Bran Kalesi'ne aslında hiç benzemediği anlaşılmaktaymış.


Dolayısıyla, Stoker ve Vlad III arasında bir bağlantı olmasına rağmen, Stoker'in kurgusal kalesi ile Bran Kalesi arasında henüz doğrudan bir bağlantı kurulamamış. Dracula romanındaki kalenin tanımıyla, Bran Şatosu tanımı doğrudan uyuşmuyormuş. Artık Bran Kalesi ve Dracula efsanesi arasında (hem Vlad III Dracula hem de Bram Stoker'in romanı anlamında) bu kadar bilinen ve inanılan bir bağlantının olmasının sebebi olarak sadece turizm gösteriliyormuş. 

1970'lerde, Romanya Komünist Partisi, Batı ile daha yakın bir ilişki kurmaya başlamış. Batı dünyasıyla daha fazla ilişki kurmak için Romanya, turizme daha fazla odaklanmaya karar vermiş. Bran Şatosu'nun konumu, etkileyici mimarisi, Vlad III Dracula ve Bram Stoker’ın Dracula bağlantısı ile Romanya hükümeti, kaleyi "gerçek Dracula Kalesi" olarak pazarlamaya karar vermiş. Böylece kale daha çok tanınırken ülkeye daha çok turist çekecek ve Romanya ekonomisini arttırmaya hizmet edecekmiş. Şu anda bir müze olan kale, hem Romanya ekonomisine fazlasıyla destek oluyormuş hem de Vlad III Dracula efsanesini daha fazla duyurarak yayılmasını sağlıyormuş.


Ulaşım 

Bran Kasabası, Braşov’a yaklaşık 26 kilometre uzaklıkta bulunmaktadır. Dolayısıyla en kolay ulaşım Braşov’dan olacaktır. Bran’a gelmek için taksi, özel araç kiralama, tur ya da toplu taşıma aracı kullanmak mümkündür. Romanya’nın her yerine, köyüne, kasabasına, şehrine tren olmasına rağmen ne yazık ki buraya trenle gelmek mümkün değil. 

Toplu taşımayla gelmek istiyorsanız önce Braşov şehir merkezinde bulunan Livada Postei adlı otobüs durağını bulun, bilet gişelerinden ikili biletinizi 4 Lei ödeyerek alın, bu duraktan 12 nolu otobüse binerek Autogara 2 isimli otogarda inin ve Bran Castle otobüsünü sorarak buna binin. Otobüs biletini şoförden alabilirsiniz. Gidiş tarafında farklılık göstermiyorsa Braşov – Bran arası otobüs bileti fiyatı tek yön 8 Lei tutuyor.


Ya da benim yaptığım gibi önce trenle Rasnov Kalesini görmeye gidebilirsiniz. Daha sonra da ana caddedeki otobüs durağına giderek Bran’a giden aynı otobüse yolun yarısında binme şansınız olur. Braşov- Rasnov arası tren yolculuğum için bilet ücreti olarak 3,90 Lei ve Rasnov-Bran arası otobüs yolculuğum için de 5 Lei ödedim. 

Bran’da indiğinizde öncelikle dönüş saatiniz için bir sıkıntı yaşamamanız açısından dönüş durağında bulunan otobüs saatlerine bakmanızı tavsiye ederim. Gezinizi ve dönüş saatinizi buna göre ayarlama şansınız olur. Çünkü otobüs seferleri çok sık değil. Maalesef ben otobüs saatlerine bakmadan gezmeye başladım ve döndüğümde bir otobüsün kısa bir süre önce gitmiş olduğunu gördüm. Boşu boşuna oralarda vakit geçirmek zorunda kaldım.


Gezelim Görelim

Rasnov'da Bran otobüsüne binerek şoföre bilet için 5 Lei ödedim ve arka taraflarda pencere kenarında boş olan bir koltuğa oturdum. Büyük otobüs neredeyse doluydu ve yerel halkın yanısıra büyük kısmı turistlerden oluşuyordu. Çevreyi seyrederek 20 dakika civarı seyahat ettim. Bran'da hemen hemen herkes indi ama bulunduğumuz noktada gördüğüm Şatonun giriş kapısı kapalıydı.

Buradan biraz yukarıya doğru yürümek gerekiyor. Rasnov'a göre burası adeta bir turizm merkezi olmuş. Her yerde dükkanlar, restoranlar, oteller var ve ortalık insan kaynıyor.



Biraz yukarı yürüyünce devasa bir turistik merkez yapıldığını gördüm. Kalenin önündeki çok büyük ve geniş alanda hediyelik eşya, yiyecek ve giyecek satan yerler yapılmış. Burada çok ilginç ve değişik şeyler bulacağınızı söyleyebilirim.



Özellikle yerel ürünleri olan kocaman teker peynirleri, tereyağları ve balları çok revaçtaydı ve isteyenlere bunları tattırıyorlardı. Ancak burası çok turistik bir yer olduğundan fiyatların aşırı yüksek olduğunu da belirtmeliyim. Şatonun Dracula efsanesinden de beslenerek korku şovları bile düzenliyorlarmış.


Bu bölgede bulunan sanırım bir kilise olsa gerek şu yapının ilginçliğine ve güzelliğine bakar mısınız!


Ayrıca bu alanda, Bran bölgesinden geleneksel Romen köylü yapılarını (evler, ahırlar, suyla çalışan makineler gibi) sergileyen küçük bir açık hava müzesi de bulunuyormuş.

Şöyle bir aralarda dolaştım ve alışverişimi dönüşte yapmak üzere kale girişine yöneldim. Kaleye giriş ücreti olarak 40 Lei ödüyorsunuz. Kalenin içini kendi başınıza gezebileceğiniz gibi rehberli bir turla da görebiliyormuşsunuz. Oldukça pahalı bir müze ama buraya kadar geldiğime göre burayı gezmeliyim. Biletimi aldım ve içeri girdim.

Önce düzlük bir alan olan Kalenin bahçesine girmiş oluyorsunuz.


Esas zorlu alan Şatoya kıvrılarak çıkan yolu yürümek oluyor.


Şatonun tam önüne çok büyük bir haç dikmişler. Sanırım onlar için önemli birinin mezarı ya da ölenler için bir anıt olsa gerek .


Yürüme ve tırmanma performansım iyi olduğundan çok fazla zorlanmadan, zaman zaman durup fotoğraf çekerek yukarıya Şatonun önüne çıktım.


Adamlar bu kadar yüksek bir noktaya bu heybetli binayı nasıl yapmışlar anlaşılır gibi değil!


Bran Kalesi, eski yerel tarzdaki köy evlerindeki mobilya, ev eşyaları ve kostümlerle tamamlanmış bir açık hava müzesi olan Etnografya Müzesinin de bulunduğu pitoresk Bran köyüne doğru bakmaktadır.


Şatonun giriş kapısına merdivenlerle çıkılıyor.


Şatonun içine girerek burayı gezmeye başladım. 15. yüzyıldan kalma bu mimari kompleks günümüze kadar mükemmel durumda korunmuş. Dracula’nın Kalesi denilince insanın aklına ister istemez içeride işkence aletleri, kazıklar, karanlık odalar falan göreceği geliyor. Ancak burası Kraliçe Mary tarafından toplanan sanat eserleri ve mobilyaların sergilendiği bir müzedir ve Romanya Kraliyet ailesine ait eşyalar bulunmaktadır.


İlk olarak Guards Room yani Muhafızların Odasına girdim. Burası bir sergi salonu olarak kullanılıyormuş. Bran Şatosunun tarihine ilişkin belgeler, Şatonun tarihinde önemli rol oynamış olan Transilvanya ve Tara Romeneasca liderlerinin portrelerinin bulunduğu bir bilbord, Şatonun 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarındaki görüntüleri, Kraliçe Mary ve Prenses Ileana'nın fotoğraflarının röprodüksiyonları ile "strongbox" adı verilen masif bir dolap burada bulunmaktadır.

  
Buradan Şatonun orta avlusuna çıktım.


Kalenin avlusunda eski bir kuyu bulunuyor ve bir efsaneye göre bu kuyu bir zamanlar yeraltı labirentine giriş olarak kullanılıyormuş.



Avludan kulenin şekli de oldukça hoş gözüküyor.


Buradan artık Şatonun dar dolambaçlı merdivenlerle, çoğu yeraltı geçitleriyle birbirine bağlanmış 60 ahşap odasını gezmeye başlayabilirim. Gerçi büyük bir kısmı ziyarete kapatılmış. Bu odalar, 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar uzanan mobilya, silah ve zırh koleksiyonlarına ev sahipliği yapmaktaymış. Romanya Kralı I. Ferdinand ve eşi olan Kraliçe Mary burayı 1920 yılında yeniletip, tekrar tasarlatmış. Kraliçe Mary’nin yatak odası, kullandığı eşyalar, yemek odası, büyük salon, müzik odası, kütüphane, Ferdinand’ın yatak odası, tacı ve şövalye kıyafetlerini görebiliyorsunuz.

İlk olarak iki savaş arası dönemde Kraliçe Mary'nin apartmanı olarak tasarlanan Birinci Kat Loby'yi gezdim. Burada neler mi var, 18 ve 19. yüzyıllardan kalma rustik bir büfe, altın bir dini obje, tekerlekleri olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğundan kalan bir seyahat kasası, metal ve pirinç süslemeleri bulunan bir kutu var.

  
Bir sonraki gezdiğim oda iki savaş arası dönemde Kraliçe Mary'nin yatak odası olarak tasarlanan odaydı. Daha sonra burayı 1938 yılından 1947'nin başlarına kadar Prenses Ileana kullanmış. Bu odada bulunan parçaları Arşidük ailesi satın almış ya da Kraliçe Mary ile kızı Prenses Ileana'dan kalmış.



Bir diğer oda Crossing Room denilen Geçiş Odasıdır. Burası yine iki savaş arasında Karaliçe Mary'nin tuvaleti olarak kullanılmış. Şimdi burada 19 ve 20. yüzyıllardan kalma bazı parçalar sergileniyor. Bunlar bir Hollanda büfesi, altın metal bir tabak, kenarları oymalarla süslenmiş bir masa, kuşlar işlenen ahşap bir sarkıt, brokar kumaş ve oryantal bir tabak olarak sayılabilir.


Sıradaki oda Big Salon denilen Büyük Salondu. Burası da Kraliçe Mary tarafından dizayn edilmiş. İçinde 18 ve 20. yüzyıllara ait Barok bir salon takımı, bir kütüphane, bir oyun masası, Wallachia'dan geleneksel halılarla bir Romanya ikonu bulunmaktadır.



Bu Büyük Salonun kapısına bakar mısınız hayran oldum.


Üst kata çıkmak için biraz sıra bekledik. Çünkü daracık bir merdivenden tek sıra halinde gitmek gerekiyor. 1. ve 3. katları birbirine bağlayan bu taş basamaklara Secret Staircase yani Gizli Merdiven deniliyormuş. Ortaçağ'da 4. katta ateş açmaya yarayan boşluklara ulaşmak için mobil merdivenler kullanılıyormuş.


Bu merdivenlerden çıkınca böyle bir salonla karşılaştım.



Bunlar da Arşidük Dominic Habsburg'un koleksiyonuna ait parçalarmış. Bu salonun adı Music Hall and Library yani Müzik Salonu ve Kütüphane olarak belirtiliyor. Burada muhteşem ötesi mobilyalar vardı. Oldum olası böyle masif ve oymalı mobilyaları sevmişimdir ama evimde değil tabi!


Bu yükseklikten Şatonun güzel bir fotoğrafını çekme şansı buldum.


Bran çevresinin şu güzelliğine bakar mısınız!


Çıktığım bu alan Teras adı verilen bir bölümü oluyor. Bu alan iki savaş arası dönemde Şatonun eski çatı katının restore edilerek teras haline getirilmesiyle oluşturulmuş.


Bu yükseklikte terasın güney tarafında eski Gümrük Binası, savunma duvarlarıyla birlikte eski ticaret yolu ve 1932'de kurulan enerji santrali, kuzey tarafta bir zamanlar nöbetçilerin Bucegi Dağları ile Piatra Craiului Dağları arasını gözledikleri kulenin ahşap gözlem platformu bulunmaktadır.



Bir sonraki oda Prens Nicholas'ın odası oldu. Burada da yine bir sürü antika mobilya, beşgen bir cam mahfazanın içinde çeşitli kama ve bıçaklar bulunuyor.



Sanırım Stefan Chicos adında bir ekonomist ve yayıncıya ait olan eşyalar da vardı.


Burada birkaç oda daha gezdim.Kalenin içinde Vlad Tepeş’in vampir efsanesine ve Kazıklı Voyvoda’nın hayatı ile ilgili bilgilendirici yazılara da rastlıyorsunuz. Dracula'nın resmi de bunlardan birisi.


Bu da Dracula Efsanesi ile ilgili bir yazı.


Bu kıyafet sanırım bir şövalye kostümü olsa gerek.


Şu mobilya ve seramiğin güzelliğine lütfen bir bakın.


Buradan Müzik Odası geçitine geldim.


İkinci Kat Salonu olarak düzenlenen yer de oldukça hoş gözüküyor.


Şimdi Romanya Kralı Ferdinand I'in yatak odasına geliyoruz.



Burası da yine muhteşem mobilyalar ve seramik şöminesiyle bir oturma odasıymış.


Şövalye zırhları ve silahları da ayrı bir bölümde sergileniyor.



Bunların yanısıra eski zamanlara ait birçok kıyafet de bulunuyor.



60 metre yükseklikte bir kayanın tepesine kurulmuş olan bu kale, sivri çatılı kuleleri, Gotik burçları, labirenti andıran planıyla görülmeye değer bir yapı oluşturuyor. Kalenin içi ahşap merdivenleri, daracık koridorları, gizli kapılarıyla ürkütücü bir atmosfere sahip. Kulenin küçük pencereleri, bastığınızda gıcırdayan ahşap yer döşemeleri, birbirine geçişli taş duvarlı odaları ve dar koridorlar zamanda yolculuk yapmışsınız hissi yaratıyor. Kalenin çok sayıda odasında ve koridorlarında kolayca kaybolma riski var. Bu nedenle tüm gezi rotası tabelalarla belirlenmiş ve bunun dışına çıkılmaması için sıkı bir güvenlik uygulaması da var.


Gezimin devamında Savunma Koridorundan geçtim. Kuleyle olan bağlantıyı sağlayan bu koridor, birliklerin ateş açabilmesi için yola doğru yönlendirilen boşluklara gitmesini amaçlıyormuş.İki savaş arası dönemde bu boşlukların çoğuna pencere yapılmış.



Şatoyu gezerken bir de özel bir alanda sergilenen bir işkence aleti gördüm. Zaten boy boy afişlerini de asmışlardı ve bunu görmek için 10 Lei ödeyerek ayrıca bilet alıyordunuz. 16 yaşından küçük olanların buraya girişi yasaktı. Bu tür kazıklı sandalyeyi Zagreb'de gezdiğim İşkence Müzesinde görmüştüm. Kapıdaki görevlinin bir ara uzaklaşmasından istifade ederek kapı aralığından görmeye ve fotoğrafını çekmeye çalıştım.


"Ortaçağ İşkence Aletleri", Round Tower'da 2. katta yer alıyor. Polonya'lı Piotr Buczkowski'ye ait olan sergi gerçeğe tıpatıp benzetilmiş 50'den fazla Ortaçağ araç gereçlerini içeriyormuş. Bu sergi 40'dan fazla ülkede sergilenmiş. En çok ürküten sergi eşyaları arasında "the Virgin of Nuremberg", "the Alsation Shoe", "the Vigil or Guided Cradle", "Witches Billy Goat", "the Street Sweeper's Daughter or the Stork", "the Anchor", "the Witch's Chair" ve "the Whistle" adlı aletler bulunuyormuş. Farklı kaynaklar, dokümanlar  ve hatta sanat çalışmaları bu aletlerin kullanılmış olduğunu ispatlıyormuş.

Şimdi Sinema Salonuna geliyoruz. Burada Kraliçe Mary ve saray ailesiyle ilgili 8 dakikalık bir film gösteriliyor. Buradaki dolap 1920'lerde Verona'da yapılmış ama fotoğrafını iyi çekemediğimden buraya almadım. Oturup zaten çok kısa süren filmi izledim ve bu arada da dinlenmiş oldum. Sonrasında gezinin kalanını tamamladım. Arkalarında güzel bir manzara yok ama bu  sırada çok güzel bir enstantane yakaladım.


Bu da hep filmlerde gördüğüm gürültülü ses çıkaran bir çan.


Kalenin bir de küçük şapeli vardı ama kapalıydı. Hediyelik eşya satış mağazasına da şöyle bir baktım ve fiyatlardan dudaklarım uçukladı.

Şatonun içini gezmeyi tamamladıktan sonra tekrar yokuş aşağı indim. Bu sefer ışık açısı daha uygun olduğundan şatonun çok hoş fotoğraflarını çekebildim.


Gezilecek yerler sadece Şatoyla sınırlı değil elbette! Onun kadar güzel olan içinde yapay bir göleti de bulunan bahçesini gezmeyi unutmayın.



Bir de çok hoş bir görüntüsü olan bir hediyelik eşya bölümü açmışlar.


Hızlıca burayı da gezerek ve bahçeden Şatonun eşsiz görüntüsünü de fotoğraflayarak kendimi alışverişin kollarına attım.


Önce klasik magnet alışverişimi yapmak istedim. Burası gerçekten çok pahalı bir yer ve araya araya en sonunda 5 Lei ödeyerek bir magnet aldım. Gezerken bazen denk gelirse küçük-büyük kupalar da alıyorum. Yine böyle standlara bakıp küçük bir kupanın fiyatını sorduğumda yandaki standın sahibi kadın gelerek 10 Lei olduğunu söyledi. Ben de zaten kenarı hafif çıtlamış bu uyduruk kupaya bu fiyatı vermeyeceğimden yerine bıraktım. Kadın ısrarla para vermeme gerek olmadığını kupayı alıp çantama koymamı söyledi. Ne yapacağımı şaşırdım ve kupayı aldım. Biraz ileri gittim ve geri döndüm. Kadına oyun mu oynadıklarını sordum. Tamam sen git hiç karışma dedi.Sanırım o standın sahibine bir ders vermek istiyorlardı artık ne yaptıysa!

Zaten akşam olmak üzereydi ve hemen Braşov'a dönüp en azından birkaç yeri gezmek istiyordum. Otobüs durağına gittim ve orada hareket saatleri ile ilgili bir tablo olduğunu gördüm. Otobüs maalesef kısa bir süre önce gittiğinden bir sonrakini beklemek zorundaydım. Karnım da acıkmıştı ama buralarda vakit kaybetmeden yemek işini Braşov'a bıraktım. Gelen otobüse binerek 8 Lei olan bilet ücretini şoföre ödedim. Böylece bir maceranın daha sonuna gelmiş oldum. 

Bran Şatosu bu bölgede geleneksel olarak en çok ziyaret edilen yermiş. Bunun nedeni çok basit aslında, Kale Kont Dracula hakkındaki ünlü ve gizemli efsane ile bağlantılı olduğundan herkesin ilgisini çekiyor. Efsane kadar olmasa da Şatonun manzarası da burayı görülmeye değer bir yer haline getiriyor. Benim gibi tüm turistlerin, böyle bir Orta Çağ Kalesinin labirentli oda ve koridorlarında tarihi ve gizemli bir gezintiye çıkmaktan memnuniyet duyacaklarını düşünüyorum. 

Son bir hatırlatma da yapmak isterim. Buraya Eylül ayı sonunda gelirseniz, Romanya’nın bu en ünlü kalesinde gerçekleşen Festivalul Ravasitul Oilor’a katılabilirsiniz. Tarihi yapıyı ziyaret ederken sunulan pek çok ürünü tatma şansı bulabiliyormuşsunuz. Bu yerel tatların en önemlisi bira olup hatta bunların sayısı, Münih’teki bira fabrikalarının sayısından fazlaymış. Bunun yanında et ve tabi ki Romanya’nın geleneksel içkisi şarap da bu festivalin olmazsa olmazlarındanmış.

Kısacası Bran Şatosuna gittim, gördüm, beğendim!

Meraklısına Vlad III / Kazıklı Voyvoda / Dracula Kimdir? 

Tepeş, Romanya’nın bir bölgesi olan Eflak (Wallachia) kralı olan Vlad II Dracul’un oğlu oluyor. Dracula’nın babasının Osmanlılara karşı bir savaşta yenilmesi üzerine Osmanlı, onu vergi ödemesi karşılığında serbest bırakmış. Karşılığında da kralın iki oğlunu rehin almış. Tokat’a götürülen Vlad ve Radu isimli bu 2 çocuk 1442 - 1448 yılları arasında şehzadelerle birlikte burada eğitim almış. Bu dönemde esir hayatı yaşayan, Osmanlı sistemini, askeri teknikleri, Osmanlı dilini öğrenen ve hatta bizim tarihçilerimize göre, Molla Gürani’nin verdiği derslere dahi katılan Tepeş büyüdüğünde tam bir Osmanlı düşmanı olmuş. 

Dracula'nın kardeşi Radu ise başarıyla devşirilmiş ve islamiyeti seçmiş. Vlad Dracula, Osmanlı topraklarında geçirdiği zamanda iyi ilişkiler kurmuş ama gizliden gizliye kin beslemiş. Babasının ölümünden sonra Eflak Voyvodalığı için tek aday kendisi kalmış ve Osmanlıyı arkasına alarak Eflak'ın başına geçmek istemiş. Ancak o zaman hükümdar olan Eflak Voyvodası 2. Vladislav tarafından yenilgiye uğratılmış. 

Erdel Beyi Janos Hunyadi, 1456'da Belgrad Şehrini Osmanlı kuşatmasına karşı savunurken Vlad'ın komutasına da güney Erdel'i savunması için bir ordu vermiş. Kendisine başka bir amaçla verilen orduyu kullanarak Vlad Dracula, Eflak'a bir sefer düzenlemiş ve II. Vladislav'ı öldürerek III. Vlad adıyla Eflak voyvodası olmuş. 

Tahta geçtiğinde ülkesinde açlık ve düzensizlik yüzünden suçlar had safhadaymış. Böyle bir ortamda Osmanlı İmparatorluğu gibi güçlü bir devletle baş etmesi imkansızmış. Sultan II. Mehmet yani Fatih Sultan Mehmet tahta geçtiğinde III. Vlad’a büyük destek vermiş ve onu desteklemiş. Başlangıçta herşey yolunda gitmiş, Osmanlı’ya olan vergilerini düzgün ödemiş ve Osmanlı düşmanlarını bozguna uğratarak Fatih Sultan Mehmet’in güvenini kazanmış.     

Ancak, zaman geçtikçe Vlad’ın içindeki canavar ortaya çıkmış ve tam bir caniye dönüşmüş. O dönemde III. Vlad’a Romanya’da yaşayan ana etnik grup olan Ulahlar tarafından verilen “Tepeş” (Cellat) lakabı bu işkencelerin ipuçlarını vermiş. 6 yıl içerisinde rakiplerini cezalandırmak için çeşitli işkenceler uygulamaya başlamış. En meşhuru olan "kazığa geçirme" 1456'dan 1462'ye kadar bu görevi yapan Vlad'a, Kazıklı Voyvoda denilmesine sebep olmuş. 

Anlatılanlara göre, Dracula büyük katliamlarından birinde, etrafında yüzlerce kişi kazığa geçirilirken kendisi bir masada oturmuş, hem katliamı izlemiş, hem de yemek yiyormuş. Yemek esnasında ekmeğini kurbanlarından akan kana banarak yemeye başlamış.   

Vlad’ın, "Cani" lakabını almasına sebep olan hikayelerden bir diğerinde ise Vlad’ın şatosuna gelen İtalyan elçiler kabul sırasında saygı gereği diz çöküp şapkalarını çıkarmaları sırasında o zamanki geleneklere göre şapkalarının altına giydikleri küçük takkeleri çıkarmamaları sorun olmuş. Tepeş elindeki çivileri teker teker takkelerinin üstünden elçilerin kafalarına çakmış. 

Bir diğer işkencesinde Osmanlı esirlerinin derilerini yüzdürerek, yaralarına tuz döktürüyormuş ve acıyı daha da artırmak için bunu keçilere yalatıyormuş. Bir seferinde büyük bir ziyafet verip şehirdeki tüm dilencileri çağırmış. Ancak aç insanlar yemeğe başlayamadan tüm ziyafet masasını ateşe vermiş. 

Bir diğer işkencesinde kadınların göğüs uçlarını kestirip yerlerine küçük bebeklerin kafalarını diktirmiş. Hatta kendisinden hamile kaldığını söyleyen kadının karnını yararak bebeği çıkarmaya çalışmış. 

İnsanları doğramak, kazanlarda kaynatmak gibi yöntemleri de varmış. İnsanları oturttuğu kazıkların altına fıçı koyup, biriken kanları içtiği hikayesi nedeniyle zamanla vampir olduğu rivayetleri yayılmış. Yaptığı işkenceler, kazık kullanması, kurbanlarının kanlarının akıtılması ve içilmesi gibi akla hayale gelmeyecek hikayelerle aslında düşmanlarını korkutmayı amaçlamış ve hakkındaki efsanelerin giderek büyümesine sebep olmuş. 

Vergi vermek Osmanlı toprağı olduğunu kabul etmek olduğu için, Vlad 1459 yılından itibaren vergi ödememeye başlamış. II. Mehmet, Vlad'ın vergileri ödememe gerekçesini ve ortada dönen zalimlik hikayelerini sormak için elçilerini göndermiş. Kıyafetlerinin Hıristiyan dünyasına saygısızlık taşıdığı bahanesiyle Vlad bu elçileri de kazığa dikmiş. 

Bunlar yetmemiş gibi Vlad ve çetesi, 1460-1461 yıllarında Tuna Nehrini geçerek Sırbistan ve Karadeniz kıyısına ilerlemiş. Türk sipahisi kılığında Osmanlı kamplarına sızıp 23.884 Türk ve Bulgar öldürmüşler, 20.000 bin savaş esirini de kazığa geçirmişler. Bu gelişmeler karşısında katliam yapan Voyvoda'yı durdurmak için Osmanlı ordusu Eflak seferine çıkmış. Fatih, Targovişte'ye ulaştığında kazığa oturtulmuş 20.000 Osmanlı askeri, kadın ve çocuk cesedi ile karşılaşmış. Osmanlı ordusunun morali bozulsa da ordu başarılı olmuş ve 4 Haziran 1462'de kaleyi almış. 

Bundan 13 gün sonra bir gece Vlad, Fatih Sultan Mehmet'e bir suikast girişiminde bulunmuş ama Vlad ve ordusunun yanlış çadıra girdiği rivayet edilir. Tarihe Targovişte gece baskını olarak geçen olayda birçok Osmanlı askeri öldürülmüş. Ancak Osmanlı ordusu kalabalık olduğundan Vlad kaçmak zorunda kalmış. 

Vlad, Eflak’ı bırakmış ve Moldova’ya çekilmek zorunda kalmış. Fatih Sultan Mehmet, savaşı bitirme görevini Vlad’ın öz kardeşi Radu’ya vermiş. Radu, Vlad’ın son kalesi olan Poenari Kalesi’ni de almış. Vlad, yenilginin ardından kaçmış ama kaçışı sırasında cüzzamlıları, vebalıları ve hapisteki suçluları Osmanlılar'ın arasına salarak öç almak istemiş. Ayrıca terk ettiği topraklardaki kuyuları zehirlemiş, ekinleri yakmış ve tüm hayvanları öldürtmüş. Anlayacağınız manyağın önde gideniymiş. 

Vlad, Eflak'ın da Osmanlı'ya bağlanmasıyla kaçak ve sürgün hayatı yaşamaya başlamış. 1474'te sona eren sürgün hayatının ardından Eflak'ı yeniden ele geçirme planları yapmış. 1476 yılında kuzeni Stefan Cel Mare (Büyük Stefan) ile birlikte Eflak'a dönmüş ve kendini voyvoda olarak ilan etmiş. Ancak aynı yıl 300 askeriyle birlikte saldırdığı Mihaloğlu Ali Bey yönetimindeki Osmanlı ordusuna karşı yenilmiş. III. Vlad'ın kesilen başı öldürüldüğünün ispatı için, bozulmasın diye bala konulup İstanbul'a Fatih Sultan Mehmet'e gönderilmiş. 

Romen halkı onu bir kahraman olarak görürken onun bir vampir olduğu söylentisi Avrupa'da çoktan yayılmaya başlamış. Edebiyat ve sinema dünyasında onunla ilgili birçok hikayeye yer verilmiş. 

Özellikle yazarlara çok büyük bir esin kaynağı olmuş. Dracula’dan daha önce de vampir yazanlar olmuş. Ancak 1897 yılında İrlandalı yazar Bram Stoker tarafından kitaplaştırılan 500 yıllık Dracula efsanesi vampir edebiyatının doruğu haline gelmiş. Stoker, yazdığı romanda Vlad Dracula’yı adeta ölümsüzleştirmiş. Hayali Kont Dracula acımasızlığı ve kanlı işkenceleri ile ün salmış Vlad Dracul olarak da bilinen Eflak Kralı Vlad Tepes ( Kazıklı Voyvoda ) ile de zamanla çok bağdaşmış. Ancak bununla birlikte Stoker Vlad Dracula’ya ait olmayan bazı özellikleri de kitaba eklemiş.

 Meraklısına Kalenin Tarihi

Burzenland'da tüccarların bin yıldan fazla bir süre boyunca seyahat ettikleri bir dağ geçidinin girişini korumak amacıyla 1212'de, Teutonic Emriyle ahşap bir Dietrichstein kalesi inşa edilmiş. Ancak bu kale 1242'de Moğollar tarafından tahrip edilmiş. 

Kalenin asıl adı, Dietrichstein veya Latincede lapis Theoderici olarak gözükmektedir. “Dietrich's Stone”, 1212 tarihli bir belgede belirtilen Comthur (Komutan) ve bölgesel koruyucu, kardeş Theodericus'tan türetilmiş görünüyor. Bu Dietrich’in muhtemelen kalenin kurucusu olduğu tahmin ediliyor. 1509 tarihli bir belgede, Törzburg kasabasının bir zamanlar Teutonik Düzeninin Komutanı Dietrich'e ait olduğu belirtiliyormuş.


Bran Şatosundan bahseden ilk belge, 19 Kasım 1377'de Macaristan'lı Louis I tarafından yayınlanan ve Kronstadt Saksonlarına yani Brașov’a taş bir kaleyi masraflarını kendileri karşılayarak ve kendi iş güçleri ile inşa etme ayrıcalığı veren yasal bir kral emridir. Böylece ilk Bran çevresindeki yerleşim de kalenin yakınlarında gelişmeye başlamış. Kale, 1438–1442'de Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savunmada kullanılmış ve daha sonra Transilvanya ile Wallachia arasındaki dağ geçidinde bir gümrük noktası haline gelmiş. Zamanın birçok kalesi soylulara ait olsa da, Bran Şatosunun neredeyse yalnızca Transilvanya'daki Alman sömürgecilerin tahkimatı ve korunması için inşa edildiği tespit edilmiş. Kalenin gümrük noktasının kurulmuş olduğu dönemde 1386–1395, 1397-1418 yıllarında Wallachia’nın Mircea the Elder’ı tarafından yapıldığına inanılır. Wallachian hükümdarı Vlad Țepeș (Impaler Vlad; 1448–1476), Bran Geçitinden birkaç kez geçmesine rağmen, kale tarihinde aslında önemli bir rol oynamış gibi görünmüyormuş. Bran Şatosu bir zamanlar Macar krallarına aitmiş, ancak Kral Vladislas II'nin (1471-1516) borçlarını geri ödememesi nedeniyle, Brașov şehri 1533'te kaleye el koymuş. Bran, 18. yüzyılın ortalarına kadar askeri stratejik bir rol oynamış. Kale yıllar içerisinde pek çok değişik rol üstlenmiş, sığınak olmuş, depo olmuş, savunma amaçlı kullanılmış.


I. Dünya Savaşında Romanya Kralı I. Ferdinand, Almanlar’ın gücüne inanmasına karşılık İtilaf devletlerinin safına katılmak zorunda kalmış. Bunun üzerine başta Almanya olmak üzere İttifak Devletleri Bükreş’i işgal etmiş. Bu savaşa Osmanlı İmparatorluğu da 6. Kolordu ile destek vermiş ve maalesef pek çok şehit vermişiz. 

1920 Trianon Antlaşması ile Macaristan, Transilvanya'yı kaybetmiş. Kale, Kronstadt-Braşov Saksonları tarafından artık kullanılmadığından ve zamanla da bu yapılar tahrip olmaya başladığından Romanya Krallığı'na bağışlanmış. Bükreş’in de işgali nedeniyle burası kraliyet ailesinin yazlık ikametgahı haline gelmiş.


Kral Ferdinand’ın karısı Kraliçe Mary (1875-1938) tarafından bu kalenin onarılması istenmiş ve Çek mimar Karel Zdeněk Líman tarafından yapılan kapsamlı tadilat sonucunda şato kraliçenin en favori evi olmuş. Kraliçe Mary burada sıkça zaman geçirmeye başlamış. Kendisi Kral Ferdinand’ın çekingen ve kararsız biri olmasından dolayı devlet işleri üzerinde önemli bir rol oynamış. Aynı zamanda Romanya’nın son kraliçesiymiş. 

Kale daha sonra, II. Dünya Savaşı'nda burada bir hastane kuran kızı Prenses Ileana’ya miras kalmış. Kale, 1948’de kraliyet ailesinin kovulmasıyla komünist rejim tarafından ele geçirilmiş. 1957’de burası müze haline gelmiş.


2005 yılında Romen hükümeti, Bran gibi yasadışı olarak kamulaştırılan mülklerle ilgili tazminat taleplerine izin veren özel bir yasa çıkarmış ve böylece bir yıl sonra kale, Prenses Ileana'nın oğlu ve varisi olan Amerikan Dominic von Habsburg'a ait olmuş. 

18 Mayıs 2006'da, yasal işlem süresi sonrasında, kale yasal olarak Habsburg ailesinin mirasçılarına iade edilmiş. Romanya devleti, Kültür Bakanlığı aracılığıyla gelecek üç yıl boyunca bu devir işlemlerini yönetmiş. 

Eylül 2007’de, Romanya Parlamentosu’ndaki bir soruşturma komitesi, kalenin Arşidük Dominic’e devredilmesinin, Romanya’nın mülkiyet konusundaki yasasını çiğnediğinden yasadışı olduğunu belirtmiş. Ancak, Ekim 2007’de Romanya Anayasa Mahkemesi parlamentonun konuyla ilgili dilekçesini reddetmiş. Ayrıca, Romanya hükümetinin kurduğu bir soruşturma komisyonu Aralık 2007'de, iade prosedürlerinin geçerliliğini ve yasallığını teyit eden ve iadenin yasaya tam olarak uyduğunu onaylayan bir karar vermiş.


18 Mayıs 2009'da Bran Şatosu, Arşidük Dominic ve kız kardeşleri, Holzhausen Barones Maria Magdalena ve Elisabeth Sandhofer'in yönetimine devredilmiş. 1 Haziran 2009'da Habsburglar, yenilenen kaleyi halka açmışlar ve böylece Bran Şatosu ülkenin ilk özel müzesi olmuş. Bran köyü ile işbirliği yaparak buranın Romanya turizmindeki önemli rolünü korumak ve bölgenin ekonomik altyapısını geliştirmek bakımından önemli bir hizmet üstlenmişler. Ancak Şatonun mirasçıları burayı satmaya çalışıyorlarmış ve değerinin 150 milyon Euro olduğu söyleniyor.

0 yorum:

Yorum Gönder