31 Temmuz 2016 Pazar

On 23:43:00 by Gülten İşcimen in    No comments
13 Mayıs 2015

İsfahan'dan sabah erkenden ayrılıp yine yollara düştük. Bu sefer çölün merkezine doğru gidiyorduk. Bizim hafızalarımıza yer etmiş çöl tanımı buradaki çöllere benzemiyordu. Biz çölün uçsuz bucaksız kum denizlerinden oluştuğunu düşünürken İran’daki çöller kıraç ve taşlı geniş arazilerden oluşuyordu. 

Uzun süre yol aldıktan sonra ilk durağımız Meybud Kasabası oldu. Bu Kasabada İslam öncesi döneme ait pek çok eser bulunmaktaymış.

Burada otobüsümüz önce Narin Kalesinin (Narin Qal’eh)yakınlarında durdu. 
Sasanilerden kalan bu Kale İran’da bulunan en eski kalelerden biriymiş. Bu Kalenin özelliği kerpiç tuğlalardan örülmüş duvarlarıymış. Zaman içerisinde aşındıkça yeni eklemeler yapılmış. Bu Kaleyle ilgili bir sitede Kalenin İran kültür varlıkları arasında gösterilmediği ve yerel halkın da burayı çöplük olarak kullandıkları yazılıydı. Ancak biz böyle bir şey görmedik. Belki de yerel halk gelen giden turisti görünce buranın değerini anlamış ve çöplerini koymaktan vazgeçmiştir.






Buradaki ikinci durağımız tarihi su sarnıcı oldu. Çöl ikliminde en büyük ihtiyaç su olduğundan buna yönelik çözümler tarih boyunca üretilmiş.







Meybud Kasabasını da bu arada kıyısından köşesinden görme imkanımız oluyor.












Daha sonra yine Meybud Kasabasında öğle yemeğimizi yemek üzere su sarnıcının olduğu alandaki restauranta gittik. İçerisi çok otantik bir şekilde dekore edilmişti. Arkadaşımın sabahtan itibaren başı ağrıyordu ve burada sedirlerin olduğu bir bölmeye uzanarak biraz uyumaya çalıştı.





Yemek sonrasında otobüsümüzün beklediği alana giderken Safevilerden kalmış yaklaşık 15 metre yüksekliğinde bir buz deposuna da (Buz evi-Yakhcal) uğradık. Yakh, Farsça'da buz, chal ise çukur, oyuk anlamına geliyormuş. Kışın dağlardan getirilen kar ve buz buralarda depolanıyor ve uzun süre erimeden kalıyormuş. Yapının alt kısmında ise eriyen suyun aktığı bir kanat bağlantısı oluyormuş. Buz deposunun duvarları kum, yumurta akı, kireç, keçi kılı ve kül karışımından hazırlanan bir harçla yapılıyormuş. Böyle yapılmasının nedeni ısı yalıtımını sağlamak ve buzun erimemesiymiş. Duvarının kalınlığı alt kısımlarda neredeyse 2 metreyi buluyormuş. Duvar yukarı doğru incelerek küçük bir havalandırma deliğiyle bitiyormuş. Böyle antik döneme ait buz depolarının Mezopotamya’da milattan önceki dönemlere giden örnekleri varmış.






Otobüse bindik ve Güvercin Kulesine doğru yolumuza devam ettik. Bu kulelerin amacı güvercinlerin gübresinden yararlanmakmış ve güvercinlerin gelip konabilmesi için iç kısmına göz göz delikler açılırmış. Güvercin Kulesi resmi bir kurumun bulunduğu alanda yer alıyordu.







Burayı da gezdikten sonra artık Meybud Kasabasında göreceğimiz yerler tamamlandığından otobüsümüze binerek "Çöl Melikesi" diye anılan ve bir doğa ve kültür harikası olan Yezd şehrine doğru yola devam ettik.

28 Temmuz 2016 Perşembe

On 23:37:00 by Gülten İşcimen in    No comments


11 Mayıs 2015 
Kaşhan ve Abyaneh Köyü gezimizden sonra otobüse binerek gece kalacağımız İsfahan’a doğru yola koyulduk. Otelimizin bulunduğu caddede yol çalışması vardı. Bu yüzden az ileride indik ve yürüyerek otele ulaştık. Bavullarımızı da otel görevlileri getirdiler. Odamıza yerleştikten sonra biraz çevremizi tanımak için yürüyüş yaptık. Kaldığımız otel fena değildi ama yakınlardaki Abbasi Otel’i görünce keşke burada kalsaydık demekten kendimizi alamadık.Şu fotoğrafları görünce siz de bana hak vereceksiniz.







Aslında şehir merkezi de çok yakınmış ama şehrin yabancısı olduğumuz için bilemedik. Hava sıcak olduğu için dükkanlar gün içinde değil akşama doğru açılıp sabaha kadar açık oluyormuş. Gerçi bizim gittiğimiz dönem henüz hava çok sıcak olmadığından otelin çevresindeki dükkanlar çok geç olmadan kapanıyordu.

12 Mayıs 2015

Ertesi sabah otobüs bizi aldı ve aslında otelimize çok yakında olan Siosepol Köprüsüne götürdü. İsfahan’ın ortasından akan Zayendeh Nehri üzerinde eski dönemlerden kalma 6 köprü varmış. Siosepol Köprüsü (33 Sütunlu Köprü) bunlardan en önemlisi olup yapan mimarın adı olan Allahverdi Han Köprüsü olarak da biliniyormuş.

1602 yılında yapılan 300 metre uzunluğunda ve 14 metre genişliğinde olan Köprü şehrin simgesi haline gelmiş. İtalyan Rönesansının etkilerini taşıyan bu köprü araç trafiğine kapalı olup çevresinde yürüyüş yolları ve piknik alanları yapılarak halkın özellikle akşamları buraya akın etmesine zemin hazırlanmış.

Zayendeh Nehri diğer nehirlerden farklı olarak bir göle veya denize ulaşamadan, çölün ortasında Gavhuni Bataklığı’nda kaybolduğundan Nehir sularından istifade etmek için 1971 yılında Kuhreng Barajı inşa edilmiş ve ardından zırai sulama projeleriyle Nehrin suyu tarım alanlarına kaydırılmaya başlanmış. Ancak böyle yaparak suyu israf etmeyelim ve faydalanalım derken Nehri kurutmaya başlamışlar. Bu yüzden yılın büyük kısmında bu Köprünün altında fazla su olmazmış. Rehberimiz şanslı olduğumuzu ve Nehir yatağında su olduğunu söyledi.






Otobüse binip bu sefer Sallanan Minarelere (Manar-e Jonban) gittik. Moğollar döneminde yaşamış ve 1.316 yılında ölmüş Amu Abdullah Garladani adlı bir dervişin türbesine mimar Bahaeddin Amili tarafından eklenen 17 metre yüksekliğindeki iki minare bir mühendislik hatası nedeniyle sallanmaktaymış.
Biraz Türbenin etrafında dolaşırken sanırım saat başında her bir minarede bir kişi tekbir getirerek zıplamaya başladı ve böylece minareleri salladı. Hangi minareye bakacağımızı bilemedik. Salllanma anını da biraz videoya kaydettim. Ancak kaydın yönünü değiştirmeyi başaramadığımdan buraya ekleyemedim.




Buradan ayrıldıktan sonra bizi bir halıcıya götürdüler. Kenardaki sedirlere oturduk ve hemen bir çay ikramı yapıldı. Arkasından halılar peşpeşe yere serilerek özellikleri anlatılmaya başlandı. O kadar güzel ve ince dokunmuş halılar vardı ki insan bırakın yere serip üstünde gezinmeyi duvara asıp her gün bakmayı ister.






Grubumuzda çok halı alan oldu. İlk söylenen fiyat biraz yüksek oluyor ama sonra pazarlıkla epeyce düşürebiliyordunuz. Bu halıcının hem fiyat hem de çeşit olarak daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Halı almak istiyorsanız bunu İsfahan’da yapın derim.

Buradan 40 Sütunlu Saray’a (Chehelsotoon Sarayı) gittik. Bu Sarayın, Şah Abbas döneminde yapımına başlanmış ve II. Şah Abbas döneminde 1647’de tamamlanmış. Saray, 67.000 metrekarelik bir alanda bulunan büyük bir botanik bahçesinin ortasında yer alıyor.

Sarayın bahçesinde yüksek ağaçlar ve önünde büyük bir havuz dikkati çekiyor. 20 ahşap sütunu olan Sarayın önündeki havuza yansıyan 20 sütun görüntüsü nedeniyle Kırk Sütun Sarayı olarak adlandırılmış.



Diğer saraylardan farkı yüksek sütunları, duvarlarında yerden tavana kadar rengarenk freskleri, işlemeli tavanları, minyatürler ve çini üstüne yapılmış resimleri olmasıymış. Çinilerin çoğu daha önce sökülmüş ve bunları görmek için Avrupa'daki müzelere gitmek gerekiyormuş. 40 Sütunlu Sarayın (Çehel Sütun) duvarlarını süsleyen 17. yüzyıl resimlerinde ellerinde şarap kadehleriyle, dans eden rakkaseleri izleyen Safevi hükümdarlarının saray şölenleri betimlenmiş. Şah burada yabancı elçileri ve devlet adamlarını karşılar ve görkemli resepsiyonlar verirmiş.






1646 yılında Özbek Kralı için yapılan bir resepsiyon, 1611 yılında Buhara Emiri onuruna yapılan bir şölen bu resimlerde betimlenmiş. Bunun dışında bu resimlerde savaşlar da anlatılmış. Büyük bir tablo da Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in Çaldıran Savaşı da resmedilmiş. Rehberimiz bu Tabloda Yavuz Sultan Selim’i göstermemizi istedi. Hepimiz meğerse yanlış biliyormuşuz. Rehberimiz Sinan bu hataya herkesin düştüğünü ve Yavuz Sultan Selim olarak Şah İsmail’in resminin hafızalarımıza yerleştiğini anlattı.

Resim birbirine girmiş onlarca askerin arasında Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail'i atlarının üstünde gösteriyor. Kaybedilen bir savaşı betimlemek tam İranlılara göre olsa gerek. Okuduğum kaynaklarda bu resimleri savaşı resmetmek için değil, mertliğin kaybını göstermek için yaptıkları oldu. Rivayet odur ki Şah İsmail Türk olduğu için savaşın mertçe yapılmasını emretmiş ve top kullanılmasını yasaklamış. İlk günlerde her iki taraf da kullanmamış. Fakat kayıpların arttığını görünce Yavuz Sultan Selim vazgeçip topları kullanmaya başlamış. Şah İsmail buna rağmen toplarını yine kullanmamış. Şah İsmail yenilince o sinirle elindeki kılıcı bir top namlusuna vurup, namluyu ikiye bölmüş. Bunu öğrenen Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail'e "Kardeşim" diye başlayan bir mektup göndermiş ve top namlusunu bölen kılıcı istemiş. Şah İsmail kılıcı İstanbul'a göndermiş. Yavuz Sultan Selim kılıcı alıp bütün gücüyle bir top namlusuna vurmuş ve kesememiş. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim tekrar Şah İsmail'e bir mektup göndermiş ve kılıcın kesmediğini ve yanlış kılıç gönderdiğini yazmış. Şah İsmail cevaben kılıcın yanlış olmadığını yanlış olanın onu tutan kol olduğunu yazmış. Tabi bunlar doğru mudur hikayemidir bilemiyorum. Biz anlatanların yalancısıyız.



Burayı da gezdikten sonra Dünyanın en güzel ve en büyük meydanlarından birisi olan Nakş-ı Cihan Meydanına geldik. Dünyanın Nakışı demek olan bu Meydan da yine İran’daki birçok güzel esere imza atan Şah Abbas’ın yaptırdığı bir meydanmış. Eski adı Meydan-ı Şah ve İslam devriminden sonra da Meydan-ı İmam olan bu meydanın boyu 510 ve eni 160 metre olup çevresi sütunlu yapılarla çevrilmiş. Ortada büyük bir havuz bulunuyor.
Meydan 1979 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesine girmiş.Meydanın etrafında süsleme konusunda önemli eserler olan muhteşem kubbeleriyle Lütfullah Cami ve İmam Cami ile 6 katlı Ali Qapou Sarayı bulunmaktadır. Bunun dışındaki Meydanın etrafındaki kapalı alanlarda büyük bir Kapalı Çarşı bulunuyor. Bu çarşıda yok yokmuş. Özellikle İran sanatından minyatürler, sedef kakma eşyalar dikkat çekiciydi. Bu çarşı haftada bir gün erkeklere kapatılarak kadınların rahatça alışveriş yapmaları sağlanıyormuş. O sırada tamamı erkek olan dükkan sahipleri de ortalıkta dolaşmayarak dükkanlarında otururlarmış. Neyse ki bizim gittiğimiz gün böyle bir güne rastlamadı.
Meydan çok canlı oluyormuş ve gezmek için en ideal zaman akşam saatleriymiş. Havuzun etrafındaki ışıklar açılınca çok güzel bir atmosfer oluşuyormuş. Ne yazık ki biz akşamını göremedik.




Önce İmam Camisini geziyoruz. Bu Cami de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde yer alan bir esermiş. Ulu cami, Cami Mescidi, İmam Humeyni Cami, Cuma Cami gibi isimlerle de biliniyormuş. Meydanın güney tarafında bulunan ve 771 yılında inşasına başlanmış olan Cami İran'ın ilk camilerindenmiş. 20. Yüzyıla kadar çeşitli düzenlemeler ile inşasına devam edilmiş. Bu nedenle caminin parçaları farklı mimari özellikler gösteriyormuş. Selçuklular, Moğollar, Timurlar, Safeviler ve İran'ın inşa ettiği bölümler bulunuyormuş.
Kubbeli tasarımı Melikşah'ın ünlü veziri Nizam ül-Mülk tarafından 1086-1087 yılında inşa edilmiş.Eski adıyla Mescid-i Şah’ın yapımına Şah Abbas tarafından 1598 yılında başlanmış ve yaklaşık 25 yılda tamamlandığı rivayet ediliyor.

Caminin içi de dışı da geleneksel mimarinin en güzel örnekleriyle bezenmiş. Mimarı yedi renkli mozaik çinileri, hat yazıları, kapısı, minareleri, kubbesi, avlusu ile mükemmel bir cami inşa etmiş. Hatta bu konuda ilginç bir hikayesi de varmış. Caminin mimarı olan Ali Ekber İstafani yapımı sırasında üç yıl kaybolmuş ve sonra ortaya çıktığında Şah’ın Camiyi ona zorla tamamlattırmaması için saklandığını ve yapının yıllara meydan okuyabilmesi için biraz beklemesi gerektiğini söylemiş. Bence bugün ustaların çoğunun yaptığı gibi araya başka iş alıp onu yapmış da olabilir!
22.000 metrekare alana kurulu Cami'de yaklaşık 472.500 çini varmış.4 Avlusu olan Caminin kapısı 27 metre, minareleri ise 42 metre yüksekliğindeymiş. Caminin içinde bizim Mimar Sinan’ın çalışmaları gibi mükemmel bir akustik bulunmaktaymış. Araştırmalarda bu Camide 49 çeşit yankının oluştuğu ve insan kulağının bunlardan sadece 12’sini algılayabildiği saptanmış.

Cami içerisinde Safavi döneminin önemli kaligraflarının yazıtları yer almaktaymış ve ayrıca çok renkli ve çiçek desenli mozaikler dikkat çekmekteymiş. Caminin ortasında yer alan abdesthanenin Kabe’yi temsil etmek üzere yapıldığı ve geçmişte bu abdesthanenin hacı adayları tarafından Haç ritüellerini çalıştıkları yer olarak kullanıldığı söylenmekteymiş.





Aşağıdaki fotoğrafı özellikle koydum. Gördüğünüz gibi mezar yeri gibi bir yer açılmış ve şia inancına göre imamlar bu alçak bölüme inerek namaz kıldırıyorlarmış. Rehberimiz bunun nedeninin Hz. Ali’nin namaz kıldırırken öldürülmesi olduğunu ve böyle yaparak namaz kıldıran imamların korunduğunu anlattı.


İran şehirlerinde Cuma namazları her camide kılınmıyormuş. Cuma namazları kılınan camiler o şehrin en büyük ve en görkemli camileri oluyor ve adları “Jame veya Jameh” olarak anılıyormuş. Şehrin gelebilen bütün cemaati Cuma günleri toplandığında bu camiler çok kalabalık oluyormuş. Namaz saatlerinde halılar seriliyor ve sonrasında toplanıyormuş. Böylece ziyaretçilerin ayakkabı çıkarmadan içerisini gezme imkanı oluyormuş. Diğer camilerde ise ayakkabınızı çıkarmanız gerekiyor.
İran’daki camiler sadece dini görevin yerine getirilmesi için kullanılan yerler değilmiş. Bunu biz de bizzat gözlemledik. Bir kenarda oturup fındık fıstık yiyerek oturan ve sohbet eden kadınları, bir kenarda kıvrılıp yatan adamları, ortada oynayan çocukları gördük. Camiler İranlılar için aynı zamanda sosyal alanlar haline gelmiş. Türk rehberimiz yıllar önce öğrenciyken İran’a gezmeye geldiğinde yatacak yer bulamayınca camide yattığını anlattı.

Burayı gezdikten sonra grubumuza yaklaşık 3 saatlik serbest zaman verildi. Bu sürede Lütfullah Camisini ve kapalı çarşıyı gezebilecektik ve öğle yemeğimizi yiyebilecektik. Biz yemek yiyip çarşı pazar gezmeye ancak vaktimizi kullandığımızdan Lütfullah Camisi ile Ali Gapu Sarayını dışardan görmekle yetindik.

Nakş-ı Cihan Meydanı'nı çevreleyen ve her birinin bir anlamı olduğuna inanılan dört yapıdan Ali Kapı Sarayının siyasete karşılık geldiği belirtiliyormuş. Bizim Bab-ı Ali’ye denk düşecek bir anlamı olduğu söyleniyormuş. Ali Gapu Sarayı, Meydanın batı tarafında Şeyh Lütfullah Camisi’nin tam karşısında bulunuyor. I.Şah Abbas tarafından 17. Yüzyılda yaptırılan bu Saray 48 metre yüksekliğinde ve 6 kattan oluşmaktaymış. Sivri kemerli bir taç kapısı, kubbeli bir dehliz ile Meydana açılıyormuş. Girişte sağda ve solda birer salon ve bunların üstünde de 10 metre yüksekliğinde kabul ve tören salonu bulunuyormuş. Şah Abbas’ın burayı soylu ziyaretçileri ve yabancı elçileri kabul için kullandığı belirtiliyormuş. 6.katında akustik ortam yaratılarak bir de müzik odası yapılmış.

Sarayın iç mekan süslemelerinde özellikle tavanlarında boyayla yapılan süslemeler dikkat çekmekteymiş. Şah Abbas’ın nakkaşı olan Rıza Abbasi’nin izlerini taşıyan bu süslemelerde geyik, tilki, tavus kuşu, güvercin, bülbül gibi kuş ve hayvan motifleri ile çiçekler kullanılmış. Şah Abbas’ın nevruz kutlamalarını da buradan izlediği rivayet ediliyormuş.


Şeyh Lütfullah Camisi ise yine I. Şah Abbas tarafından Lübnanlı İslam alimi ve aynı zamanda kayınpederi olan Şeyh Lütfullah için 1618 yılında yaptırılmış. Cami Safevi mimarisinin başyapıtlarından birisi olarak kabul ediliyormuş. İlk yapıldığında cami olarak yapılmadığından minareleri yokmuş.



Bizim yanımızda yeterli riyal kalmamıştı ve rehberimiz önce bizi çarşı içinde bir döviz bürosuna götürdü. Paramız da olunca biraz sağa sola bakmaya başladık. Her şey çok güzel ve renkliydi. Paraları harcamadan önce karnımızı doyuralım dedik ve rehberimizin önerisiyle çarşının içinde bulunan Bastani Traditional Restaurant’a gittik. Arkadaşımla beraber masaya oturmak yerine biraz geleneksel takılalım istedik ve geniş sedirlere oturduk. Mekan yerli halkın da katılımıyla oldukça kalabalıktı ve bundan da yemeklerinin iyi olduğu sonucunu çıkartabilirdik. Siparişlerimizi verdik ve sonuçtan oldukça memnun kaldık.






Ancak sedirde oturarak yemek yeme konusunda acemi olduğumuzdan arkadaşım yanlışlıkla gözlüğünün üzerine oturunca gözlüğün burun kısmı kırıldı ve yemeğimiz bu yüzden biraz tatsız bitti. Yemek sonrasında çarşıya döndük ve alışverişe başladık. Söylenen fiyatlara itiraz edince pazarlıkla neredeyse yarı fiyatına istediklerimizi aldık.Çok güzel minyatürler vardı ve bize de Türk olduğumuz için oldukça indirim yaptılar.Bazen insan zamanında ve yerinde karar veremediği için güzel fırsatları kaçırıyor. Biz de bu minyatürleri almadığımıza çok pişman olduk ama İsfahan'dan ayrıldığımız için iş işten geçmişti.



Kapalı Çarşıda çok ilginç bir çayhane var. Rehberimiz hem ortamı görmemizi hem de oturup çay içmemizi tavsiye etti. Biz de gidip gördük. Fotoğrafta gördüğünüz gibi adam ne varsa toplamış ve tavana, sağa sola asmış. Görülen yer giriş kısmı ve ilerisinde bunun gibi bir küçük oda daha var. O tarafa da geçtik. Orada kızlı erkekli oturmuşlar ve nargile içiyorlardı.





Kapalı Çarşıdaki bir alışveriş hikayemi anlatmak istiyorum. Eşimize dostumuza ufak tefek hediyelikler almaya çalışıyorduk. Bir arkadaşım bir yakını tarafından kendisine İran’ı resmeden çay tabakları hediye edildiğini ve yıllardır severek kullandığını anlatmıştı. Ben de ablama böyle bir hediye almak istedim. Gezerken dükkanın birinin önünde çay tabakları gördüm. Bunları incelerken dükkandaki 16-17 yaşlarında bir genç çıkarak çat-pat Türkçesiyle yardımcı olmak istediğini söyledi. Ben de hediye alacağımı ve İran’a özgü motifleri olan bir tabak baktığımı söyledim. Bana bir tabak gösterdi ve üzerinde Şah Abbas’ın resmi olduğunu, bunu alabileceğimi söyledi. Şah Abbas’ın resmi anlatılır gibi değil, çok komik ve sanki karikatür gibiydi. Keşke fotoğrafını çekseymişim. Ben de cevaben benim ablam Şah Abbas’ı nereden bilsin ben bu çirkin adamı hediye diye götüremem, bana çiçekli veya manzaralı bir tabak ver dedim. Neyse desenli bir tabak buldum da onu aldım ve rahatladım. Arkadaşım o günden beri bunu anlatıp anlatıp gülüyor.

Akşama doğru grupla anlaştığımız saatte buluşup otele geldik ve biraz dinlendikten sonra rehberlerimiz bizi akşam yemeği için Shahrzad Restaurant’a getirdiler. Ortam çok otantikti ve çok güzel bir müzik ziyafeti de verildi.




Yemekten sonra daha vakit erken olduğundan yolunu öğrendiğimiz Siesopol Köprüsüne gittik. Akşam olunca Köprünün çevresi daha kalabalıklaşmıştı ve gece görüntüsü çok daha güzeldi. Köprünün üzerinde ve Nehrin kıyısında uzun süre yürüyüş yaptık. Pek çok insan ve özellikle gençler Köprünün çevresinde yürüyüş yapıyorlar ve kimisi de kenarlara oturmuş sohbet ediyordu.






İsfahan'da geçirdiğimiz son geceydi. Buradan Abbasi Otel'e giderek çay içmeye karar verdik. Çok kalabalıktı ve oturacak yer bile zorlukla bulduk. Grup arkadaşlarımız Gökhan bey ve eşi İdil hanım bize evlenme hikayelerini anlattılar. Gerçekten çok tatlı dilli ve hoş sohbet bir çiftti. Kısa bir süre için de olsa onları tanıdığıma çok memnun oldum.Çayımızı içip biraz sohbet ettikten sonra otelimize döndük. Ertesi gün "Çöl Melikesi" Yezd bizi bekliyordu.