3 Kasım 2016 Perşembe

On 06:06:00 by Gülten İşcimen in    No comments




25 Eylül 2016

Almanya’nın en önemli kültür ve sanat merkezlerinden birisi olan Leipzig şehri, Bach, Schubert, Mendelssohn, Martin Luther, Goethe, Schiller gibi dünyaca ünlü kişilere ev sahipliği yapmış ve bunun yanında Neue-Leipziger-Schule sanat akımıyla da bilinmekte. Burası Goethe’nin Faust’unda “Küçük Paris” olarak tanımlanmakta.

Dünya Savaşı sırasında bombalanan Leipzig, şehir merkezinin restorasyonunun ardından eski formuna kavuşmuş. Zaten Leipzig’in tarihi merkezindeki ara sokaklarda dolaştığınızda art-nouveau havasını hissedebiliyorsunuz. Daha önceleri Slav kökenlilerin Lipsk ismiyle çağırdıkları bu bölge “ıhlamur ağaçlarının bulunduğu yer” anlamına geliyormuş. Önceleri ticaret ile gelişmiş olan şehir, 16. yüzyıldan itibaren sanatsal ve kültürel aktivitelerin yoğunlaşmasıyla farklı bir kimliğe bürünmüş ve bunda da Goethe’nin katkısı oldukça fazla olmuş.

Saksonya eyaletinin en büyük şehirlerinden birisi olan Leipzig’in nüfusu beşyüzbini biraz geçiyor. Daha 1933’te yediyüzbine erişmiş olan Leipzig, yaşanan tarihsel süreçlerden etkilenmiş ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında sürekli göç vermiş. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi sonrasında da özellikle genç nüfusun batıya göçmesiyle nüfus neredeyse dörtyüzbinlere kadar düşmüş. Günümüzde Alman hükümeti ve yerel yönetimlerin aldıkları önlemlerle bu göçün önüne geçilmeye çalışılıyormuş.

Biz de bu güzel şehri görmek istiyorduk ve Berlin’den buraya gelmek üzere otobüs biletimizi önceden almıştık. Flixbus’dan aldığımız biletler gidiş dönüş olarak 15.80 Euro tutmuştu. Berlin'de kaldığımız otel otobüs terminalinin de bulunduğu Charletenburg bölgesindeydi. Sabah erkenden kalkarak otobüs terminaline gitmek için yola çıktık. Aslında Terminal yakınında hem metro durağı hem de tren istasyonu varmış. Ama biz otobüsü kaçırma riskini göze alamadığımızdan taksiyle gitmek istedik.Taksi şoförüne Terminale gitmek istediğimizi söyledik ve aramızda konuşmaya başladık. Meğerse şoförümüz de Türk değilmiymiş. Bunu da öğrenince iyice rahatladık. Taksi hatırladığım kadarıyla yaklaşık 7.40 Euro tuttu. Ücret uygun olunca iyi ki de trenle veya metroyla uğraşmamışız dedik. Terminale geldiğimizde hareket saati 6 olan otobüsümüz henüz perona gelmemişti. Biraz bekledikten sonra gelen otobüsün görevlisine biletimizi okutturarak bulduğumuz boş koltuklara yerleştik. Yer numarası diye bir uygulama olmadığından istediğiniz yere oturabiliyorsunuz. Sabahın çok erken saati olduğundan gidiş sırasında biraz kestirmeye çalıştık.

2 saat süren yolculuğumuz sonrasında Leipzig’e ulaştığımızda otobüs bizi sıradan bir caddede indirdi. Pazar sabahı ve saat 8 civarı olduğundan şehir çok ıssız gibi gözüküyordu. Şehir merkezine nasıl gideriz diye düşünerek otobüsle gelirken gördüğümüz üniversite tarafına yürümeye başladık. Meydana gelince zaten şehrin merkezinde olduğumuzu anladık. Burası şehrin kalbi sayılabilecek ünlü meydanı Augustusplatz’dı.

Sabah otelden kahvaltı yapamadan ayrılmıştık. Hemen Goethe Strasse'nin köşesinde yer alan Lucas Cafe’ye girerek birer yumurtalı sandviç ve çay istedik. Bu menümüz 7.30 Euro tuttu. Kafenin ortamı çok güzeldi ve yediğimiz sandviç de ekmeğinden dolayı oldukça lezzetliydi. Uzun süre orada oturduk ve Almanya’nın pastaları da meşhur olduğundan bir dilim pasta ve 2 latte alıp buna da 6.10 Euro ödedik. Leizig’e yolu düşenlere bu kafeye gitmelerini öneririm.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra sıra şehri keşfetmeye gelmişti. Kafeden çıkınca caddenin başında bazı heykeller gördük. Bunların ne olduğunu bilmiyorum ama çok güzel tasarlanmış bir heykel setiydi. 



Meydana geri döndük. Bu geniş meydan her bir tarafında farklı dönemlerden kalmış mimari yapılarla çevrilmişti.

Tarihi 1785’lere kadar giden bu meydanın ismi Saksonya’nın ilk kralı olan Frederick Augustus’a atfen 1839 yılında verilmiş. 1928 yılında meydanın adı değiştirilerek Karl Marx Platz yapılmış, Hitler döneminde eski ismine dönmüş, 1953 yılında Doğu Almanlar Karl Marx’a çevirmişler ve en nihayetinde 1990 yılından sonra Augustusplatz ismine dönmüş. Augustusplatz, tarihte birçok önemli olaya şahit olmuş. Şehrin önemini artıran tarihi olaylardan en önemlisi Napolyon’un, 1813’te Avrupa devletleri tarafından oluşturulmuş ittifak ile Leipzig’de karşı karşıya gelmesi ve burada yenilmesiymiş. Bu yenilginin anısına Augustusplatz’dan geçen caddeye 18 Ekim Caddesi (Strasse des 18.Oktober) denilmiş.

Meydanın etrafında yer alan binaların önüne giderek mimari yapıları hayranlıkla seyrettik. Önce Konser Salonu Binasına gittik. Gewandhaus Concert Hall, Doğu Almanya’nın inşa ettiği tek konser salonuymuş ve 57 ay süren yapım sonrasında 1981 yılında hizmete açılmış. Aynı yerde inşa edilen 3. konser binasıymış. Biz binanın içini göremedik, burada etkinlik de izleyemedik ama konser salonunun mükemmel bir akustiği olduğu söyleniyor. Vakti uygun olanların mutlaka burada bir konser izlemelerini tavsiye ederim. 


Burası Leipzig’deki sanat tutkunlarının buluşma noktasıymış. Leipziger Universitatstrum’un hemen yanıbaşında bulunan bu bina dış yüzeyinde kullanılan cam mimarisiyle adeta ışıldıyordu. Neues Gewandhaus, Leipzig Filarmoni Orkestrasına ev sahipliği yapıyormuş. 2015 yılı sonunda ölen meşhur Alman orkestra şefi Kurt Masur uzun yıllar burada görev yapmış.


Gewandhaus Concert Hall’ın hemen önünde yer alan çeşme ise “The Mende Fountain (Mendebrunnen)” adını taşıyor ve Leipzig’deki en büyük çeşmeymiş. Çeşme bir tüccarın dul eşi olan Pauline Mende tarafından 1883-1886 yıllarında yaptırılmış. Bu nedenle de onun onuruna çeşmeye adı verilmiş. Savaştan zarar gören Çeşme 2014 yılında restore edilmiş. Çeşme gerçekten çok hoş gözüküyordu.



Neues Gewandhaus’un tam karşısında ise Leipzig Opera Binası (Oper Leipzig) yer almakta. Leipzig Operasının kuruluşu 1693 yılına kadar gitmekteymiş. İkinci Dünya Savaşında yerle bir olan bina 1960’ta yeniden açılmış. Burası Avrupa’da “La Fenice (Venice, Italy) ve Hamburg State Opera’dan sonra en eski 3. Opera binasıymış. Operanın kendi orkestrası yokmuş ve Gewandhaus Orkestrası ile işbirliği yapılarak orkestranın Opera’da da performans sergilemesi sağlanmış. Opera ve bale prodüksiyonları 1267 koltuklu bu salonda yapılıyormuş. Sanat yönetmenleri seçimle geliyormuş ve 5 yıl süreyle görev yapıyorlarmış. Tabi biz yine zaman kısıtı nedeniyle burayı da gezemedik ve bir etkinlik de izleyemedik.


City High-Rise (City-Hochhaus) yine bu meydanda yer alan 36 katlı 143 metre yüksekliği ile şehrin simgesi olan bir yapı. Açık bir kitaba benzetilen şekli ile bu yapı 1968-1972 arasında inşa edilmiş. Başlangıçta burası Leipzig Üniversitesi kampüsünün bir parçası iken daha sonra Saksonya Hükümeti tarafından Merrill Lynch’e satılmış. Binada çok sayıda ofis, bir panorama restoran ve çatı katında bir gözlem platformu bulunuyor. Leipzig şehrinin en iyi görüleceği platform olduğu söyleniyor ama maalesef biz yine vaktimiz olmadığından buraya da çıkamadık. Üniversiteli gençler bu binaya “Dev”, “Dik Yamaç”, “Bilgelik Timsali”, “sivri diş” ve “20’lik diş” gibi isimler vermişler. Restorasyon sonrasında dış yüzeyine kaplanan gri granitle birlikte bina çok parlak ve heybetli gözüküyordu.


Bizim nedense dikkatimizden kaçan Democracy Bell (Demokratieglocke) ise yumurta şeklinde bir anıt ve Grimmaische sokağının girişinde yer alıyor. 2009 yılında barış devriminin yirminci yılının anısına dikilmiş. Heykelin amacı 9 Ekim 1989’da 70.000 gösterici ile toplanan ve Doğu Almanya rejimini deviren tarihi Pazartesi gösterisini kutlamakmış.

Meydandaki bir diğer yapı ise “The Paulinum” ismini taşımakta. Burası kiliseye çok benzeyen bir bina olduğundan başta kilise zannettik. Böyle düşünülmesinin sebebi Doğu Almanya’nın komünist rejimi sırasında 1968’de yıkılan St. Paul Kilisesi (Paulinerkirche) yerine açılması olabilir. Paulinum yıkılan kilisenin anısına 2007’de açılmış ve ön cephesi orijinal kilise özelliklerine benzetilerek Gotik mimari üslubuyla inşa edilmiş. Üniversitenin genel kurul salonu, bir oratoryum ve enformatik bilimi ile matematik fakültelerinin odaları burada yer almaktaymış. Eski kiliseden kalan objeler de burada sergileniyormuş. 



Burayı da dışarıdan gördükten sonra yürümeye başladık. Artık ortalık hareketlenmeye başlamıştı. Caddede yerel müzik yapan bir grup vardı. Biraz yavaşlayarak onları dinledik. Hava çok güzeldi ve güneş yüzünü göstermeye başlamıştı.


Bu caddede ilerlerken ilginç bir dilenme şekliyle karşılaştık. Her ülkenin kendine has dilenme yöntemleri olabiliyor.


Biraz daha ilerleyince sağ taraftaki küçük bir meydanın girişinde iki yanında yatmış iki aslanın beklediği ve 1918 yılında yapılmış çok güzel bir çeşmeyle karşılaştık. Bu çeşmenin arkasında ise önünde Goethe’nin heykelinin bulunduğu altın varaklı bir bina bulunmaktaydı. Bu binayla ilgili bir tabela göremediğimden ne olduğunu bilemiyorum. Belki de Goethe’nin yaşamış olduğu ev olabilir.



Meydanın diğer kısmında ise çok güzel bir mimarisi olan bir Müze bulunmaktaydı. Altes Rathaus’un içinde bulunan Stadtgeschichtliches Müzesi olduğunu öğrendiğimiz bu Müzede Leipzig’in geçmişine ait eşsiz eserler ve dokümanlar bulunuyormuş. Müze’ye giriş Rathaus’un arka tarafından yapılıyormuş. Bina II. Dünya Savaşında hasar almış ancak çok iyi bir şekilde restore edilmiş. Binaya hayranlıkla bakmaktan kendimizi alamadık. Bu binanın orta kısmında yer alan kulede gün içerisinde çeşitli aktiviteler de yapılıyormuş.


Küçük meydanın yanından dolaşarak Leipzig’in en güzel yerlerinden birisi olan Pazar Meydanına çıktık. Burası Naschmarkt olarak adlandırılıyormuş. Leipzig Markt (Eski Pazar), şehrin en eski ve en hareketli bölgelerinden birisi olarak buluşma noktası işlevini de yerine getiriyor. Meydanın ortasında bir sahne kısmı, çeşitli eşyaların satıldığı küçük tezgahlar ve yiyecek satan yerler bulunuyor.



Leipzig’in eski Belediye Binası Altes Rathaus (Old Town Hall), Almanya’da Rönesans etkisinde yapılmış en şaheser bina olarak görülüyor. Bina, 1556’da inşa edilmiş ve daha sonra 18. yüzyılda da ilaveler yapılmış. İçerisinde 53 metre uzunluğunda büyük bir balo salonu varmış. Saksonya zamanında saray festivalleri, kraliyet düğünleri, el sanatları festivalleri ve okul festivalleri için kullanılıyormuş. Binanın arka tarafından da gördüğümüz üzere 1909 yılından bu yana Şehir Tarihi Müzesi olarak kullanılmakta.



Altes Rathaus‘un da bulunduğu Markt Meydanının hemen yakınında ise 1555 yılında yapılan Tartım Evi bulunuyor. Burada eskiden arabalar tartılıyor ve gümrük işlemleri yapılıyormuş. Burayı da sanırım gözden kaçırdık. Daha sabah saatleri olduğundan Pazar yeri çok hareketli değildi. Yürümeye devam ettik. Bir süre yürüdükten sonra şehrin en ünlü pasajlarından birisi olan Mädler-Passage’ı gördük. 


Leipzig’in en iyi alışveriş bölgesi olan Neumarkt’da bulunan bu pasajda Goethe’nin Faust’unun hayaleti hemen her köşede kendisini hissettiriyor. The Mädler Passage, Leipzig şehrinin ticaret ve sergi merkezi olmasıyla ilgili tarihi ve mimari geçmişini en iyi yansıtan birkaç yapıdan birisiymiş. Bu binanın tarihinde iki ileri görüşlü işadamı Dr. Heinrich Stromer von Auerbach ve Anton Mädler rol oynamış. Her ikisi de kendi dönemlerinde binayı şekillendirmiş. 1525 yılında Leipzig Üniversitesinin rektörü olan Stromer von Auerbach buraya önce bir şarap evi açmış ve çok başarılı olunca 5 yıl sonra aynı yere “Auerbach’s Hof” adında bir sergi salonu da inşa etmiş.


1625 yılında buranın 100. yıl dönümünde Auerbach’ın bir akrabası olan konsey üyesi Johann Vetzer sergi salonunun yeniden inşası için çalışmalara başlamış. Ressam Andreas Brettschneider’e Dr.Faustus efsanesine dayanan 2 duvar resmi sipariş etmiş. Bir panel Faustus’un bir şarap fıçısını taşırken ve diğeri de bir Leipzig tavernasında öğrencileriyle içerken resmedilmiş.

1911 yılında ticari konsey üyesi olan Anton Mädler, Auberbach’s Hof’u ve bitişiğindeki birkaç işletmeyi satın almış. İdealist olan Mädler, modern bir renovasyon yaparak burayı dünya çapında bir yer haline getirmek istemiş. Mädler-Passage bu yıllarda porselen, şarap ve deri eşyalar için bir sergi salonu olarak kullanılmış. Bu gelenek GDR rejimi yıllarında da devam etmiş.1997 yılında ise bu yapının tamamı eski tarihini yansıtacak şekilde başarıyla restore edilmiş. 

Auerbachs Keller’in her iki girişinde yer alan bronz heykeller Mathieu Molitor tarafından Goethe’nin Faust’undaki sahnelerinden esinlenerek yapılmış. Heykellerin ayaklarına dokunmanın iyi şans getirdiği söyleniyor.



Heykellerin yanından merdivenlerle inilen Auerbachs Keller, Almanya’nın en meşhur restoranlarından bir tanesi. Günümüzde Goethe’nin ve diğer meşhur ziyaretçilerin resimleri ve belgeleri Auerbachs Keller’ın duvarlarını süslüyormuş. Bu Restorantın Grosser Keller ve “Goethe Odası” da dahil 4 tarihi odadan oluşan Historische Weinstuben adında iki farklı bölümü bulunuyor. Biz akşam saatlerinde buraya tekrar geldik ve tarihi kısmını kapalı gördük. Grosser Keller'de ise yemek servisi yapılıyordu ancak biz vakit olmadığından kapısından şöyle bir bakarak ayrılmak zorunda kaldık. Ancak gördüğümüz kadarıyla buranın atmosferi muhteşemdi.

Pasajın içini de gezelim dedik ancak daha çok erken olduğundan dükkanlar ve kafeler açılmamıştı.



Pasajda muhteşem art nouveau dekoruyla Mephisto Bar’ı gördük. Biraz vaktimiz olsa burada oturmayı çok isterdim.


Caddede yürümeye devam ettik ve cam dış cephesiyle ve önündeki çok hoş bir heykelle birlikte Zeitgeschichtliches Forum Leipzig binasını gördük. Burası bir tarih müzesiymiş ve Almanya’nın II. Dünya Savaşı sonrasında bölünmesi ve tekrar birleşmesi ile ilgili bilgi ve belgeler bulunuyormuş.


İlerlemeye devam edince Leipzig’in en ünlü yapılarından birisi olan St. Thomas Kilisesi’ni gördük. Ünlü Lüteriyen Kilisesi Thomaskirche’yi ünlü hale getiren pek çok neden bulunmakta. Thomaskirche Korosu olan Thomanerchor bugün hala dünyadaki en iyi bilinen koroymuş. Daha önceden de burada 12. yüzyıldan itibaren Romanesk tarzında kilise yapıları bulunuyormuş. Gotik mimarinin iyi bir örneği kabul edilen St. Thomas Kilisesi (Thomaskirche), Merseburg Piskoposu tarafından 10 Nisan 1496’da takdis edilmiş. Martin Luther, 1539’da kutsal Pazar günü burada bir konuşma yapmış.



Johann Sebastian Bach ve Felix Mendelssohn Leipzig’in en önemli sembolleri olarak görülüyorlar. Thomas Kilisesi (Thomaskirche) aynı zamanda Johann Sebastian Bach’ın 1723 ve 1750 yılları arasında 27 yıl boyunca koro yöneticiliği yaptığı yer olarak da tanınıyor. Kısa oratoryolarının çoğunu bu kilisede yazan Bach’ın mezarı uzun yıllar aranmış ve bulunmasının ardından Thomaskirche’ye nakledilmiş.




Kilise 1943 yılındaki bir bombalamada yerle bir olmuş. Yeniden restore edilen kilisenin önünde Leipzig’li heykeltraş Carl Seffner tarafından 1908 yılında yapılan Bach’a ait bir heykel de bulunuyor.



Bach’ın bir zamanlar evi olan Bosehaus (Bach-Archiv Leipzig), Thomaskirche’nin tam karşısında bulunuyor. Burası tarihi 16. yüzyıla dayanan bir yapı ve daha sonra Georg Heinrich Bose tarafından Barok tarzında yenilenmiş. Günümüzde Bach’ın hayatının, orijinal el yazmalarının ve eserlerinin interaktif şekilde sesli anlatım ve görsel çalışmalar ile sergilendiği bir müze olarak kullanılıyor. Müzeyi gezmek gibi bir niyetimiz yoktu ama binaya bakarken bir konser ilanı gördük. Öğleden sonra saat 3’de bir konser olacağı duyuruluyordu. Konser biletinin 15 Euro olduğunu öğrendik ve vaktimizi doğru kullanarak buraya gelmeye karar verdik.



Yürümeye devam ettik ve görkemli bir yapı gördük. Burası Bundesverwaltungsgericht adı verilen Almanya’daki beş federal yüksek mahkemeden birisiymiş. Tabi bu bilgiyi döndükten sonra öğrendim. Biz binanın yapısından dolayı müze olabilir diye düşünmüştük.


Kavşaktan diğer yöne yürüdüğümüzde yine görkemli bir bina tam köşede bizi bekliyordu. Burası da Neues Rathaus (New Town Hall) binası yani Yeni Belediye Binasıymış.Bu bina 1905 yılında yapılmış ve 114,8 metre ile Almanya’daki belediye binaları içinde en uzun kuleye sahip binaymış. Yapının dıştan görüntüsü çok etkileyiciydi ve adeta kale gibi görünüyordu.


Biraz ileride çok değişik modern bir mimarisi olan bir kilise gördük. Teslis mezhebinin bir kilisesi olan Propsteikirche St. Trinitatis’in önünde insanlar toplanmış ve sohbet ediyorlardı. Sanırım Pazar günü olması nedeniyle içeride ayin vardı. Biz de merakla içeriye girdik.


Bu kilise ilk olarak 1847 yılında eski şehirde inşa edilmiş ve II. Dünya Savaşı sırasında ağır hasar görmüş. Bu kiliseye bağlı olanlar yeni bir kilise yapılmasına karar vermişler ve mimarisiyle ilgili bir yarışma düzenlenerek bu bölgede yeni bir kilise yapılmış. İçerisi de oldukça farklıydı.


Yürümeye devam ettik ve çok güzel binalar gördük.


Hedefimiz Felix Mendelssohn Bartholdy’nin yaşadığı ve savaşta yıkılmaktan kurtulan yegane eviydi. Mendelssohn’un son günlerini yaşadığı ve hayatını yitirdiği Mendelssohn-Haus, 19.yüzyıldaki durumunu aynı şekilde korumaya devam ediyormuş. Her Pazar günü saat 11’de konserler veriliyormuş ve biz de bunu yakalarız diye umut ediyorduk. Birkaç kişiye sorarak en sonunda bu eve ulaştığımızda saat 11’i geçmişti ve biz de ne yazık ki konseri kaçırmıştık.


Mendelssohn bu evde ünlü oratoryosu “Elijah” ve diğer eserlerini bestelemiş. Evin arka tarafına yöneldik ve orada bir sergiyi gezme imkanı bulduk. Evin içine girip gezecek vaktimiz olmadığından yine dışından şöyle bir bakarak yolumuza devam ettik.



Artık Leipzig’in ana tren istasyonu olan Hauptbahnhof’a gitmemiz gerekiyordu. Burası 83.460 metrekare genişliği ile dünyanın en geniş tren istasyonu unvanını taşıyormuş. 1915’te yapılan ve içerisinde 21’i uzun yol için olmak üzere toplam 26 yolcu platformu bulunduran tren istasyonunda, alışveriş için mağazalar, dükkanlar ve restoranlar bulunuyor. Dükkan ve restoranların pek çoğu akşam saat 10’a kadar Pazar günleri de dahil olmak üzere açıkmış. Burası aynı zamanda bir film platosu olarak da kullanılmış.(Mr.Nobody, Obsession ve Shining Through filmleri) İstasyon, Leipzig’deki en etkileyici yerlerden biri olarak gösteriliyor. 



Şehirdeki gezeceğimiz yerleri tamamladıktan sonra kahve içmek için buraya tekrar gelmeyi kararlaştırdık.

Sabah yürüdüğümüz yola döndük ve böylece eski şehrin etrafında bir yuvarlak çizmiş olduk. Aynı güzergahı takip edince karşımıza bir heykel çıktı.


Thomas Kilisesinin diğer tarafında bulunan 2008 yılında bronzdan yapılmış 6 metre uzunluğundaki bu heykel ünlü Alman Müzisyen Felix Mendelssohn’a ait bir heykeldi. Orijinal Mendelssohn heykeli 1892 yılında Gewandhaus’un doğu tarafına yapılmış ancak müzisyenin Yahudi kökeni nedeniyle naziler tarafından yerle bir edilmiş. 


Leipzig, ayrıca ünlü piyanist ve koro direktörü Richard Wagner‘in de doğduğu şehirmiş. Bütün bunlar şehrin müzik geçmişinin ne denli zengin olduğunu gösteriyor. 

Bu arada saat 3’e yaklaşmıştı ve Bach Müzesindeki konsere gitmek için hızlı yürümeye başladık. Biletlerimizi alıp konserin yapıldığı küçük salona ulaştığımızda salonun tamamının dolu olduğunu gördük. Organizasyonla ilgilendiği belli olan bir adam bize yer gösterdi. Bir kadın solist Almanca uzun uzun bir şeyler anlattı ancak hiçbir şey anlamadık. Sonra konser başladı ve bu kadın soliste ilaveten iki çocuk ile bir erkek solist çok hoş bir konser verdiler. Sanırım daha çocuk yaşta böyle konserler verdirerek öğrencilerini toplum önünde olmaya alıştırıyorlar. Gelenlerin büyük kısmı da bu çocukların yakınıydı galiba. Çocuklar dahil solistlerin hepsinin sesi ve yorumu çok etkileyiciydi. 


Leipzig’de aynı zamanda dünyanın en eski kahve evi bulunuyormuş. Orijinal adı Zum Arabischen Coffee-Baum olan eve kısaca “Kahve Ağacı” deniyor. Biz de burayı bulup hem gezmek hem de biraz mola verip kahve içmek istiyorduk. Yönlendirme tabelalarından da yararlanarak kısa süre içinde küçük bir meydanda olan bu müzeyi bulduk. Coffee Baum binasının dış yüzeyinde yer alan heykel oldukça etkileyiciydi. 


Hem bir kafe hem de bir müze olan tarihi Zum Arabischen Coffe Baum’da, kahve ve Avrupa’daki kahve kültürü ile ilgili birçok bilgiye ulaşılabiliyor. Bu kafe ilk kez 1711 yılında hizmet vermeye başladığından Avrupa’nın en eski kafelerinden birisi olarak kabul ediliyor. Kafede zamanında aralarında Gotthold Lessing, Schumann, Goethe, Wagner ve Liszt’in de olduğu pekçok ünlüye servis yapılmış. Müze’nin giriş katında kafe, birinci katında bir restoran ve üst katlarında da müze kısmı bulunuyor. Her katında birçok tabloya yer verilmiş ve müze kısmında ise Arap kahve gemileri, kahve servis takımları, kafe oyunları gibi kahve kültürüne ilişkin resimler, bilgiler ve eşyalar sergilenmiş. Biz de önce müze kısmını gezdik ve özellikle fincan takımlarını hayranlıkla izlemekten kendimizi alamadık.



Müze kısmını tamamladığımızda oldukça yorulmuştuk ve dışardaki masalardan birine kendimizi attık. Güzel bir kahve ve eşliğinde kafenin spesiyali olan bir pasta sipariş ettik. Ortalık cıvıl cıvıldı ve buradan çok keyif aldık. 

Akşam olmaya başlamıştı ve hava kararmadan birkaç yeri daha görebilmek umuduyla sokak aralarında yürümeye başladık. Tipik bir Saksonya restoranı olan tarihi Zill’s Tunnel’ı gördük. Dış cephesinden tarihi bir yapı olduğunu anlayınca içine de şöyle bir bakmaktan kendimizi alamadık. İçerinin ambiyansı da oldukça etkileyiciydi.



Geçtiğimiz sokaklardaki masalar akşam için hazırlanmış ve insanlarla dolmaya başlamıştı.


Biraz dolaştıktan sonra St. Nicholas Kilisesini bulduk. Burası 1165 yılında ilk yapıldığında Romanesk üslubu kullanılmış, daha sonra 16.yüzyılda Gotik tarzına çevrilmiş ve 18.yüzyılda kule gibi Barok elementler kiliseye eklenmiş. Bach’ın pek çok çalışması ilk olarak bu kilisede icra edilmiş. St. Nicholas Kilisesi (Nikolaikirche), 1989’daki devrimi başlatan ve komünist rejimin bastırılmasını sağlayan barışçıl protestoların yapıldığı bir merkez olmuş. Her Pazartesi günü saat 5’te birçok kişi burada toplanıp “Wir sind das Volk” (bizler halkız) şarkısını söylemiş.


Bu kilise kapasite olarak Saksonya’daki en geniş kiliselerden birisiymiş. Biz içerisini gezemedik ancak kilisenin içerisi de neoklasik tarzında inşa edilmiş ve tavanı da palmiye ağacı gibi açmış sütunlarla destekleniyormuş.


Burayı da dışarıdan gördükten sonra tekrar Markt’a döndük ve sahnede eski şarkıları seslendiren bir vokal grubunu dinledik. 



Pazarda biraz amaçsızca gezdikten sonra tekrar Hauptbahnhof’a yani tren istasyonuna gittik. Buradaki Ludwig Cafe’nin kahve eşliğinde kitap okumak için çok uygun bir yer olduğunu okumuştum. Bizim kitap okuyacak vaktimiz yoktu ama bir kahve içerek ortamı teneffüs etmek istiyorduk. Gerçekten de çok hoş ve iyi düşünülmüş bir dizaynı olan, kitapevi ve kafe’yi etkin bir şekilde bir araya getirmiş bir mekandı.



Kahve içmekten vazgeçtik ve kafede oturarak bir çorba siparişi verdik. Domates çorbamız hem görüntü olarak hem de lezzet olarak gerçekten muhteşemdi.


Bu keyfi de yaptıktan sonra bu sefer Auerbachs Keller’in içini görebilmek umuduyla tarihi merkeze yürüdük. Ünlü restoranın tarihi kısmı kapalıydı ve diğer tarafına da kapıdan şöyle bir baktık. Duvarları çok güzel resimlerle bezenmiş geniş bir salonda servis yapılıyordu.




Dışarıya çıktığımızda harika bir klasik müzik konseri bizi bekliyordu. Genç bir gruptan oluşan bu müzisyenleri dinlemekte olan kalabalığa biz de karıştık ve biraz dinledikten sonra bozuk paralardan bir araya getirdiğimiz 1 Euro’yu vermek için arkadaşım hamle yaptı. Geriye döndüğünde bırakılan paraların tamamının kağıt para olduğunu ve sadece bizim bozuk para verdiğimizi söyleyince biraz mahcup olduk. Adamlar sokakta müzik yapan amatör müzisyenlerine bile değer veriyor diye biraz hayıflandık. Bizim ülkemizde bırakın amatörleri profesyonel müzisyenlere bile değer verilmez. Tabi bu söylediğim popüler müzik için geçerli değil.


Artık dönüş saatimiz yaklaşmıştı ve sabah otobüsten indiğimiz yere yürüyerek otobüsü beklemeye başladık. Almanlar çok dakik ve disiplinli olarak bilinirler ancak hareket saati 22.30 olan otobüsümüz neredeyse yarım saat kadar rötarla geldi. Yine görevliye biletlerimizi okutturarak bulduğumuz boş yere yerleştik. Berlin’e ulaştığımızda hemen bir taksiye bindik ve otelimizin yerini söyledik. Adamın tipinden Türk olduğunu anlamıştım ancak bozuntuya vermedim. Giderken konuşmalarımızı duyunca kendisi bize Türkçe hitap etti. Biraz da yolu karıştırdı ve ters yöne gitti. Sabahki taksiye ödediğimizden biraz fazla ödeyerek en sonunda otelimize ulaştık. Böylece Leipzig maceramız da sona ermiş oldu. Gidecek olanlara katkı olması bakımından vakit darlığı nedeniyle gezemediğimiz yerlere de şöyle bir değinip bu yazımı bitireyim istiyorum. 

Müzeler kompleksi olarak bilinen ve Alman art deco mimarisinin en güzel örneklerinden birisi sayılan Grassimuseum ilk olarak 1929’da açılmış. 2005’te ise İngiliz mimar David Chipperfield tarafından restore edildikten sonra yeniden hizmet vermeye başlayan binada üç müze birden yer alıyormuş.

Museum für Angewandte Kunst’da geleneksel el sanatları olan porselen, kilim ve modern ev tasarımlarıyla ilgili 2000 yıllık bir sergi bulunuyormuş. Museum für Völkerkunde’de ise birçok çağa ait sanat eserleri özellikle Güneydoğu Asya’ya ait olan antik eserler varmış. Museum für Musikinstrumente çoğunlukla Rönesans dönemine ait olan ve bunların arasında 1543 yılında İtalya’da yapılan dünyanın en eski klavseni olan bir müzik enstrümanları müzesiymiş. Bu müzede sürekli bir müzik sesi varmış.

Sachsenplatz Meydanı’nda bulunan Museum der bildenden Künste (Güzel Sanatlar Müzesi), şehrin önde gelen sanat galerilerinden birisiymiş. Şehrin sanat geçmişini yansıtan ve minimalizm örneklerini taşıyan Güzel Sanatlar Müzesi’nde 7000 metrekarelik bir alanda 3500’den fazla tablo, 1000 heykel ve 60000 grafik çalışması sergilenmekteymiş.

The Leipzig Zoological Garden 1878’de açılmış ve Avrupa’nın en iyi hayvanat bahçelerinden birisiymiş. 27 hektarlık alanı kapsayan bahçede 850 farklı türü görmek mümkünmüş.

Leipzig Savaşı Anıtı (Völkerschlachtdenkmal),Leipzig’in tarihinde oldukça fazla öneme sahip olan 1813 savaşlarında Napolyon’un askerleri ile Leipzig’in sırtlarında karşılaşan Prusyalı, Avusturyalı, Rus ve İsveçli askerlerden hayatlarını kaybedenler ve Napolyon’un aldığı büyük yenilgiyi anmak için 1913’de yapılmış. Temelden yüksekliği 124 metre ana binası 91 metre olan anıt Avrupa’nın en yüksek anıtları arasındaymış. 500 basamak ile çıkılan anıtın terasından şehir kuşbakışı görülebiliyormuş.

Dünyadaki ticaret fuarlarının en ünlüsü olan Leipzig Ticaret Fuarı (Leipziger Messe), yaklaşık 1,000 yıldan bu yana süren bir geleneğin mirasıymış. Leipzig aynı zamanda Oyun Kongresi, Leipzig Kitap Fuarı ve Uluslararası Otomobil Fuarı gibi etkinliklerle de anılıyormuş.

Leipzig pek çok alanda "ilki" gerçekleştirmiş bir şehirmiş. “Kahve Ağacı” Almanya’da açılan ilk kahvehaneymiş, Dünyanın ilk tıp dergisi burada yayınlanmış, Almanya’da lisans düzeyindeki kütüphanecilik eğitimi, kitap koruma merkezi, seyahat çeki, seri halde ansiklopedi, ders kitabı, kitap dizisi, günlük gazete ilk olarak Leipzig’de başlatılmış. 

Leipzig’in tarihindeki en önemli olay ise I. Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Versay Antlaşması neticesinde savaş suçu işleyenlerin yargılandığı davaların Leipzig’de görülmesiymiş.

Bu şehre yakın olan film ve dizilere konu olan Colditz ise vakti olanlarca görülmeye değer bir kasaba. Leipzig’e yaklaşık 50 km mesafedeki bu kasaba, II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın en büyük kalelerinden birine dönüşmüş ve Almanlar kaçması imkansız bir hapishane olarak en tehlikeli gördükleri suçluları buraya göndermişler. Günümüzde ise burası yaşlıların rehabilitasyon merkezi olarak kullanılıyormuş. Kalenin bahçesi, avluları ve savaş döneminde yapılan diğer yerler ise ziyarete açıkmış.

Leipzig, zihnimde tarihi binalarıyla, güleryüzlü insanlarıyla, yeşil doğasıyla, sanata ve kültüre değer veren bir şehir olarak yer etti. Gezip görmeye değer bir şehir midir diye sorarsanız kocaman bir evet derim.