7 Ağustos 2018 Salı

On 01:44:00 by Gülten İşcimen in    No comments


ÖZGÜRLÜK SEVDALISI BİR ŞEHİR

Birleşik Krallık’ta yer alan Belfast, Kuzey İrlanda’nın en büyük şehri olmasının yanında başkenti ve Castlereagh ve Newtofnabbey yönetim birimlerinin de merkezidir. Güney İrlanda'daki Dublin`in 166 km kuzeyinde yer alan Belfast, Dublin'den sonra İrlanda Adası'nın da en büyük ikinci şehridir. Şehir, gemi ticareti için çok uygun olan Belfast Halicinin güneybatısında, Lagan Nehri'nin ağzına yakın ve adını da aldığı bir alanda kurulmuş. İrlandaca Bealfeirste olarak söylenen Belfast, "Farset nehrinin ağzı" anlamındaki Bical Feirste'den türetilmiş. Şehrin güneyinde Castlereagh Tepeleri, kuzeyinde ise Antrim Tepeleri bulunmaktadır.

Britanya Adalarının en önemli limanlarından birisi olan Belfast, uçak yapımı, keten dokuma, halat yapımı, tekstil gibi alanlarda başarılı olduğu gibi Titanic gemisinin de yapımcısı olan dünyaca ünlü gemi inşaatçıları Harland&Wolff'a evsahipliği yapan bir şehir.


Şehrin tarihi geçmişi de oldukça zengin. Yapılan arkeolojik kazılar, kentin Paleolitik ve Tunç Çağlarında yerleşime açıldığını göstermiş. Bölgedeki en önemli keşif, yaşının 5000 yıldan fazla olduğu tahmin edilen Giants Ring adlı bir anıttır. Bugünkü kentin çekirdeğini ise Ulster kontlarının oturdukları 12. yüzyılda yaptırılan ve 17. yüzyıl başlarına kadar ayakta kalan şato oluşturmuş. Buna göre John de Courcy, 1177 yılında tepelerden birinde bir kale inşa ettirmiş. 1604 yılında ise bu defa Sir Arthur Chichester tarafından yeni bir kale yaptırılmış. İngiltere Kralı I.James döneminde (1603-1625), kent konumunu kazanmış. Belfast, bu dönemde yerleşim alanları arasında önemli bir yer sayılıyormuş. Bunun temel nedeni bereketli topraklarının olması ve ürettiği yağ, tahıl, deri, yün gibi ürünleri komşu ülkelere sağlamasıymış. 18. yüzyılın başlarında Belfast’ın nüfusunun yaklaşık 20.000 kişi olması da bu popülerliğinin bir göstergesi. Hatta daha o dönemde şehirde bankalar, postane, kültür ve eğlence mekanları kurulmuş. Belfast zaten ilklerin şehri olarak biliniyor ve en eski günlük gazetenin Belfast’ta yayınlandığı söyleniyor. 

Belfast, 1641 yılındaki İrlanda ayaklanmasından çok fazla zarar görmemiş. 17. yüzyıl başlarından itibaren İskoçlar buraya yerleşmeye başlamış. 17. yüzyılın sonlarında buraya Fransa’dan göç eden Huguenot (Protestan) mültecileri, keten bezi endüstrisinin kurulmasına öncülük etmiş. Şehir, dünya keten bezi üretiminin merkezi haline gelmiş ve Sanayi Devrimi sonrasında da gemi yapımı ve makineleşme bu büyüme sürecini daha da hızlandırmış. 

Şehir, II. Dünya Savaşı sırasında, 1941 yılında Alman savaş uçakları tarafından bombalanmış ve çok fazla zarar görmüş. Bununla birlikte yine de günümüze kadar ulaşabilen Victorian stili yapıları ile eşsiz bir hazineye sahip olduğu söylenebilir. Bu yapıları, tarihi eserleri ve güzel doğasıyla önemli bir turizm merkezi olmasına karşın, Kuzey İrlanda’nın bağımsızlığı için uzun yıllar mücadele eden İRA’nın (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) eylemleri nedeniyle turizm sekteye uğramış. 

Belfast ünlü isimlerin albümlerinde de kendine yer bulmuş. Boney M, Mapo de Oz, Katie Melua ve Elton John tarafından söylenen Belfast isimli şarkılar şehrin ne kadar önemli ve sevilen bir yer olduğunu göstermekte. Özellikle Boney M'in şarkısını dinleyince gençlik yıllarıma kadar gittim. Reyting rekorları kıran Game of Thrones dizisi de Belfast’da çekilmiş. Bir de çok hoşuma giden bir sözü Dalia Lama Belfast’lılar için söylemiş. “Değişimi kucaklayın ama geleneklerinizi bırakmayın.” 

Golf ise şehrin önemli bir ulusal sembolü olmuş. Dünyaca ünlü birçok sporcu Belfast’dan yetişmiş ve bu nedenle birçok seçkin spor merkezi de buraya konuşlanmış. 

Evet biraz uzun bir tanıtım yazısı oldu biliyorum ama bu şehir bunu hak ediyor diye düşünüyorum. Artık gezmeye başlayalım ne dersiniz! 

24 Haziran 2018 

Aslında başlangıçta Belfast’a gitmeyi planladığımı söyleyemem. Koşullar beni oraya götürdü diyebilirim. Gezi güzergahımın ana hedefini İskoçya oluşturuyordu. Ancak uçak biletini vaktinde alamadığım için Londra’dan Edinburgh’a uçakla gidiş oldukça maliyetli hale gelmişti. Bu nedenle çeşitli güzergah kombinasyonları yaparken Londra Belfast biletinin oldukça ucuz olduğunu (Ryan Air sağolsun) ve buradan da Edinburgh’a başka bir uçuş (Flybe Airlines) kullanarak daha uyguna gidebileceğimi tespit ettim. Dolayısıyla Belfast’da da bir gece kalmak ve burayı da gezmek farz oldu. 

Ancak iyi ki böyle yapıp önce Belfast’a gitmişim ve benim için huzurun adreslerinden birisi olarak kaydettiğim bu şehri görüp tanıma fırsatı bulmuşum. 

Bu arada Belfast'a gitmek için İngiltere vizeniz olması gerektiğini hatırlatayım. Bu güzergaha daha önce geldiğim ve vize de aldığım için vize işini hiç düşünmek zorunda kalmadım. 

Uçuşum çok erken bir saatte olduğu için Londra’da kaldığım hostelden daha deyim yerindeyse horozlar ötmeden ayrıldım. Resepsiyondaki görevli metronun 24 saat çalıştığını söyleyince içimde bir rahatlama oldu. Çünkü Stanstead Havalimanına gitmek için önce Victoria Bus Station’dan hareket eden National Express otobüsüne yetişmem gerekiyordu. Londra'da havaalanı otobüsleri için biletleri önceden alırsanız 3, 4 pound gibi oldukça uygun bir fiyata alabileceğinizi söylemeliyim. 

Nisan ayında Londra’ya geldiğimde aldığım oyster kartımı yani ulaşım kartımı kullanarak hemen metroya bindim ve bir aktarma daha yaparak Victoria İstasyonuna ulaştım. Buradan Victoria Bus Station yani Otobüs Terminaline gitmek için metro istasyonunun yan tarafındaki Buchingham Palace Road boyunca biraz yürümek gerekiyor. Otobüs Terminalinin girişindeki ışıklı panodan da otobüslerin hangi perondan kalkacağı bilgisini görebiliyorsunuz. Peron numarasını daha önceki seyahatimden bildiğim için doğrudan perona yürüdüm ve hareket saatini beklemeye başladım. Tam saatinde hareket eden otobüsle Stanstead Havalimanına ulaştım. Vaktinden epeyce önce gelmiştim ama böyle yapmanızı size de tavsiye ederim. Online check-in yapıp biniş kartımı da yanımda getirmeme karşın güvenlik kontrolünde çok uzun bir kuyruk oluşmuştu. Bütün parfüm, şampuan, diş macunu gibi ürünleri şeffaf poşetlere koydurup bagaj yanına koymamız isteniyordu. Ben de poşetleri fazla bulunca şampuanı ayrı kremleri ayrı poşete koymuştum. Sıram geldiğinde görevli bana hepsini tek poşete koymam gerektiğini söyledi. Biraz vakit kaybettim ama boyutları küçük ve kabul edilebilir olsa da bir poşetten fazla bu çeşit ürünün kabul edilmediğini böylece öğrenmiş oldum. 

Belfast’a öğleye doğru ulaştım. Uçağımın indiği Belfast International Airport’tan Belfast şehir merkezine ulaşmanın birden fazla yolu var. En ucuz olan yöntem belediye otobüsü ama durağını bulmak için biraz yürümek gerekiyor sanırım. Bunun dışında bizdeki Belko/Havataş gibi çalışan havaalanı otobüsleri var. Airport Express 300 otobüsü Belfast International Airport ve şehir merkezi arasında, Airport Express 600 otobüsü ise Belfast City Airport ile şehir merkezi arasında ulaşımı sağlamakta. Bunlar gün içerisinde daha sık olarak yarım saatte bir hareket ediyorlar. Tabi bir de en pahalı yöntem olan taksiler var. Bunları hiç araştırmadım bile. Hemen havalimanının ön tarafında bekleyen Airport Express 300 otobüsüne yöneldim. Otobüs daha yeni gitmişti anlaşılan, çünkü durakta bekleyen otobüsün kapısı bile açılmamıştı. Bir süre sonra şoför geldi ve bagajları yerleştirdikten sonra bilet ücretlerini alarak otobüse bindirmeye başladı. Tek yön bilete 8 pound ödedim. İsterseniz çift yön bilet alabiliyorsunuz ve dönüş biletinizi de bir ay içinde kullanabiliyorsunuz. Tabi böyle alırsanız biraz daha uygun fiyata geliyor. Dönüş uçuşum City Airport üzerinden olacağından tek yön almam yeterliydi. 

Kalacağım hosteli bulmak için önce şehrin merkezi olan Donegall Meydanı’nda inmem gerekiyordu. Otobüste durak bilgilendirmesi olmadığından pür dikkat geçtiğimiz yerlere bakıyordum ve Donegall Meydanını da son anda fark ederek otobüsten indim. Hava çok güzeldi ve Pazar günü olması nedeniyle çoluk çocuk herkes sokaklara çıkmıştı. City Hall yani Belediye Meclis Binasının önünde gençler, yaşlılar, çocuklar kimi çimenlere uzanmış, kimi sohbet ediyor, kimi güneşleniyor, kimi gazete, kitap okuyordu. Bina da çok heybetli, büyük ve gösterişli bir binaydı. Bu fotoğrafı yan tarafından çektiğimi söylersem binanın büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. 


1906 yılında açılan Belediye Binasında (City Hall), Belfast belediye meclisleri ve idari ofisleri bulunuyormuş. Bahçesinde ücretsiz rehberli turlarla ziyaret edilebilecek saatleri gösteren bir tabela vardı. Ancak ne yazık ki bu saatleri kendi gezi planıma uydurup içeriyi görme fırsatım olmadı. Bu da ön tarafından görünüşü. 


Barok tarzında olan binanın tasarımı, Londra’daki Mahkeme Binası Old Bailey’e benzetiliyormuş. Belfast’ın sembolü olan Belediye Binasının bahçesinde şehrin en büyük Christmas pazarı kuruluyormuş ve bu dönemdeki ışıklandırma ve süslemeleriyle de muhteşem gözüküyormuş. Haftanın her günü çimlendirilmiş bahçesinde oturan, uzanan, gezinen insanları görebiliyormuşsunuz. 


Şehir içi ulaşımını merak edenler için şehrin büyük kısmının yürüyerek gezilebilecek bir şehir olduğunu söyleyebilirim. Eğer vaktiniz çoksa ve yürümeyi de benim gibi seviyorsanız şehir içinde toplu taşıma kullanmanıza hiç gerek yok diyebilirim. Ancak toplu taşıma kullanmanız gerekirse şehir içi ulaşım sistemi hakkında bilgi almak için Visit Belfast Welcome Center'ı ziyaret edebilirsiniz. Bu merkez City Hall binasının tam karşısında yer alıyormuş. Gideceğim hostel için zaten önceden yol tarifi aldığım ve binmem gereken otobüs numarası ile yönünü bildiğim için bu merkeze gitme gereği duymadım. 

Çantam giderek ağırlaştığı için çok oyalanmadan binmem gereken otobüsü aramaya başladım. Durağın olduğu caddeyi sorunca hemen belediye binasının arkasındaki caddeyi tarif ettiler. Zaten Donegall Meydanı şehir merkezinin ticari ve en işlek bölgesi imiş. Buna bağlı olarak birçok otobüsün rotası da bu meydanın çevresinden geçiyormuş. 

Durağı bulduğumda binmem gereken otobüsün saatine oldukça zaman olduğunu gördüm. Durakta bekleyeceğime biraz daha çevreyi keşfetmeye karar verdim. Caddenin sonuna doğru ters tarafa gidince çok büyük bir katedral gördüm. Üzerinde taç şeklinde bir çan kulesi vardı. 


Yürüdüğüm caddeyi kesen ana cadde üstünde çok hoş mimarisi olan bir bina gördüm. Bunun opera binası olduğunu anlamak zor değildi. 


Opera binasının olduğu tarafa değil de diğer tarafa yürüyünce çok büyük bir bina ve önünde de bir heykel gördüm. Bu binanın Royal Belfast Academical Institution olduğunu bir gün sonra gezerken önündeki tabeladan öğrendim. 


Buraları daha sonra karış karış gezeceğim için özet geçiyorum. Otobüs saati yaklaşınca hemen durağa yöneldim ve gelen otobüsün şoförüne istediği 2 poundu uzattım. Gerek Belfast ve gerekse İskoçya'da bindiğiniz otobüslerde mutlaka bozuk paranız olmasına dikkat edin. Çünkü şoförler para bozmuyorlar. Bunu bildiğim halde Glasgow'da boşu boşuna dakikalarca otobüsün gelmesini bekledim ve şoför bozuk para isteyince otobüsten gerisin geriye inmek zorunda kaldım. Burada yanımda bozuk para olduğu için böyle bir sorun olmadı. Şoföre ineceğim durağı söyleyip o durağa geldiğimizde haber vermesini istedim. Bön bön suratıma baktı ve tamam dedi ama durağı anlamadığını hissettim. Yine kendi işimi kendim hallettim ve elimdeki yol tarifine göre otobüs duraklarını saydım. Buna rağmen otobüs her durakta durmayınca yine de bir durak geç inmişim ve gerisin geriye yürümek zorunda kaldım. Allahtan durak aralıkları fazla değildi. Öğle saatleriydi ve hava olağanüstü sıcaktı. Hostelin olduğu sokağı bulmak için yine birilerine sokak adını sormak zorunda kaldım. En sonunda binayı buldum ve kapıyı çalıp içeriye girdikten sonra görevli check-in saatinin 14.00 olduğunu söylemez mi! Keşke merkezde biraz daha dolaşsaydım diye hafif bir pişmanlık yaşamadım değil! Salonda oturup Dünya kupası maçlarını izleyenlerin arasına karıştım. 

Check-in vakti gelince bir oda şifresi ve bir de dış kapı şifresi verdiler. Resepsiyon görevlisi turistler için hazırlanan bir harita üzerinde hostelin yerini işaretleyerek gezebileceğim yerleri gösterdi. Tarihi St George’s Market isimli pazar yeri sadece hafta sonu açıktı ve Ulster Müzesi de Pazartesi günü kapalıydı. İkisinden birini tercih etmem gerekiyordu. Gezilecek yerleri, açılış kapanış saatlerini anlatan genç resepsiyon görevlisi Nehir kenarından yürüyerek pazara gidebileceğimi ve keyifli bir yürüyüş olacağını söylediğinden önce pazara ve hızlı hareket edersem saat 6'da kapanacak müzeye yetişebileceğimi hesapladım. 

Kaldığım yer en üst katı kadınlar ve bir alt katı da erkekler yatakhanesi olan küçük bir hosteldi. Ancak çok memnun ayrıldığımı söylemeliyim. Lagan Backpackers isimli hostelin fiyatı da oldukça uygundu ve 1 gece için kahvaltı dahil 13 pound ödedim. Hemen eşyalarımı odaya bıraktıktan sonra görevlinin yol tarifine göre nehir kenarına indim. 


Lagan Nehri ne güzel bir nehirdi, nazlı nazlı akıp gidiyordu. Her iki tarafına yürüyüş yolları, küçük parklar yapılmış, banklar konulmuş. Kimi bisikletiyle, kimi bebek arabasıyla geçiyor, koşanlar, çimenlerin üstünde güneşlenenler. Çok huzur verici bir atmosferi vardı ve kendimi tüm sorunlarımdan azade hissettim. 


Havanın güzel olmasından istifade edip güneşlenenler bile vardı. Belfast'da yılın 300 günü yağmur yağdığı rivayet ediliyor! 


Bu şekilde uzun süre yürüdükten sonra şehirdeki 8 köprüden birisi olan Albert Köprüsüne ulaştım. 


Elimdeki haritaya göre köprüye gelince sola dönerek Pazar yoluna saptım. Bulamadım diye düşünerek bir kadına sordum ki o da az ilerideki binayı gösterdi. Ama saat 4’de kapanmıştır dedi. Ancak hostel çalışanı Pazar günleri 5’de kapandığını söylediğinden içim rahattı. Hemen vakit kaybetmeden binaya doğru yürüdüm ve kapıların birinden kendimi içeri attım. Pazarın içerisi oldukça kalabalıktı ve bir müzik grubu çalıp şarkı söylüyordu. 



St George Market Kuzey İrlanda’da yok olmaktan kurtulan son Victorian stili üstü kapalı Pazar yeriymiş. Bu bina Lagan Nehrine ve Waterfront Binasına oldukça yakın olan May Caddesi üzerinde bulunuyor. Şimdilerde Belfast Şehir Meclisi olan Belfast Birliği bu binayı 1890 ve 1896 yılları arasında üç aşamada yaptırtmış. 1890 yılından önce bu binanın bulunduğu yerde üstü açık bir Pazar yeri varmış ve burada muhtemelen bir kesimhane ile et pazarı varmış. Bugün ise gelişmiş ve modern bir Pazar yeri olarak 300’e yakın tüccar, el işleri sanatçısı, müzisyen ve gıda satıcısı bulunuyormuş. Pazar, oldukça geniş bir alana yayılıyor ve sadece cuma, cumartesi ve pazar günleri açık. 



İyi ki bu pazara gelmişim, burası çok renkli ve canlı bir yer. Rengarenk standlar arasında gezinmeye başladım. Aslında özellikle resimlerin ve el sanatlarının fotoğraflarının çekilmesinden hoşlanmaz insanlar. Ancak benim yabancı olduğumu anlayınca kimse sesini çıkarmadı. Hatta birisi poz bile verdi, ne hoş değil mi! 


Zaten İrlandalılar ve İskoçlar genel olarak çok eğlenceli ve yardımsever insanlar. Dublin’de de bunu yaşayarak deneyimlemiştik. Eğlenceli yönlerini ve eğlenmeyi sevmelerini kıskanmadım desem yalan olur. Bizim ruhumuz kararmış, eğlence olarak sadece televizyonu olan bir toplum haline geldik. 


Gittiğim her şehirden hatıra bir eşya almaya çalıştığımdan el yapımı olan ve üstüne bir karikatür çizilmiş bir magnet aldım. Belfast’ın yemekleri meşhurmuş ve bunu hicveden Belfast Belly yani Belfast göbeği nasıl olur diye yemeklerin ve içeceklerin adının yazıldığı bir karikatürdü. Magneti yapan kadıncağız bana birşeyler anlattı ama hiçbir şey anlamadım. Anlamış gibi yapıp gülümseyerek kafa salladım. Ne İrlanda ne de İskoç şivesiyle konuşulan İngilizceyi anlamıyorum. Zaten İngilizlerin konuşması bile bazen bana anlaşılmaz geliyor.


Bu arada ortadaki müzik grubu çalıp söylemeye devam ediyordu. Yiyecek ve içeceklerini alanlar masalara oturmuş dinliyor ve eşlik ediyorlardı. Müzeye gitmekten vazgeçtiğim için buranın keyfini çıkarmaya karar vermiştim. 


Saat 5’e doğru herkes toparlanmaya başladı ve müzik de sonlandı. Hemen dışarı çıkarak birkaç tane de binanın dışından fotoğrafını çektim. 


Geldiğim yöne değil de pazarın yanındaki sokaktan ileriye doğru gittim. Yol üzerinde önce Waterfront Hall binasını gördüm. Buraya yine gelirim düşüncesi ile fotoğrafını çekmemişim. Bu da bana ders olsun çünkü çoğunlukla bu tür seyahatlerde vakit de sınırlı olduğundan aynı yere birden fazla gidemiyorsunuz. Bu bina çok amaçlı bir konferans ve kültür merkeziymiş. Daha ileriye yürüyerek sokağın sağına Nehir tarafına döndüm. İşte o zaman ileride bir köprü ve köprü başında da çok büyük metalden yapılmış bir kadın heykelini gördüm. 


Burası Thanksgiving yani Şükran Meydanıymış. Bu kadın figürü ise kaynağını klasik ve Kelt mitolojisindeki imajlardan alıyor, umut ve özlem, barış ve uzlaşma gibi çeşitli allegorik temaları temsil ediyormuş. Heykelin amacı insanları biraraya getirmek, kalpleri ve zihinleri değiştirmek ve toplumdaki bölünmüşlüklere bir köprü kurmakmış. 


Ara bir sokaktan iç kısımlara doğru giderken şehrin merkezi sayılabilecek Victoria Meydanını buldum. 


Burada da bir müzik grubu sokak müziği yapıyordu. Meydanın etrafını çevreleyen binalar mimari olarak çok hoş gözüküyordu. 



Burada camdan bir kubbe şeklinde inşa edilen 4 katlı bir alışveriş merkezi var. Dome adı verilen bu binanın en üst katına rehberle ya da rehbersiz çıkarak şehri tepeden seyretmek mümkünmüş. Vaktim fazla olmadığından bunu maalesef yapamadım. 


Yürümeye devam ederek daha önce gördüğüm opera binasının bulunduğu caddeye geldim. Grand Opera, dönemin en gözde tiyatro mimarı olan Frank Matcham tarafından 1895 yılında inşa edilmiş. II. Dünya Savaşı sırasında Büyük Opera büyük hasar görmüş. 1970’lerin başlarında bu binanın yıkılarak yerine iş merkezi yapılması gündeme gelmiş. Neyse ki toplumun karşı çıkması üzerine Sanat Konseyi korunması gereken bir yapı olarak bu binayı da listesine almış. 


1976-1980 arasında da çok geniş bir restorasyon yapılmış. Europa Hotel’in yakınında olması nedeniyle 1991 ve 1993 yıllarında bu oteli hedefleyen bombalardan nasibini alarak büyük hasar görmüş. Bununla birlikte yine de müzikallere, oyunlara, pandomimlere ve canlı müzik gösterilerine ev sahipliği yapmaya devam etmiş. Daha sonra, 2006’da büyük bir uzantı eklenerek son şeklini almış. Oryantal stilin uygulandığı tiyatro mimarisinin en güzel örneği olarak gösterilmekteymiş. Gerçekten de hem gün ışığında hem de gece çok hoş gözüküyor. İçine de girip bir gösteri izlemek isterdim. 


Bahsettiğim gibi Grand Opera’nın hemen devamında Europa Hotel bulunuyor. 36 kez bombalanan Europa Hotel Avrupa’nın ve Dünyanın en çok bombalanan oteli olarak kabul ediliyor. Buna rağmen hiç kapanmamış, başkan, başbakan ve ünlüleri de konuk etmeye devam etmiş. 


Europa Hotel’in hemen karşısında şehrin bir diğer önemli yapısı kısaca The Crown denilen The Crown Liquor Saloon bulunuyor. Burası zamanın muazzam Victorian çin saraylarından birisiymiş. Aslında bu bina demiryolu tavernası olarak inşa edilmiş, 1885 yılında bara dönüştürülmüş ve o zamandan sonra da en az 2 kere yenilenmiş. Buranın da Europa Hotel gibi çok sayıda bombalandığı söyleniyor. Victorian döneminin bu ünlü barı National Trust Vakfı’na devredilmiş. 


Bar iç dekoruyla sizi hem geçmişin dünyasına sürüklüyor, hem de ihtişamlı görüntüsüne ağzınız bir karış açık büyülenmiş gibi bakıyorsunuz. İç kısmının dekorasyonunda kırmızı granitten barını, çok şık panellerle birbirinden ayrılarak özel alan yaratılmış kabinleri, yere döşenmiş içiçe geçmiş mozaikleri, vitray pencereleri ve gaz lambalarıyla aydınlatılan çok ince işlenmiş tavanı görüyorsunuz. Tuvalet kapısı bile bu ortama yakışır şekilde yapılmış. 


Bir daha gideceğimi düşündüğümden çok dikkat etmedim ama barın girişinde, zemine mozaiklerden dev bir taç yapılmış. Barın ismine atıf yapan bu tacın üstüne Bağımsızlık yanlısı Cumhuriyetçiler keyifle basıyormuş. 


Barın içi gibi dış tarafı da oldukça etkileyici. Yine rengarenk seramiklerle bezenmiş dış kaplama sizi daha uzaktan etkiliyor. 



Bu caddede yürümeye devam ettim. Bu sefer hedefim meşhur Queen Üniversitesini bulmaktı. Üniversite Caddesinde yürürken karşıma yaklaşık yüz yaşında olduğu belirtilen Crescent Kilisesi çıktı. Binası ilginç geldi bana. 


Kısa bir mesafe sonra Queen’s Quarter yani Kraliçe Bölgesi denilen bir alana çıktım. Queen Üniversitesi, Ulster Müzesi, Botanik Bahçesi hepsi bu bölgede bulunuyormuş. Zaten önünde devasa bir melek heykeli olan şahane üniversite binasını görmemek mümkün değil. Bu üniversite İngiltere’nin en prestijli eğitim tesislerinden birisiymiş. O kadar büyük bir bina ki kadraja sığdırmakta zorlandım. 



Kraliçe Victoria tarafından 1849’da kurulan bu binada ilk öğrenciler “Queen’s College” olarak öğrenime başlamış. 300’e yakın akademik programa sahip olan bu üniversite önde gelen araştırma kurumları arasında gösteriliyormuş. Binanın çevresinde yemyeşil ve çok güzel bahçeler bulunuyor. İçine de girdim ve üst kata çıktım. Burada küçük bir sergi salonu vardı. 


Ortalık çok ıssızdı. Birisi bir şey söyler endişesiyle kapıdan şöyle bir baktım. Girişte ise o saatte kapalı olan bir hediyelik eşya dükkanı vardı. 


Melek heykeli ise bu üniversitenin mezunu ve çalışanlarından Büyük Savaşta ölenlerin anısına dikilmiş. Büyük Savaş dedikleri sanırım II. Dünya Savaşı olmalı. 


Üniversitenin yanında bir de şapel var ama kapalı olduğundan içine giremedim. İngilizler Katolik İrlandalıları Protestan yapmak için her yolu denemiş gördüğünüz gibi. 


Tabelaları takip ederek Botanik Bahçesine girdim. Burada hemen sağ tarafta Ulster Müzesi bulunuyor. Ne yazık ki buraya geç gelmiştim ve Pazartesi günleri kapalı olduğundan ertesi gün de gezemeyecektim. 8000 metrekare sergi alanıyla Kuzey İrlanda’nın en geniş müzesi kabul ediliyormuş. Ulster Müzesi, güzel sanatlar, uygulamalı sanatlar, arkeoloji, halk kültürü, tarihi paralar, bitki, hayvan ve taş koleksiyonları gibi çok çeşitli sergilere ev sahipliği yapıyor. Ücretsiz olan Ulster Müzesinde, mücevher koleksiyonundan fil iskeletine, Girona’dan getirilen İspanyol ordusuna ait toplardan yerel sanatçılar tarafından yapılmış tablolara kadar çok geniş bir yelpazede sergi gezilebilmekte. Ziyaretçilerin 2,500 yaşında olan ve 20-30 yaşları arasında öldüğü tahmin edilen Prenses Takabuti’nin mumyasını görebileceği Mısır tarihiyle ilgili bir sergi dahi bulunuyormuş. Ben sadece binayı dışından görmekle yetindim tabi. Panoramik fotoğraf çekerken binayı biraz yamultmuşum siz düzgünmüş gibi hayal edin! 


Ulster Müzesinin arka tarafından parka doğru yürüdüm. Belfast Botanik Bahçeleri (Botanical Gardens), hem Belfastlılar hem de ziyaretçiler için çok popülermiş. Zaten o kadar kalabalıktı ki çimenlerin üstünde oturanları, yatanları mı ararsınız, banklarda oturanları, bisiklete binenleri, yürüyenleri, koşanları mı ararsınız ortalık cıvıl cıvıldı. 


28 dönümlük bir alana yayılan Botanik Bahçesi ilk kez 1828 yılında özel bir park olarak kurulmuş. Bir dönem de sadece Pazar günleri halka açılmış.1895’den sonra Belfast Birliği tarafından satın alındıktan sonra tamamen halkın kullanımına sunulmuş. Günümüzde ise Belediye Meclisi tarafından yönetiliyormuş. 


Botanik Bahçesinin en göze çarpan bölümleri yüzlerce bitkiye ev sahipliği yapan Palmiye Evi (The Palm House) ve Tropikal Ravine Evi (The Tropical Ravine House). Palmiye Evinin yapımı 1840 yılında tamamlanmış. Ferforje demir kullanılarak camdan yapılan sera, dünyada bu şekilde yapılan seraların ilk örneklerinden birisiymiş. Victorian Döneminden kalma bu sera, serin kanat ve tropikal kanat olarak iki farklı düzenlemeye sahipmiş. İçindeki egzotik bitkiler çok özel bakıma ihtiyaç duyuyorlarmış. Mesela Avustralya’ya özgü bir bitki olan bir zambak türü tam 23 yıl bekledikten sonra açmış. 400 yaşında olan bir bitki bile varmış. 


Burada bir süre gezip oturdum. Sonra yakında olduğunu düşündüğüm hostele gidip biraz dinlenmek istedim. Gerçi yerini biraz zor buldum. Çay ve kahve mutfaktan alınabiliyordu. Gidip kendime bir çay hazırladım. Ohhh dünya varmış! Biraz dinlenince kendime geldim ve tekrar dışarı çıktım. Ne güzel burada güneş o kadar geç batıyor ki saat 10'lara kadar karanlık görmüyorsunuz. Bu sefer ki hedefim nehrin karşı kıyısına geçip o tarafı keşfetmekti. Daha önce gördüğüm hostele en yakın köprüye ulaştım ve karşı kıyıda yürümeye başladım. 


Yol boyu güvenlik görevlileri vardı ve ilk önce bunlara anlam veremedim. Sonra uzaklardan bir müzik sesi gelmeye başladı. Meğerse o gece Ormeau Parkta The Script adlı bir grubun konseri varmış. Bu grup Dublin merkezli İrlandalı bir rock grubuymuş. İnsanlar büyük bir gösteri alanına akın akın gidiyorlardı. Tabi benim biletim yoktu ve biletsiz birçok kişinin yaptığı gibi güvenlik bariyerlerinin arkasından sahneyi görmeye çalışarak müziği dinlemeye başladım. Bazıları hazırlıklı gelmişlerdi. Büyük battaniyelere sarınarak yol kenarına oturmuşlar ve yiyip içiyorlardı. 


Hem müzik dinleyip hem de çevredekileri inceliyordum. Böyle zamanlarda çok ilginç hadiselere tanıklık yapabiliyorsunuz. Mesela konserin ortalarına doğru görevli içeri girmek isteyen 16-17 yaşlarında bir delikanlıyı kenara çekip cebinde bulduğu biraları yere boşalttı ve genci bir hayli de azarladı. İçeride muhtemelen arkadaşları olan genci içeri almak istemedi. Gencin yüz hali ve süklüm püklüm vaziyeti görülmeye değerdi. Görevlinin amiri olan daha yaşlıca bir görevli genci kenara çekerek sanırım nasihat etti ve diğer görevliden özür dilemesini söyledi. Delikanlı diğer görevlinin elini sıkıp bir şey söyledikten sonra içeri saldılar. Bu o genç için büyük bir hayat dersi olmuştur ve benim için de iyi polis kötü polis uygulamasının güzel bir örneğini sergilemiş oldular. 

Zaman ilerledikçe hava kararmıyordu ama Nehir kenarında olduğumuz için giderek üşümeye başlamıştım. Kalın montum yerine incecik bir hırkayla çıktığım için kendime kızarak geceyi noktaladım. Zaten konserde sanırım bitmek üzereydi. Bu da saat 11 civarında dönerken çektiğim bir fotoğraf. 


Hostelde herkes yatağına yatmış ışığı da kapatmıştı. Ancak yeni gelen 2 Uzakdoğulu kız girdi çıktı, lambayı açtı ve uzun süre sorumsuz ve düşüncesiz bir şekilde hepimizi rahatsız ettiler. Neyse ki yine de uyuyabildim ve ertesi sabah dinç bir şekilde kalktım. 

25 Haziran 2018 

Sabah erken kalkmanın avantajı herkesten önce banyoyu kullanabilmek oluyor. Çantamı da akşam Edinburg’a uçuşum olduğu için topladım ve hazır hale getirdim. Ücrete kahvaltı dahil olduğu için mutfağa indim. Orada bir kağıda isim yazılıyordu. Ben de ismimi yazıp beklemeye başladım. Mutfak görevlisi ismimi gösterip nasıl kahvaltı istediğimi sordu. Birkaç çeşit kahvaltı tarzı var ve seçme şansınız oluyor. Ben İngiliz kahvaltısı istedim. Masalarda reçel ve nutella kavanozları da vardı. 

Kahvaltıdan sonra hemen yola koyuldum. Hedefim Titanic Müzesine gitmekti. Sabahın bu erken saatinde Nehirde kürek çeken bile vardı. Akşam geçtiğim köprüye ulaşıp karşı sahilde yürümeye başladım. 


Önce tabi ki konserin yapıldığı Ormeau Parkı geçtim, tabelaları takip ederek nehirden biraz uzaklaştım ve sonra tekrar nehir kıyısına ulaştım. En sonunda uzaktan önce Titanic Bölgesinde bulunan The SSE Arena adlı spor ve eğlence kompleksini gördüm. 


Onu geçer geçmez denizi, limanı ve Titanic Müzesini görmeye başlamıştım. Şehrin bu kısmı adeta bir sayfiye şehrini andırıyor. 


Sabahın bu erken saatinde yatlarla, uzaktan görünen gemilerle ve balıkçı tekneleriyle ortalık çok huzurlu ve sessiz görünüyordu. 


Müzeye ulaşmak için önce SS Nomadic Gemisinin yanından geçtim. RMS Titanic’in küçük kız kardeşi olarak tanımlanan bu gemi dünyada White Star Line serisinden bugünlere gelebilen tek gemiymiş. 1911 yılında suya indirilen geminin yapılma amacı Titanic ve Olympic gemilerine yolcu transferini sağlamak ve bu gemilere posta götürmekmiş. Titanic müzesi için bilet aldığınızda burayı da gezebiliyorsunuz. Bazen çeşitli etkinlikler düzenlendiğinden ziyarete kapalı olabiliyormuş. Saat daha çok erken olduğundan yanından geçerken henüz ziyarete açılmamıştı. Müzeden dönerken buranın da açıldığını ve ziyaretçi kabul ettiklerini gördüm. 



Evet en sonunda uzaklardan gördüğüm Titanic Müzesine ulaşmıştım. Kate Winslet ve Leonardo Di Caprio’nun başrolünü oynadığı Titanic filmi ile 1990’larda yeniden meşhur olan, zamanının en büyük ve lüks gemisi, tam ismiyle RMS Titanic, Belfast’ta Harland & Wolff tersanesinde yapılmış. Titanic, 15 Nisan 1912’de sabahın erken saatlerinde Southampton’dan New York’a olan ilk yolculuğu sırasında Kuzey Atlantik Okyanusunda bir buzdağına çarparak batmış. Gemide 2224 yolcu ile mürettebat bulunuyormuş ve bunların 1500’ünden fazlası ölmüş. 

Geminin enkazına ancak 1985 yılında ulaşılabilmiş. Su tabanında parçalara ayrılan enkaz çıkarılarak müzelerde sergilenmeye başlanmış. Titanic faciasının 100’üncü yılı anısına Titanic’in inşa edildiği eski Harland & Wolff tersanesinin yerine 2012’de açılan müze binası gümüş renkli alüminyum panellerle kaplı modern bir gemi gövdesine benzetilmiş. 


Titanic Belfast Müzesinin 12.000 metrekarelik alanında dört bölüm dokuz interaktif sergide geminin yapılma aşamaları, batışı ve ölenlere ilişkin hazin hikayelerin anlatıldığı galeriler, özel fonksiyon odaları, interaktif galeriler ve etkinlik odaları bulunuyormuş. Titanic’in üretim aşamasındaki taş kızağın özellikle de görülmesi öneriliyor. Müzede bir de 1900’lerin Belfast’daki otantik barına benzetilen Hickson’s Point adlı bir bar bulunuyormuş. 


Titanic Belfast Müzesi bileti yetişkin için 18.5, öğrenci için 15 Sterlin. Müzenin içinde uzun zaman geçirmek ve en az birkaç saat ayırmak gerekiyormuş. Hem bilet fiyatı fazla geldi hem de buraya ayıracak fazla zamanım yoktu. Onun için içine girip hediyelik eşya mağazasına şöyle bir baktım ve dışarı çıktım. Müzenin önüne sanırım Titanic filminden esinlenerek çok hoş bir kadın heykeli yerleştirmişlerdi. 


Hemen hemen birçok turistik yerde gördüğümüz yazıyla fotoğraf çektirme uygulaması burada da vardı. 


Geri dönerken okul çocuklarını gördüm. Yılın bu ayında Haziranın sonunda hala eğitim öğretim devam ediyordu sanırım. 


Buradan hızlıca geri dönüp Queen Elizabeth Köprüsüne doğru yürüdüm. Bu Köprünün diğer tarafında ise Queen’s Bridge yani Kraliçenin Köprüsü vardı. Bu köprü 1849 yılında Kraliçe Victoria tarafından yaptırılmış. 


Queen Elizabeth Köprüsü yerine daha yakın olan ve sadece yayalar ile bisiklet trafiğine açık olan köprüden karşıya geçtim. Köprünün tam karşısında Custom House yani Gümrük Evi bulunuyordu. 


Gümrük Evi 1854 ve 1857 yılları arasında İtalyan stilinde inşa edilmiş. Yazar Anthony Trolllope bir zamanlar buradaki postanede çalışmış. Binanın Nehir tarafındaki yüzünde alınlık olarak Britanya, Neptün ve Merkür’ün portre kabartmaları yapılmış. 


Gümrük Evinin merdivenleri bir zamanlar konuşmacıların köşesi olarak kullanılıyormuş. Bu geleneği göstermek üzere görünmez bir kalabalığa konuşan bronz bir heykel merdivenlere yerleştirilmiş. 



Bu arada Nehir kıyısına çok güzel bir balık heykeli yerleştirilmiş. 1999 yılında resmi olarak açılan bu heykeli de belirtmeden geçmek istemedim. 


Köprüden geçerken Belfast’ın önemli tarihi sembollerinden birisi olan Albert Memorial Clock Tower yani kısacası saatli kuleyi uzaktan görmüştüm. Gümrük Evinin yanındaki caddeden yürüyerek kulenin yanına geldim. Queen’s Square’de bulunan ve Kraliçe Victoria’nın erkenden ölen kocası Prens Albert’in adını taşıyan Kule, 1865 yılında inşa edilmiş. 35 metre yüksekliğindeki kule muhteşem bir Neo-Gotik stil örneğidir. 


Kemer şeklindeki bir payanda üzerine yerleştirilen 4 hanedan aslanı ile kulenin batı tarafında şövalye kıyafetleri giymiş prensin bir heykelinin bulunduğu Kule oldukça güzel gözüküyor. Ancak, Kule ahşap kazıklarla Nehir yakınlarında böyle sulak bir alana inşa edilince bir süre sonra eğilmeye başlamış. Hatta bu eğilmenin önüne geçebilmek için Kule'deki bazı süslemeler sökülmüş ve temeli desteklenmeye çalışılmış. Bu hali ile ünlü Pisa Kulesi gibi turistlerin ilgisini çeker olmuş. 


Kule'nin hemen çaprazında Saint George’s Kilisesi adında tarihi bir kilise vardı. Yorulmuştum ve aslında amacım gidip biraz dinlenmekti. Kilise görevlisi beni büyük bir içtenlikle içeri aldı. Böyle bir karşılama olunca biraz utandım doğrusu. 


Kilise, Belfast’daki en eski İrlanda kilisesiymiş. 1816 yılında açılan kilise 2000 yılında yeniden elden geçirilmiş. 


Çevrede dolaşırken yine Gümrük Evinin yanındaki cadde üzerinde Belfast’ın en eski binası olduğu belirtilen 1711’de yapılmış ve restoran olarak kullanılan McHughs binasını gördüm. 


Nehir kenarından yürüyünce Dome alışveriş merkezinin ön kapısında bulunan Victorian stili Jaffe Çeşmesini gördüm. 1870 yılında yapılan çeşme farklı yerlere taşınıp restore edildikten sonra ilk yerine yerleştirilmiş. 



Sonra ara sokaklara dalarak görülmesi önerilen St. Anne’s Katedralini bulmaya çalıştım. Şehrin en eski bölgesinde dolaştığım için daracık sokaklar, evler, restoranlar, barlar hepsi bir film setinden fırlamış gibi geldi bana. Mesela Commercial Court denilen bu sokak gibi. 


Burası şehrin en tarihi yerlerinden birisiymiş. Adı gibi Belfast’ın ticari kalbi burada atıyormuş. Bir zamanlar bu dar sokakta birçok bronz panelle ayrılan viski tüccarları, çömlekçiler ve eski demirciler bulunuyormuş. Sokağın sonunda ise meşhur The Duke of York barı var. Sinn Fein hareketinin ünlü lideri Gerry Adams, 1960’larda burada barmen olarak çalışmış. Gazeteciler de bu barda politikacılarla, hakimlerle, avukatlarla ve tüccarlarla görüştükleri için bu bölgeyi mesken edinmişler. Bu nedenle bu bölge Belfast’ın Basın Mahallesi olarak da biliniyormuş. Sokağın sonunda ise semtin ünlü duvar resminde geçmişin önemli şahsiyetleri gözükmekte. 


Burada çok oyalanmadan hızlıca devam edince Katedrali en sonunda gördüm. Yapımına 1899 yılında başlanan fakat son şekline ancak 1981 yılında kavuşan Saint Anne Katedrali Hiberno Romanesk tarzında inşa edilmiş. Shaftesbury Kontesi tarafından yaptırılan kilise, Mimar Sir Thomas Drew tarafından tasarlanmış. 


İç dizaynı oldukça zarif ve bilgece yapılmış. Yer döşemesinde kullanılan siyah mermerler bir çıkmazla sonlanırken beyaz mermerler ibadet kısmında sonlanıyormuş. Güney koridorda Birleşme taraftarı Sir Edward Carson’un (1854–1935) mezarı varmış. Vaftiz kısmında 150.000 parçadan oluşan The Creation (Yaratılış) konulu muhteşem bir vitray bulunuyormuş. Bu vitray ve batı kapısının üzerindeki mozaik 7 yıllık bir çalışma ile tamamlanmış. Taş işçiliği, mermer fayanslar, ahşap oymalar kullanılarak bu Katedral olağanüstü bir dizaynla süslenmiş. 


St. Anne’s Katedrali’ne giriş 5 pound ve ibadet saatlerinde ücret almıyorlarmış. Nedense kiliseye giren çıkan kimseyi görmeyince Pazartesi günleri kapalı olabileceğini düşünerek yakınına gitmedim. Halbuki her gün belirli saatlerde açıkmış.

Katedralin çok ilgi çekici unsurları varmış. 1950’den bu yana kadınların örgüyle yaptığı yaklaşık bin tane renkli ve desenli iskemle süslemesi kiliseyi renkli bir hale getiriyormuş. Katedralin Connor ile Down ve Dramore adlı iki ayrı piskoposluğa hizmet etmesi nedeniyle aynı anda 2 piskoposu varmış. Bir de katedral üzerine inşa edilen 76 metre yüksekliğindeki bir direğe sahip. Spire of Hope adlı bu çelik direk 2007 yılında kiliseye yerleştirilmiş. Direğin üst kısmı geceleri ışıklandırılıyormuş. Direğin altındaki geniş platform ise camdan yapıldığından ve katedralin çatısına oturtulduğundan ziyaret edenler bu direği içeriden görebiliyorlarmış. 


Burası da The Linen Hall Library yani kütüphane binası. 1799 yılında kurulan kütüphane 1899 yılında bu binaya taşınmış. Kütüphanenin eşsiz bir koleksiyonu varmış. İçeri girip şöyle bir bakmaktan kendimi alamadım. 


Sonrasında yürüyerek Opera Binasının olduğu caddeye geldim. Burada daha önce gördüğüm büyük ve şık binanın önüne doğru yürüdüm. Burası Royal Belfast Academical Institution binasıymış. Çok muhteşem bir şekilde inşa edilen bina aslında ilk olarak banka için dizayn edilmiş ama sonradan okula dönüştürülmüş. Temeli 1810’da atılmış ve resmi olarak 1814 yılında açılmış. Yakından çekince kulenin tepesini fotoğrafa sığdıramamışım. 


Artık Belfast’da çok fazla vaktim kalmamıştı ve haritada en meşhur murals dedikleri yere gitmeye karar verdim. “Murals” ne demektir anlamamıştım meğer "duvar resmi" demekmiş. Bilmeden gittim ama iyi ki de buraya gitmişim. Akademi binasının önünden ileriye doğru yürüdüm. Biraz gittikten sonra bir kavşaktan sola giden caddeye döndüm ve sonrasında da epeyce yürüdüm. Artık yanlış yöne mi gidiyorum diye sağa sola bakmaya başlamıştım ki yaşlıca bir kadın bana nereyi aradığımı sordu. Ben de haritada murals ve Divis Tower kelimelerini gösterip bunları aradığımı söyledim. Sevimli yaşlı teyze o tarafa gittiğini, daha önce bu taraflarda oturduğunu ama taşındığını, şimdi de bir arkadaşını ziyarete gittiğini anlatarak bana kendisini takip etmemi söyledi. Böylece birlikte yürümeye başladık. Turist olduğumu anlayınca başladı anlatmaya ama söylediklerinin yarısını anladıysam öbür yarısını anlamadım. Yaşanmış acılardan, ölümlerden, çatışmalardan bahsetti ve bir süre sonra da zaten bu Divis Kulesine geldik. Meğerse kule dedikleri 20 katlı 61 metre yüksekliğindeki bir binaymış. 


Ben burayı basit bir gökdelen sanmıştım ancak bu binanın meğerse tarihi bir önemi varmış. Bina bağımsızlık yanlısı Katoliklerin semti Falls Road ile İngiliz yönetimi yanlısı Protestanların semti Shankill Road’un kesiştiği noktada bulunuyor. 

Bu aşamada olayları tırmandıran gelişmelerden kısaca bahsetmek gerekiyor sanırım. İngilizlerin Protestanlığı kabul etmesiyle genelde Katolik olan İrlanda’da sorunlar baş göstermeye başlamış. Galler, İngilizler ve İskoçlar büyük ölçüde Protestanlığa geçmiş. İşte burada çoğunluğu Katolik olan IRA’nın temelinin atıldığını görüyoruz. İrlanda Cumhuriyet Ordusu ya da İngilizce orijinal adı olan Irish Republican Army'nin baş harflerinin kısaltmasıyla IRA Kuzey İrlanda'nın Birleşik Krallık'tan ayrılarak bağımsız olmasını savunan, 1969 yılında aynı adı taşıyan yapının parçalanmasıyla ortaya çıkan ayrılıkçı bir örgüt olarak tanımlanıyor. 

IRA'nın ilk öncüleri, 1913 yılında kurulan ve Paskalya başkaldırısını organize eden İrlanda Gönüllüleriymiş. Bu gönüllüler İrlanda'daki İngiliz hakimiyetine karşı terörle bağımsızlık savaşını sürdürmüş.1917 yılında kurulan ve İrlanda Bağımsızlık Savaşı ile İrlanda İç Savaşında savaşan ilk IRA, bu gönüllülerden kadrosunu oluşturmuş. 1921'de İngiliz-İrlanda barış antlaşması imzalanmış ama antlaşmadan hemen sonra IRA içinde bir ayrışma oluşmuş. İrlanda'nın 1937'de Cumhuriyet ilan etmesi ile hem İrlanda içinde hem de Birleşik Krallık'ın parçası Kuzey İrlanda'da faaliyet gösteren İkinci IRA olarak da bilinen silahlı bir teşkilat kurulmuş. 

İkinci IRA da 1969 yılında ikiye bölünmüş. Resmi IRA, geleneksel muhafazakar değerlerden çok Marksist bir yapıya sahipmiş. Silahlı mücadeleye yer vermekle birlikte siyasi zeminde hareket edilmesi taraftarıymış. Kuzey İrlanda'da şiddetin artması ve IRA'nın daha pasif kalmasıyla hızla güç kaybetmiş. Bu süreç içerisinde hafızalara kazınan olay 1972 yılında Kuzey İrlanda’nın Londonderry kentinde yaşanan ve 13 IRA yanlısının gösteri sırasında Britanya askerleri tarafından vurularak öldürüldüğü “Kanlı Pazar” olmuş. Tarihte en büyük günahlar arasına girecek bu olay için İngiltere ancak 38 yıl sonra özür dilemiş. İrlandalıların bağımsızlık savaşı, sonunda İngiltere ile anlaşmaları üzerine sona ermiş. 

İşte Divis Kulesi de bu “the Troubles” denilen ve benim "Zor Zamanlar" olarak çevirdiğim dönemdeki mücadelenin alevlendiği alanlardan birisiymiş. 1969 yılının Ağustos ayında, Kuzey İrlanda ayaklanmaları sırasında, 9 yaşında olan Patrick Rooney isimli bir çocuk bu kulede the Royal Ulster Constability(RUC) yani Saraya bağlı Ulster güvenlik kuvvetleri tarafından zırhlı bir araçtan ateşlenen Browning marka bir silahla öldürülen ilk çocuk olmuş. RUC bu sırada kuleden sniper saldırısı olduğunu iddia etmiş. Çocuğun ölü bedeni bir gün boyunca çıkan şiddetli çatışmaların ortasında kalmış. 

1970’lerde ise İngiliz ordusu bu binanın çatısına bir gözlem istasyonu kurmuş ve binanın 2 katını da işgal etmiş. Hatta çatışmaların şiddetlendiği dönemlerde buraya sadece helikopterle inebilmişler. 

Birlikte yürüdüğüm kadın da kız kardeşinin kocasının bu kulede vurularak öldüğünden bahsetti. Önünden geçtiğimiz St. Comgall’s adlı bir ilkokulu işaret ederek buranın da tarandığını ve o tarihten sonra kapandığını söyledi. Burası Falls Road tarafı olduğundan kadın muhtemelen Katolik İrlanda taraftarı olabilir. Mezarlıkların yerini sorunca yakında küçük bir mezarlık olduğundan bahsetti ve kısa bir süre sonra da ziyaret edeceği arkadaşının evine yaklaştığımızdan bu nazik kadından ayrıldım. Bir süre yürüdüm ama mezarlığı bir türlü bulamadım. Yaşlıca bir adam ne aradığımı sordu. Ancak mezarlıkların çok uzak olduğunu yürüyerek gitmemin zor olduğunu söyledi. Otobüsle gitsem bu sefer gidip gelmesi çok zaman alacaktı. Vaktim fazla olmadığından sadece Falls Road üzerinde bir süre yürüyerek geri döndüm ve ünlü duvar resimlerine bakmaya başladım. 


En beğendiklerimden birkaçını size de göstermek isterim. 




Daha üç beş yıl önceye kadar buralarda böyle rahatça gezemiyormuşsunuz. Şimdi sakin görünüyor ama arka planda ne olduğunu bilemezsiniz.



Siyah taksiler, 1998 öncesinde yaşananları yerinde görüp anlamak isteyen turistleri buraya getirerek dev duvar resimlerinin hikayelerini de anlatıyormuş. Hatta ben de turistlerle gezen böyle 2 taksiye şahit oldum. Katolik mahallelerindeki resimlerin vazgeçilmez portresi, 1981’de hapishanedeki açlık grevinde ölen Cumhuriyetçi militan Bobby Sands imiş. Aceleyle gezdiğim için bazı resimleri arayıp bulmam mümkün olmadı. Artık karşıma çıkanlarla yetinmek durumundaydım. Bu nedenle Bobby Sands resmini göremedim. Neyse ne yapalım artık diğer resimlerle idare edeceğiz. Burada Filistinlilerle bir dayanışma resmi de var. 


Hiç beklemediğim bir şekilde Öcalan’ın bir resmini de koymuşlar. 


Diğer tarafta yani Shankill Road tarafında ise militanlar eli tüfekli, yüzü maskeli, ölüm saçan figürlere dönüşüyormuş. Oraya gitmediğim için bir yorum yapamayacağım. Ancak aradaki duvarın bir kısmını gördüğümden onu göstermek isterim. 



Dönüş yolu üzerinde de çektiğim çok hoş bir fotoğrafı göstermek isterim. 


Hızlıca buraları gezdikten sonra eşyalarımı almak üzere hostele gittim. Sabah emanete bıraktığım eşyalarımı alarak Belfast Europa Buscentre‘a doğru yürüdüm. Giderken hareketli olan üniversite bölgesinden geçtim. 




Belfast Europa Buscentre oldukça merkezi bir otobüs istasyonu, hemen Europe Hotel’in arkasında kalıyor. Ben kullanmadım ama tren istasyonu da oradaymış. Opera Binasının yanındaki sokaktan girince biraz ileride otobüs terminalinin kapısını görüyorsunuz. 


Vaktinden biraz erken gelince oturup beklemeye başladım. Havaalanı otobüsleri de buradan hareket ediyor. Bu sefer Belfast City Airport’a gideceğim için Airport Express 600 otobüsüne binmem gerekiyordu. Sanırım yarım saatte bir otobüs var ve gelen ilk otobüse binerek 4,5 sterlin şoföre ödedim. Bu havaalanına tren ile de ulaşmak mümkünmüş. Sydenham durağına kadar trenle gidip bu duraktan hareket eden servislerle havaalanına gidiliyormuş. 

Zamanım fazla olmadığından gezdiğim yerler bu kadarla sınırlı kaldı. Bunun dışında gezilebilecek yerleri de gitmeyi düşünenler için kısaca özetlemek isterim. 

Kuzey İrlanda’nın Victorian dönemi yapısı olan ünlü hapishanesi Crumlin Road Gaol, IRA mahkumlarının idamlarının gerçekleştirildiği cezaevi olarak biliniyormuş. “Avrupa’nın Alcatraz’ı” olarak bilinmesine rağmen, bu hapishaneden kaçış girişimleri olmuş. 1996’da kapatılmış ve 2012’de bu sefer turistik amaçlarla açılmış. Rehberler eşliğinde gezilen hapishanede tutsakların hikayelerini dinliyormuşsunuz. Girişi kişi başı 12 sterlin gibi oldukça yüksek bir tutar. 

Bir diğer ziyaret edilebilecek yer deniz seviyesinden 400 metre yukarıda, Cavehill Country Parkı’nın eteklerinde yer alan Belfast Kalesi (Belfast Castle). 12. yüzyılın sonlarına doğru Normanlar tarafından yapılan ilk kalenin ardından bugün görülen yapı, 1811 ve 1870 yılları arasında yapılmış. Muhteşem bir şehir manzarası olan Kale, özel davetlere, konferanslara ve resepsiyonlara da ev sahipliği yapan popüler bir mekan olmuş. Kaleye giderseniz Cave Hill Country Parkı da gezebilirsiniz. 

Kuzey İrlanda’da bir zamanların görkemli konaklarının artık perili olduğu düşünülmektedir. Cairndhu Evi de işte böyle bilinen bir ev. 

Ballymurphy bölgesindeki Milltown Mezarlığı da içlerinde önemli şahsiyetlerin bulunduğu 200 binden fazla insanın bulunduğu bir mezarlık. Tarih, çatışma ve trajediyle dolu bir mezarlık olduğunu söyleyebiliriz. 1981 yılında hapishane hastanesinde 10 kişinin başlattığı açlık grevi sonucunda ölen Cumhuriyetçi Bobby Sands’in mezarı da burada imiş. 

Bir de ilgilenenler için Hayvanat Bahçesini söyleyebilirim. Belfast Hayvanat Bahçesi (Belfast Zoo) kentin kuzeyinde 55 dönümlük alan üzerinde 1200’den fazla hayvana ve 140 hayvan türüne ev sahipliği yapıyormuş. 

Şehrin biraz dışına çıkabilecek zamanınız varsa UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınan ve "Devler Geçidi" anlamına gelen Giant’s Causeway mutlaka görülmesi gereken yerler listenize girmeli. Bu eşsiz volkanik doğa harikası, 60 milyon yıldan uzun bir süre önce dünya yüzeyine püsküren lavlar tarafından şekillenmiş. Deniz tarafından soğutulan ve sonrasında kristalleşip şekillenen 40 bin beşgen bazalt sütun bu geçidi oluşturmuş. Halk arasındaki ise aşk uğruna savaşan devlerin şiddetinden oluştuğu şeklinde bir efsanesi varmış.

Yeme içme konusunda öneride bulunamayacağım. Sadece Şehrin meşhur yemeği Ulster Tavası konusunda çok beğeni var. Ben deneyemedim ama sizin denemenizi öneririm. Burada uygun fiyatlı olan Tesco ve Poundless adlı süpermarket zincirlerinden birçok şubeyi bulabiliyorsunuz. Ben de soğuk sandviçlerinden, içeceklerinden, meyve ve bisküvitlerinden bol miktarda yararlandığım bu marketleri şiddetle tavsiye ederim.

Tesadüfen geldiğim bu şehir bana geçmişte yaşanmış birçok tatsız olayı hatırlattı ve okumalarımdan da pek çok yeni bilgi edindim. Okuduğum tarihsel olaylardan ve bunların geçtiği yerleri gördükten sonra büyük bir hüsran ve çaresizlik duygusu yaşadım.Sadece Ortadoğu'da değil Avrupa'nın göbeğinde de insanlar emperyalistlerin amaçlarına alet olarak birbirine düşmüşler, kardeş kavgasıyla birçok cana kıymışlar ve arkalarında da bir sürü hazin hikaye bırakmışlardı. Yine de böyle güzel bir coğrafya ve tanıdığım bütün iyi kalpli, eğlenceli İrlandalılar hatırına bu şehre mutlaka gelmeli!