24 Mart 2017 Cuma

On 04:57:00 by Gülten İşcimen in    1 comment


30 Eylül 2016


Berlin'de kaldığımız otelden sabah erkenden çıkışımızı yaptık. Tren istasyonu otelimize oldukça yakın olduğundan hemen istasyona giderek ilk gelen trene bindik. Hamburg'a gidecek otobüsümüz Alexanderplatz'dan hareket edecekti. Artık bu meydana trenle gitmeyi biliyorduk. Otobüs hareket yerini bulabilmek için bilette gösterilen krokiyi meydanda bir kafede kahvaltı yapan kişilere gösterdim ve onlar da bana yerini işaret ettiler. Biraz yürüyerek otobüs hareket durağını bulduk. 

Daha otobüsümüz gelmemişti ve sabah saatleri olduğu için hava oldukça soğuktu. Kahvaltı yapmamıştık ve seyahatimiz de birkaç saat sürecekti. Başımı etrafta dolaştırdım ancak yiyecek satan bir yer göremeyince arkadaşıma bavulumu emanet edip hızlıca yiyecek birşeyler almak için kafe aramaya başladım. Aklıma metro istasyonlarında bu gibi kafelerin olduğu gelince hemen ilk gördüğüm metro merdivenlerinden indim. Şansıma daha giriş kısmında böyle küçük bir büfe vardı. Hazır yumurtalı sandviçlerden ve 2 de kahve alarak döndüğümde otobüsün geldiğini ve eşyalarımızın bagaja yerleştirildiğini gördüm. Yağmur da çiselemeye başlamıştı. Hemen biletlerimizi görevliye okutturarak otobüsün üst katında önlerde bir sıraya yerleştik. Saati gelince otobüs hareket etti. Bu arada biz de getirdiğim sandviçleri yemeye başladık ve kahvelerimizi içtik. Şansımıza Berlin'den ayrılırken şakır şakır yağmur yağmaya başlamıştı. Biz geziyorken hava çok güzeldi. Otobüsteki kahvaltımız o kadar çok hoşumuza gitti ki arkadaşım hala içtiğimiz kahvenin tadını unutamadığını söylüyor. 

Bir gün önce gittiğimiz Potsdam yolu üzerinden Hamburg'a doğru yolculuğumuz yaklaşık 3 saat sürdü. Otobüs Hamburg'da çok merkezi bir yer olan tren garına çok yakın bir platformda bizi indirdi. Hemen garın önünde bulunan metro istasyonuna indik. Elimizdeki bavulları otelimize bırakıp bir an önce gezmeye başlamak istiyorduk. Metro bileti almak isteyince oldukça karmaşık bir sistemle karşılaştık. Berlin'de ulaşım sistemini çok daha kolay anlamıştık. Otelimiz şehrin merkezinde değil banliyösünde olduğundan bilet fiyatları oldukça yüksekti. Ne yapalım mecburen aldık. Trenle seyahatimiz yaklaşık yarım saat sürdü. Son durakta indiğimizde yakın olması gereken otelimizi aramaya başladık. Ancak ne yöne gideceğimizi kestiremeyince istasyonun hemen girişinde gördüğümüz bir dönerciye girip sorduk. Neyse ki iyi insanlarla karşılaştık ve burada da şansımıza bize yardım eden kişileri bulmuştuk. Otelin yerini anlamadıklarından telefon ettiler ve aslında yürüme mesafesinde olmadığını böylece anlamış olduk. Bu arada dönercinin önündeki masaya oturduk ve bize beklerken çay ikramında da bulundular. Yürüyemeyeceğimiz için bize bir taksi çağırdılar.

İyi ki taksiye binmişiz istasyon ve otel arasındaki mesafe çok fazlaydı. Aslında otele yakın bir istasyon varmış ancak bakım nedeniyle kapalıymış. Bunu keşke booking.com sayfasında belirtselerdi. Taksi bizi otelin önüne kadar götürüp bıraktı. Yaklaşık 10 Euro gibi bir ücret ödedik sanırım. Otel giriş için bana bir şifre göndermişti. Otel dediğime bakmayın. Az katlı bir binanın bir bölümünün oda oda kiralandığı bir apart diyebiliriz. Kapıyı açmaya çalışırken dışarı çıkan bir kadın nereye geldiğimizi sordu ve bizi içeri aldı. Yukarı çıktık ve bu sefer de gidiş saatimizi önceden bildirmeme rağmen odamızın henüz temizlenmediğini öğrendik. Temizlik görevlisi kaldığımız süre içinde çok yardımcı oldu. Başka da bir görevli varmıydı bilmiyorum biz rastgelmedik!

Odamız hazır olunca hemen eşyalarımızı içeri koyduk. Aynı katta bulunan kapısı açık odalarda uyuyan insanlar, ortadaki alanda da çocuklar ve yaşlı bir adam vardı. Sonradan anladık ki yaşlı adam çocuklara göz kulak oluyor. Bunlar sanırım göçmenlerdi ve biz ayrıldığımız gün onlar da ev bulup eşyalarını taşıdılar.

Temizlik görevlisinden tren istasyonuna giden bir otobüs olduğunu ve otele en yakın durağı öğrendikten sonra yola çıktık. Burada çok güzel bahçeli evler bulunuyordu. Otobüs durağına geldiğimizde hemen arka tarafında büyük bir süpermarketin olduğunu gördük. Hemen içine girerek neler olduğuna baktık. Buradan kahvaltı için malzeme almayı planlayarak durağa döndük. Bekleyen kişi sayısı epeyce vardı. Otobüse bindiğimizde biletimizi şoförden alabiliyorduk. Şoför gidiş dönüş ve grup indirimi yaparak daha makul bir ücrete biletlerimizi verdi.

Tren istasyonunda indik ve bu sefer elimizde bavullarımız olmadığı için daha rahatça etrafı seyretmeye başladık.


Garın önünden sol tarafa doğru yürümeye başladık. Yolun karşı tarafında Tiyatro Binasını gördük.


Bu arada yürürken oldukça fazla sayıda Türkçe tabela görmek bizi şaşırttı.


Hamburg şehir mimarisinin bu kadar hoş olacağını düşünmemiştim. Liman şehri olan Hamburg'da daha çok kirli, büyük ve sevimsiz binalar olacağı gibi bir önyargı geliştirmişim. 


Tarihi bir kilise olan St. Marien Dom tabelasını yol üzerinde görünce şöyle bir bakalım dedik. Kilisenin inşası 1893'de tamamlanmış ve reform hareketinden sonra Hamburg'da yapılan ilk Roma Katolik kilisesi olma özelliği taşıyormuş.


Kilisenin içine de şöyle bir baktık ancak çok sıradan bir görüntüsü vardı. Kilisenin önündeki heykel çok daha ilginç geldi.


Yürüdüğümüz yoldan geri döndük. Dönüş yolunda yine bir tarihi kiliseyi Trinity veya St. George olarak adlandırılan kiliseyi gördük. Bu kilise orijinal olarak 1747 yılında Barok tarzında inşa edilmiş. Ancak II. Dünya Savaşındaki bombalardan nasibini aldığından epeyce tahrip olmuş. 1957 yılında aslına benzetilerek tekrar inşa edilmiş.


Kilisenin yanından giden sokağa daldık ve yürümeye devam ettik. Güzel binaları seyrederek yürüdüğümüz sokak trafiği oldukça yoğun bir bulvara bizi çıkardı ve bu bulvarın diğer tarafında da Alster Gölünü gördük.


Alster Nehri Hamburg'un Elbe Nehrinden sonra gelen önemli bir nehri olup aslında burası da Elbe Nehrinin bir koluymuş. Daha sakin aktığı ve hatta bazı yerlerinde durgunlaştığı için nehir farklı amaçlarla şehir aktivitelerinde kullanılıyormuş. Hatta 13. yüzyılda dış Alster ve iç Alster olarak iki farklı yapay göl oluşturulmuş. Alster'in son kısmında ise Venedik şehrini aratmayan güzellikteki Alsterfleed adlı şehir içi kanalları yapılmış. Bizim şimdi gördüğümüz sanırım dış Alster olsa gerek. 


Fotoğraflarda da gördüğünüz gibi üzerinde küçük yelkenliler, botlar ve kanolar bulunuyordu. Etrafında da yeşil alanlar oluşturulmuş ve kafeler, restoranlarla ortalık cıvıl cıvıldı. Burada biraz gölü seyrettikten sonra bulvara geri döndük. Biraz ileride güzel ve tarihi bir bina gördük. Bunun Hamburg Kunsthalle yani Sanat Müzesi olduğunu öğrendik.


Kunsthalle, ülkenin en geniş müzelerinden birisi. Müze 1850 yılında kurulmuş ve Almanya'nın sayılı sanat koleksiyonlarından birine ev sahipliği yapmakta. Bu eserler 7. yüzyıl Avrupa sanatından Orta Çağ'a ve günümüze kadar uzanmakta. Biz içine giremedik ancak binanın mimarisi de görülmeyi hakedecek güzellikteydi.


Karşı tarafta minik bir göl diyebileceğimiz bir alan bulunuyordu ve etrafında güzel binalar bulunuyordu. Biz de o tarafa doğru yürümeye başladık.


Biraz yürüyünce çok güzel mağazalar gördük. Bunlardan bir kısmı folklorik kıyafetler satan mağazalardı ve o kadar şık kıyafetler vardı ki çok pahalı olmasa bir tane almak isterdim.



Sonradan gördük ki özellikle haftasonları dışarı eğlenmeye veya yemeğe çıkarken yediden yetmişe herkes böyle kıyafetler giyiyor. Sanırım geçmişle bağlarını böyle korumaya çalışıyorlar. Yaşlıca insanlarda da böyle kıyafetler görmek çok hoşuma gitti. 

İlginç bir kafe gördük adı Mersedes cafeydi ve içeride araba da satıyorlardı, müzik de yapıyorlardı, yiyecek ve içecek de servis ediyorlardı.



Biraz daha ilerleyince meşhur Belediye Binasının (Rathaus) kulesini uzaktan görmeye başladık.


1842 yılında eski binanın yanmasından sonra Martin Haller'in başkanlığında bir grup mimar tarafından oluşturulan Neo-Rönesans mimariye sahip Rathaus, 1886-1897 yılları arasında inşa edilmiş. Zamanının en görkemli binası olan Rathaus'un Prusya'nın zenginlik ve refahını simgelediği söyleniyor.


Özellikle yeşil renkli çatısı ve geniş meydanıyla etkilenmemek mümkün değil. Bina o kadar büyük ki tamamını kadraja sığdırmakta zorlandım. Bu binaların bulunduğu alan toplamda 17 dönüm ve parlamento binası da 2900 metrekareymiş. 112 metre yüksekliğe sahip Kule'nin tepesine 436 basamakla çıkılabiliyormuş. 

Bugüne kadar tespit edilen 647 odası olduğu söylenen binada Parlemento ve Senato'nun toplandığı salonların yanı sıra çok sayıda salon ve toplantı odası bulunmaktaymış. Hatta Rathaus'daki oda sayısı Buckingham Palace'dakinden 6 tane daha fazlaymış. 


Binanın girişi konser ve sergi salonu olarak kullanılmakta. Rathaus'un iç avlusunda Yunan Tanrıçası Hygieia'ya adanmış, suyun gücünü ve saflığını sembolize ettiği söylenen bir çeşme bulunuyor. Bu çeşme 1892 yılındaki kolera salgını anısına yapılmış. Balkonunu Hamburg'un şehir tanrıçası Hammonia'nın bir mozayiği süslüyor ve üzerinde Latince "Libertatem quam peperere maiores digne studeat servare posteritas." yani "Gelecek kuşaklar atalarımız tarafından kazanılan özgürlüğü korumak için onurla mücadele edecek" anlamına gelen bir yazı varmış. Binayı gezmek için her yarım saatte bir başlayan rehberli turlar düzenleniyor. Meydanda epeyce oyalandık ve binayı fotoğraflayarak hediyelik eşya satan küçük dükkanlara baktık. Bu da meydandan diğer tarafa bakarak çektiğim bir fotoğraf, ne kadar muhteşem bir manzara değil mi!


Artık güneş batmaya başlamıştı ve biz de ara sokaklarda serseri mayın gibi dolaşmaya başladık.



Hamburg'la ilgili bir gerçeği de bu seyahatimiz sırasında öğrenme fırsatı buldum. Meğer bütün Dünya'nın bildiği ve yediği hamburgerin ismi de bu şehirden geliyormuş. Aslında hamburger etini 19. yüzyılın ortalarından kalma bazı yemek kitaplarında görme imkanı varmış. Ancak ilk kez Hamburg'lular iki ekmek parçası arasına bunu yerleştirdiklerinden "Hamburg’a ait" anlamında hamburger adı verilmiş. Biz de bunu öğrenince akşam yemeğinde mutlaka hamburger yemeğe karar verdik. Çok güzel bir restoran bulduk. İçerisi tıklım tıklım olduğuna göre oldukça iyi bir yer olmalıydı. Kalabalığa girmek istemediğimizden dışarıya konulmuş masalardan birine oturduk. Hamburgerimizin sığır eti olmasını isteyerek siparişimizi verdik. Gerçekten hakkını vermişlerdi ve hamburger çok lezzetliydi.

Cuma akşamı olduğundan buradan da St.Pauli'ye gitmek istiyorduk. Metro istasyonunu bularak U3 hattının bulunduğu istasyona indik. Buradaki metro tabelasından ineceğimiz durağı tespit ettik ve St. Pauli durağında inen kalabalıkla birlikte kendimizi büyük bir caddede bulduk. Zaten biraz yürüyünce tabelalardan ve renkli bir insan kalabalığından ulaşmak istediğimiz Reperbahn Caddesinde olduğumuzu anladık.


Belki çoğunuzun bildiği, bilmeyenlerin de şimdi benim aktaracaklarımdan öğreneceği bu bölge akla gelebilecek her türlü eğlencenin merkezi. Birahaneler, diskotekler, barlar, sex shoplar, genelevler, ''table dance'' salonları, sex ürünleri satan mağazalar, uyuşturucu satıcıları, travestiler gibi renkli bir dünyanın izlerini hemen her yerde görmek mümkün. Burası boşuna "Günahkarlar Şehri" diye anılmıyormuş!


Bu bölgenin geçmişi 17. yüzyıla kadar uzanıyormuş. Hemen hemen her liman kentinde olduğu gibi burada da aylarca denizde kalan gemi adamları kıyıya çıktıklarında çılgınca eğlenmek istemişler ve böylece St. Pauli'nin bu şekilde gelişmesini sağlamışlar. Günümüzde de hafta içinde çalışanlar gemi adamlarına benzer şekilde özellikle hafta sonlarında buraya hücum edip mahşeri bir kalabalık oluşturuyorlar ve deli gibi eğleniyorlarmış. Alkol su gibi akıyor, Reeperbahn Caddesi ve çevresinde deyim yerindeyse iğne atsanız yere düşmüyordu.



Doğru olup olmadığını öğrenemedim ancak okuduğum kadarıyla Reeperbahn bölgesi Almanya'da silah taşınmasının yasak olduğu tek yermiş. İnsanların hemen hemen tamamı alkol alınca ve işin içine bir de seks karışınca herhangi bir olay çıkmaması için hemen her köşe başında polisler bulunuyordu. Ayrıca burada cam şişeyle içmek de yasakmış. Bütün içecekler plastik ya da karton bardakla servis ediliyormuş. Gerçi biz bunun istisnalarını birkaç yerde gördük.



Burada Amsterdam'daki Red Light Discrict olarak adlandırılan sokağa benzer bir sokak da bulunuyor. Etrafa bakarken tesadüfen bu sokağın önünde kendimizi bulduk. Sokağın önü kocaman büyük bir panelle kapatılmış ve üzerindeki bir yazıda "Kadınların ve 18 yaşından küçük erkeklerin bu sokağa giremeyecekleri" yazılıydı. Biraz da meraktan sokağa açılan aralıktan kafamı uzattım ve etrafa baktım. Az katlı binaların pencerelerinde yarı çıplak kadınlar müşterilerini bekliyorlardı. Eşlerini ve sevgililerini dışarda bırakan çoğu erkek de komiklik olsun diye sokağı turlayıp dışarı çıkıyordu. Biz de paneli fotoğraflamaya çalışıp gülüşürken sokağın başında içeri müşteri çekmeye çalışan bir travesti bize hışımla içeri girmenin kadınlara yasak olduğunu, uzaklaşmamızı söyledi.


Sokaklarda yine gezmeye devam ettik. Bu Caddenin Beatles açısından da önemi bulunuyormuş. Çünkü Beatles Grubu henüz ünlü olmadan ilk kez St. Pauli'de sahne almaya başlamış. Sahne aldıkları barların isimleri Indra Club, Star-Club, Kaiserkeller, Top-Ten Club olarak sayılabilir. Gezdiğimiz sokaklardan birinde Star-Club'ı bulduk ve burada Beatles posterlerinin asılı olduğunu gördük. Hamburg'lular Beatles'a o kadar çok kucak açmışlar ki adlarına bir de müze açmışlar.



Caddenin Grobe Freiheit ile kesiştiği noktada bir plağa benzetebileceğiniz bir de meydan yapılmış. Beatles Meydanı olarak adlandırılan bu meydanın çevresine Beatles Grubunun anısına John Lennon, Paul McCartney, Stuart Sutcliffe, George Harrison ve davulcular Pete Best ile Ringo Starr için bir anıt dikilmiş. İçki ve eğlencenin gırla gittiği bu saatlerde bizim dışımızda bu heykellere pek ilgi gösteren yoktu. Biz de fotoğraflarını çekip yolumuza devam ettik.



St. Pauli bölgesini turla da gezmek mümkünmüş. Neyi ve nasıl gezdiriyorlar anlayabilmiş değilim ancak aklınızda bulunsun diye yazıyorum. St. Pauli'nin ayrıca bir futbol takımı da varmış. Taraftarlarının oldukça fanatik oldukları söyleniyor. Bu da bölgenin gelişmesine katkı sağlayan denizciler için yapılmış bir anıt!


Gezerken ilginç bulduğumuz her şeyi fotoğraflamaya çalıştım. Arkadaşım fotoğrafları çekilince bazılarının rahatsız olabileceğini söyledi. Ancak tam tersine gencin biri kendini işaret ederek fotoğrafını çekmemi istedi. Ne yazık ki hızla hareket etmeme rağmen onu çekememişim. Bu insanlar o kadar çok içmişlerdi ki Dünya yansa umurlarında değildi!



Sadece gençleri değil her yaştan insanı burada görmek mümkün. Teyzelerime bakar mısınız! Daha önce yazdığım gibi Hamburg'da özellikle dışarıda eğlenmeye veya yemeğe giderken bu tarz giyinmek oldukça yaygın gözüküyor. Şehirde gezerken bunu çokça görme imkanımız oldu.


Gezerken vakit nasıl geçti bilmiyorum. Metronun cuma ve cumartesi gecesi sabaha kadar çalıştığını biliyorduk. Sadece çok sık değil 20 dakikada bir geliyormuş. Yürüdüğümüz yoldan geriye yürüyerek metro istasyonunu bulduk ve bir aktarma ile bir taksi seyahati yaparak uzun süren bir yolculuktan sonra nihayet otelimize ulaştık. 

Otelimiz bana bina girişi için bir şifre göndermişti. Gecenin kör karanlığında uzun süre binanın sağ tarafında olan dekodere şifre girmeye çalıştım. Bir türlü içeri girmeyi başaramadık ve ne yapacağımızı şaşırmış durumdayken diğer tarafta da bir dekoder olduğunu gördüm. Hemen şifreyi burada deneyince kapı otomatik olarak açıldı ve nihayet içeri girebildik. Berlin'de başlayan günümüz oldukça yorucu ama bir o kadar da renkli ve güzel geçmişti. Yatağa yatar yatmaz ikimiz de bir güzel uyumuşuz!

1 Ekim 2016

Sabah kalktığımızda bir önceki gün keşfettiğimiz yakındaki Aldı Markete gittim. Kahvaltılık malzeme ve ekmek aldım. Yanımızda poşet çay vardı ve mutfaktaki su ısıtıcısını kullanarak kendimize güzel bir kahvaltı hazırladık. Kahvaltımızı yaptıktan sonra kalan malzemeleri de ertesi gün kullanmak üzere buzdolabına yerleştirdik.

Hava biraz pusluydu. Hemen hazırlanıp yola çıktık. Bir önceki gün ki deneyimimize istinaden otobüs durağına gidip şoförden grup indirimli gidiş dönüş bileti aldık. Metro haritasına bakarak bir aktarma yapıp gitmek istediğimiz Hafencity'ye ulaştık. 

Hafencity, Elbe Nehri'nde daha önceleri Hamburg Limanına evsahipliği yapmış nehir adası Grasbrook üzerinde bulunmakta. Burası resmi olarak 2008 yılında kurulan ve bitişikteki Konser Salonu ile birlikte 2015 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine giren tarihi Speicherstadt bölgesini kapsıyor. Metrodan dışarı çıkar çıkmaz çevremizi hayranlık dolu bakışlarla incelemeye başladık. Binaların mimarisine hayran olmamak elde değil.


Avrupa’nın en büyük ve en önemli kentsel dönüşüm projesi olan ve Hamburg Eyalet Meclisinin aldığı bir kararla başlatılan HafenCity projesi ile Hamburg'un mevcut nüfusunun yaklaşık %40'ının yaşayacağı yeni bir kent inşa edilmek isteniyor. Böylece eski limanın yerini oteller, dükkanlar, iş merkezleri ve konutlar alacakmış. 



2.2 kilometrekarelik bir alanda gerçekleştirilen bu kentsel dönüşüm planı tamamlandığında Hamburg Avrupa'nın en güzel liman kenti olacakmış.Projenin 2025-2030 yılları arasında tamamlanması planlanmış. Bugün itibarıyle çoğu bitmiş ve kullanılmaya başlanmış bile.


Tamamlandığında yaklaşık 12.000 kişiye ev ve 40.000 kişiye iş imkanı sunulacakmış. 2001 yılında yapılan bir törenle başlatılmış ve Filarmoni Orkestrası Binasına bitişik olan ilk kısmı 2009 yılında tamamlanmış.


Gezerken binalardan birisinde halı ve çeşitli eşyaların satıldığı bir dükkan gördük. Binadan içeri girerek burayı gezdik.


Aynı binanın üst katlarında ise Spicy’s Museum adlı bir baharatçı da vardı. Buraya da çıkarak değişik baharatların kokusuna ve tadına baktık. Çok değişik olan baharat türlerinin yanısıra Türkiye'den gelen baharatlara da rastladık.


Hafencity aynı Venedik gibiydi. Zaten Hamburg Avrupa'da en çok köprüye sahip olan şehirmiş. Hamburg'da yaklaşık 2032 adet köprü bulunuyor.



Hafencity'de gezerken binaların arasındaki kanallarda gezen küçük tekneleri de görmek mümkün.



Bir süre sokak aralarında yürüdükten sonra bu tekne gezilerinden birine katılmaya karar verdik. Gezinti teknelerinin hareket ettiği pek çok nokta bulunuyor. En yakın tekne hareket noktasına gittiğimizde bizi bir görevli karşıladı ve yaptıkları turda ingilizce rehberlik olmadığını sadece Almanca yaptıklarını söyledi. Diğer hareket noktalarına gitmeyi gözümüz kesmediğinden öyle olsun dedik. En azından anlamasak da tekneyle gezmiş olacaktık. Kişi başı 15 Euro ödeyerek gezmekte olan teknenin gelmesini bekledik.


En nihayet tekne geldi ve yolcularını boşalttıktan sonra bizi tekneye aldılar. Ancak bir süre de hareket etmeden teknede bekledik. Çok kalabalık olmayan bir yolcu grubuyla birlikte en sonunda hareket ettik.

Hafencity içindeki kanallarda gezinen teknemiz daha sonra buranın dışına çıkarak Hamburg Limanına doğru yol aldı. Bu sırada mimari olarak çok değişik ve güzel binaları da fotoğraflama imkanı buldum.


Bu gezi sırasında Elbphilharmonie Opera Binasını da görme imkanı bulduk. Bu bina Herzog ve de Meuron mimari bürosu tarafından yapılmış çok güzel bir eser. Kısaca Elphi denilen bu salon Dünyadaki en büyük ve en iyi akustiğe sahip konser salonuymuş.


108 metre uzunluğuyla Hamburg'daki konutlar dışında en uzun binaymış. 2016 yılı sonunda resmi olarak tamamlanan binaya toplam 789 milyon Euro harcanmış. Biz gördüğümüzde henüz konser verilmiyordu. İlk kez 11 Ocak 2017'de yapılan Thomas Hengelbrook yönetimindeki Filarmoni Orkestrasının performansıyla konser salonu açılmış. 



Hamburg Limanı Kuzey Denizi ile Baltık Denizi arasında bulunduğundan oldukça fazla sayıda gemiyi ağırlamakta. Yılda yaklaşık 13.000 gemi, Avrupa’nın Rotterdam'dan sonraki ikinci büyüğü olan bu limana uğruyor. 6 milyona yakın turist burayı ziyaret etmekte, tekne turları, müze gemiler, hatta tekne kilise gibi çeşitli liman aktivitelerine katılmakta.



Bu arada yaşlıca olan Alman rehberimiz çok eğlenceli bir şekilde geçtiğimiz yerlerle ve Limanla ilgili bilgi veriyordu. Sanırım biraz esprili bir şeyler söylüyordu ki insanlar gülüşüyordu. Biz hiçbir şey anlamadan sadece çevremizi izlemekle yetindik.



Bu Limana ülkenin "Dünyaya açılan kapısı" adı verilmiş. Tekneyle ambarlar ve konteynırlar arasından geçtik. Tekrar Limana girmek için bir kapı açıldı ve buradan tekneyle iç tarafa geçtik.


Çok güzel bir geziydi ve bir limanı ilk kez bu kadar yakından görme imkanım oldu. Bizdeki limanlarda böyle turistik gezi yaptırıldığını hiç sanmıyorum. Tekneden indik ve tam o sırada Hafencity'de bazı gelin ve damatların fotoğraf çektirdiklerini gördük.



Hafencity'den de birkaç fotoğraf daha eklemek istiyorum. 



Bu binalardan birisi Hamburg Dungeon'u yani Hamburg Zindanı. 2000 yılında inşa edilen binada Hamburg'un karanlık tarihine interaktif bir yolculuğun gerçekleştirildiği turistik bir atraksiyon yapılıyormuş. Bizim vaktimiz olmadığından girme teşebbüsünde dahi bulunmadık. 

Buradan şehir merkezine doğru yürümeye başladık. Katharinen Kirche adlı tarihi bir kilisenin önünde bir düğün kutlaması vardı. Küçük büyük herkesin elinde pembe-beyaz balonlar vardı. Bir süre sonra herkes aynı anda balonları bıraktı ve çok hoş bir görüntü oluştu. 



Yürüyerek bir gün önce gezme fırsatı bulamadığımız tren garına geldik. 

Haupthbahnhof yani Merkez Tren İstasyonu, 1906 yılında açılmış. II. Dünya Savaşı sırasında çok hasar gören istasyon aslına uygun şekilde restore edilmiş. Bugün ise neredeyse günlük 500 bine yakın yolcu trafiği ile Paris'teki Gare du Nord'dan sonra Avrupa'nın ikinci büyük tren istasyonu olmuş. İstasyonun içinde çok sayıda restoran ve hediyelik eşya mağazası da bulunuyor.



Burayı da gezdikten sonra artık o gün görmemiz gereken bir yer kalmadığından daha rahat dolaşmaya başladık. Nivea'nın merkezi Hamburg'da olduğundan burada alışveriş yapmak istiyorduk. Belediye Binasına yakın bir konumda bir şubesini görmüştük. Tekrar oraya dönerek Nivea mağazasını bulduk ve epeyce alışveriş yaptık. Ancak maalesef arkadaşım burada ödeme yaparken başka bir arkadaşımızın lens alması için verdiği 60 Euro'yu düşürmüş. Ertesi gün gidip çalışanlara soralım dedik ancak hiçbiri gördük demedi. Neyse giden gitti bu da tuzu biberi olsun dedik. 

Daha sonra mağazalara ve avm'lere girip çıkarak günü tamamladık ve akşam yemeği için ilk gün bize çok yardımcı olan dönerciye gitmeye karar verdik. Dönercinin içi ilk gün gördüğümüz gibi yine çok kalabalıktı. Döner Almanya'da bizdeki gibi servis edilmiyor. Yanında pekçok garnitür isteyebiliyorsunuz. Makul bir fiyata çok lezzetli olan dönerlerimizi yedik. Vakit erken olduğundan bu sefer otobüse binerek otelimize ulaştık. Bir gün önceki gibi bizi yine kötü bir sürpriz bekliyordu. Ön kapıyı bir türlü açamıyorduk. Ne yapacağımızı bilemezken bana gönderilen bilgi notunda o günkü tarih için başka bir şifre olduğunu farkettik. Bunların işi gücü yok galiba küçücük bir otel için her güne ayrı bir giriş şifresi oluşturuyorlar. Neyse içeri girebildik ya ne halleri varsa görsünler!

2 Ekim 2016

Sabah aslında erkenden kalkıp Balık Pazarına gitmekti niyetimiz. Biraz uyuşuk davranıp hazırlanmakta çok vakit kaybettik. Önce aheste aheste kahvaltı yaptık. Sonra eşyalarımızı toplayıp odayı boşalttık. Çünkü artık akşam otobüsüyle Berlin'e dönecektik. Bavullarımızı Tren İstasyonundaki emanet dolaplarına koyup kilitledikten sonra yine St. Pauli'ye gitmek için metroya bindik. 

Cuma gecesi tıklım tıklım gördüğümüz caddeler ve sokaklar bomboştu. Fishmarket yani Balık Pazarı yazan tabelaları takip edince genelev sokağının önünden de geçtiğimizi gördük. Artık bizi engelleyen kimse olmayınca sokağa da şöyle bir baktık. 



Nihayet sahile ulaştık ve çöp kümeleri arasından Balık Pazarına yürümeye başladık. Fishmarket, St. Pauli'nin bir semti olan Altona'da Reeperbahn Caddesi ile Malmaille Breite Caddesi arasında bulunuyor. Pazar günleri Fischmarkt yani Balık Pazarı sabah saat 5'te açılıp 10'da kapanıyormuş. Burası Almanya'nın en turistik yerlerinden birisi ve her Pazar günü yaklaşık 70.000 kişi buraya geliyormuş.


300 yıla yakın bir tarihi olan bu Pazara gece boyu Reeperbahn'da eğlenenler sabah 5'te gelip kahvaltı olarak balık ve bira keyfi yaptıktan sonra evlerine dönüyorlarmış. Bir çeşit cila durumu olsa gerek! 


Bu Pazarda Kuzey Denizinden gelen birbirinden lezzetli balıklar açık arttırma usulüyle satılıyormuş. Fishauktionshalle'de ise sabah 5'ten itibaren yaklaşık olarak 11-12'ye kadar değişik gruplar canlı müzik yapıyorlarmış. Biz salondan içeri girdiğimizde bu gruplar artık eşyalarını topluyorlardı. Maalesef biz bu görsel şöleni kaçırmıştık. Bari balık ekmek yiyelim dedik ve nereye gittiysek kapattıklarını söylediler. 



Dışarıdan kocaman bir hangar görünümünde olan Pazar, görüldüğü gibi ortası boş üç kattan oluşuyor. Dışarıda kurulan açık hava balık pazarının yanısıra sebze meyve ve hatta giyecek, hediyelik eşya, çiçek ne arasanız herşey satılıyormuş. Zaten biz yürürken geride kalmış birkaç satıcıyı görmüştük. 

Karnımız acıktığından balık yiyecek bir restoran aramaya başladık. Arka tarafta bir meydanın etrafında kafeler ve restoranlar bulunuyordu. Fiyatının daha makul olacağını düşündüğümüz bir kafeye oturarak balık sandviç istedik. Taze olduğundan herhalde çok lezzetliydi. Balık şehrine gelip en sonunda balığımızı da yiyebilmiştik. 


Daha sonra cadde boyunca yürümeye başladık. Hava oldukça bulutluydu ve ara ara yağmur da çiseliyordu.


Hamburg'a gelip Türk balıkçı görmedik demeyelim.


Daha sonra yine yürüyerek Elbe Tüneline doğru gittik.Önce Hard Rock Cafeyi gördük.


Hamburg'ta eskiden yaya ve araç tüneli olarak kullanılan ve tarihi 1900'lerin başlarına kadar giden Elbtunnel'de araçlar eskiden asansörler vasıtasıyla tünele inmekteymiş. Bu tünel Hamburg'ta yükleme alanlarını Elbe Nehri'nin kuzeyiyle birleştirmekteymiş.



Artık akşam olmaya başlamıştı ve hızlı bir şekilde Tren İstasyonuna döndük. Bavullarımızı emanet böümünden alarak yakındaki otobüs terminaline yürüdük. Bu yürüyüş sırasında yağmur da başlamıştı ve biz otobüse bindiğimizde artık şakır şakır yağmur yağıyordu. Burada da şansımız yaver gitmişti ve gezimizi engelleyen bir yağmura denk gelmedik. 

Hamburg gezimizi de tamamlamıştık ve sanırım koştur koştur yapmadığımız için olsa gerek bu şehri ikimiz de çok sevdik. Liman şehri olduğundan özellikle kış aylarında çok soğuk olacağını tahmin ediyorum. Ancak bahar ve yaz aylarında bu şehre birkaç gün ayırıp gezmeye değer diye düşünüyorum.