3 Ocak 2017 Salı

On 03:56:00 by Gülten İşcimen in    No comments



Huzurun ve Doğallığın Adresi Potsdam

Potsdam şehri, Berlin'in yaklaşık 30 km güneybatısında yer alan huzuru bulabileceğiniz, yeşilini korumuş, olağanüstü sevimli, küçük bir şehir. Potsdam şehrine Berlin‘den yaklaşık 30 dakika gibi bir sürede ulaşabiliyorsunuz. Potsdam, aynı zamanda Brandenburg eyaletinin başkenti ve Unesco Dünya Kültür Mirasları Listesinde yer alan bir şehir. 

Potsdam şehrinin tarihinin 10. yüzyıla kadar gittiği tespit edilmiş.Yüzyıllar boyunca ismi duyulmayan ve sakin bir yerleşim olmanın ötesine geçemeyen Potsdam’ın adı Hohenzollern ailesi ile birlikte duyulmaya başlamış. Prusya İmparatorluğu'nun hanedanı olan Hohenzollern ailesi bu bölgeyi de yönetmekteymiş. 18. yüzyılın ortalarında Kral Frederick, Potsdam’da dinlenebileceği ve yönetim tasasından uzak kalacağı yazlık bir saray inşa ettirmeye karar vermiş. Bu nedenle sarayın da bulunduğu parka Fransızca “tasadan uzak, tasasız” anlamında “sans souci” denilmiş. Saray inşası 3 yılda tamamlanmış ve ondan sonra buranın önemi bir anda artmış.

Tarihteki önemi bununla da kalmamış. Potsdam, II. Dünya Savaşının sonunda Temmuz-Ağustos 1945 tarihinde üç büyük devletin (ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği) katıldığı bir Konferansa'da ev sahipliği yapmış. 

Şehirde neredeyse sıfıra yakın bir göçmen yerleşimi bulunmakta. Potsdam'ın yeşil bir şehir olduğundan bahsetmiştim. Şehirde tam olarak 20 göl ve pek çok su kaynağı bulunuyor. Bu sulak topraklar ve iklimin etkisiyle olsa gerek topraklarının 3/4’ü de yeşil alanlardan oluşuyor. Zengin bir şehir olduğundan II. Dünya Savaşı'nda hemen hemen hiç zarar görmemiş mimarisi de görülmeye değer. 

Potsdam'a gitmek için farklı ulaşım alternatifleri bulunuyor. Potsdam merkezine gitmek için S7 veya bölgesel tren olan RE1 kullanılabilir. Schloss Sanssouci ve Park Sanssouci'ye gitmek için RE1 kullanılıp Potsdam merkez tren istasyonundan sonraki durakta inilerek yaklaşık 10 dakika yürünebilir. Potsdam'a gidip dönmek için daha kapsamlı olan ABC bileti alınması gerektiğini belirtmeliyim.Bizim welcome kartımız ABC kapsamlı olduğundan ayrıca bilet almamıza da gerek olmadı.

29 Eylül 2016

Bir gün önce Potsdam'a doğru yola çıkıp havanın bulutlu olduğunu görünce vazgeçip Berlin'e geri dönmüştük. Perşembe günü yine sabah erkenden kalktık. Önce mısır gevreği ve sütle hızlıca bir kahvaltı yaptık. Sonra zaten otelimize çok yakın olan tren istasyonuna gittik. Potsdam trenleri gün içerisinde çok sık aralıklarla geliyor. Adeta bu küçük şehri Berlin'in uzak bir mahallesi gibi düşünebilirsiniz. İnsanlar Berlin'de çalışıp Potsdam'da oturabiliyorlar. Türkiye'de bu benzerlik benim bildiğim İstanbul-Kocaeli ve Ankara-Kırıkkale'de var. 

İstasyona gittiğimizde gelen ilk trene bindik ve yola çıktık. Sabahın erken saati olduğundan biraz kestirmeye çalıştık. Çok geçmeden Potsdam merkez istasyonuna ulaştık. İner inmez tarihi bölgeye gidebilmek için bir otobüse atladık. Ancak fazla uzağa gitmeden otobüsten indik. Biraz erken davranmışız keşke şoföre veya yolculara sorsaymışız. 

İndiğimiz yerde bir çarşı ve büyük bir kilise vardı. Yol boyunca Sanssouci tabelalarını izleyerek yürümeye başladık. Çok güzel evler, bahçeler gördük.


Bu yol üzerinde Potsdam Tarihi Müzesi, Film Müzesi, Bilim Müzesi var. Bizim vaktimiz bu müzeleri gezmek için yeterli olmadığından yürümeye devam ettik ve uzaktan Nauener Tor'u görmeye başladık. Bu kapı Potsdam’ın bugüne kadar korunmuş 3 kapısından birisi. 


Kapı 1755 yılında inşa edilmiş ve Kıta Avrupa'sında İngiliz Gotik mimarisinin ilk örneğini oluşturmaktaymış.



Kapı, Dutch Quarter adı verilen Hollandalılar Sokağına da çok yakın bir konumda bulunmakta. Zamanında bu kapıyı askerler, tüccarlar, yöneticiler ve sanatçılar kullanmış. Bugünlerde ise burası etrafındaki kafelerle, restoranlarla ve barlarla popüler bir buluşma noktası. Kapının masal diyarlarından fırlamış bir görüntüsü yok mu!

Kapıya doğru yaklaşırken sağ tarafta biz de Dutch Quarter'ı (Hollandisches Viertel) görmeye başladık. Burası, yapımı 1733'den 1740'a kadar süren 169 adet kırmızı tuğlalı Hollanda evinden oluşan bir bölge. Yanyana büyük bir intizam ile dizilmiş olan bu evlerin arasında kendinizi Hollanda sokaklarında geziyor gibi hissedebilirsiniz. Burası Hollanda tarzı evlerin bulunduğu Avrupa'daki en büyük koleksiyonmuş. Biz sokağa girmedik ancak uzaktan da olsa bu şirin evleri görme şansı elde ettik.


Bu evlerin şöyle bir hikayesi varmış. Garnizon kasabasını genişletmek isteyen ve kendisi de asker olan kral I. Frederick acil olarak yetişmiş inşaat ustaları bulmak ister. Şansına bu ustaları komşu ülkeden bulur ve gelen ustalar kendilerini evlerinde hissetmek için bu evleri inşa ederler. 


Biraz yürüyünce yolun sol tarafında Rathaus Potsdam'ı (Belediye Binası) gördük. Tarihi bir bina olsa gerek. İçine de girip şöyle bir bakma imkanı bulduk.



Şehrin mimarisinin çok güzel olduğundan bahsetmiştim. Bu da yürürken gördüğümüz sıradan bir ev.


Tabelaları takip ederek sessizlikle birlikte uzun süre yürüdük. Parkın içine girmeden önce Alexandrowka'yı (the Russian Colony) gezmek istiyorduk. En nihayet bu güzel evleri görmeye başladık.


Buranın hikayesine gelirsek şöyle özetleyebiliriz. Prusya Kralı III. Frederick ile Rus çarı Alexander yakın arkadaşlarmış. Bu arkadaşlığın nişanesi olarak Kral Frederick 1826-1827 yıllarında Rus kolonisi Alexandrowka'yı inşa ettirmiş. Burada Rus stilinde 13 adet ahşap ev yapılmış. Yeşil alanlar Peter Joseph Lenne tarafından dizayn edilerek Rus müzisyenler için özel bir atmosfer yaratılmış.


Bu bölge de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde yerini almış. Daha birkaç nesil önceye kadar hala burada yaşayanlar bulunuyormuş. Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmesinden önce buranın restorasyonu için çaba gösterilmiş ancak çok az para bulunabildiğinden gerçekleştirilememiş. Birleşme sonrasında bu evler aslına uygun bir şekilde restore edilebilmiş.



Bu evleri dışından gördükten sonra Parka doğru yürümeye başladık. Yol kenarında çok büyük bir elma bahçesi vardı ve tahminime göre yetiştirme yurdu veya rehabilitasyon merkezi gibi bir yerde kalan gençlere elma toplatıyorlardı.


Buradan yürümeye devam ederken çiftlik tarzında yapılarla karşılaştık.


Parkın girişini bulmak için çok fazla yürüdük ve yolda sorduğumuz kişilerden aldığımız tarife göre en sonunda ulaştık. Girdiğimiz noktadan doğruca Sanssouci Sarayının arkasına çıkmışız. Önce nerede olduğumuzu anlayamadık. Kraliyet armalı bir yapıyı gördük.


Ön tarafa doğru yönelince Sarayın muhteşem görüntüsüyle karşılaştık.


Prusya'nın 18. yüzyılda hızla gelişmesini sağlayan ve "Taç sadece yağmuru geçiren bir şapkadan ibarettir." diyerek ılımlı ve sade bir insan olduğunu vurgulayan Büyük Frederick, Potsdam'ın sırtlarında erik, incir gibi meyveler yetiştirmek ve şarap üretmek istemiş. Bu nedenle 1744 yılında Sanssouci Park'da teraslanmış bir bahçe yaptırmış. Bir yıl sonra bahçenin muhteşem manzarasını görünce kralın aklına bu terasın tam üst kısmına büyük bir yazlık saray yaptırmak gelmiş. Burası kralın favori mekanı olmuş ve zaman zaman köpekleriyle yalnız kaldığı bile olmuş. Hatta sarayla kendini o kadar özdeştirmiş ki kendisi öldüğünde sarayın da öleceğini söylemiş.


Saray Rokoko stilinde yapılmış ve 10 ana odadan oluşuyormuş. İç dizaynında Frederick'in etkisi ve istekleri o kadar çokmuş ki bu stile "Frederician Rococo" ismi verilmiş. 

Uzunca bir süre Sarayı fotoğraflamaya çalıştık. Keşke hemen gidip biletimizi alsaymışız. Çünkü içeriye küçük gruplar halinde alıyorlarmış ve bilet aldığınız saatte orada olmanız gerekiyormuş. Bilet almak istediğimizde neredeyse 2 saat sonrasına bilet verebiliyorlardı. Biz de Parkı gezerken dönemeyeceğimizi düşünerek içeri girmekten vazgeçtik. Zaten Berlin'de Charlottenburg Sarayını gezerek şatafatın dibini görmüştük. 

Gezmeyi düşünenlere bizim gibi vakit kaybetmeden hemen biletlerini almalarını tavsiye ediyorum. Sarayın içi bir görevli nezaretinde gezdiriliyormuş ve her oda tek tek geziliyormuş. İçeriye de yaklaşık yarım saat, boyunca yeni grup alınmıyormuş. 


Şimdi gelelim bahçeye. Frederick zamanında Barok tarzında yapılan bahçe daha sonraki hanedanlar döneminde değiştirilmiş ve İtalyan unsurlar bahçeye eklenmiş. Günümüzde ise bahçe peyzajı aslı korunarak çok düzgün yapılmış ve her yer pırıl pırıl tertemizdi. Bahçeye Sarayın önünden kuşbakışı bakmak inanılmaz keyifliydi.

Frederick, Versay Sarayından etkilenerek Sarayın önüne bir de çeşme yapılmasını istemiş. Bu çeşmenin etrafındaki heykel ve figürler de yine Versay Sarayından esinlenilerek yapılmış. 


Sarayın sağ tarafında kalan Tarihi Değirmene (Historische Mühle) doğru yürüdük. Yolun karşısına geçerken nostaljik kıyafetler içinde birinin müzik yaptığını gördük.


İlk Değirmen Büyük Frederick zamanında 1738 yılında yaptırılmış. Bu değirmen rüzgarın yönüne göre dönebilen tamamen ahşap bir malzemeden yapılmış. Daha sonra bu değirmenin yerini alan değirmen ise II.Dünya Savaşında tahrip olunca eski resimlerinden esinlenilerek tarihi değirmen tekrar inşa edilmiş.


Bu Değirmenle ilgili bir de yaygın bilinen bir efsane varmış. Bu efsaneyi ben de çok önceden beri biliyordum ama bu gördüğümüz değirmenle ilgili olduğunu sonradan anladım. Efsane de şöyle imiş. Frederick'in yazlık sarayı değirmene yakın olduğundan değirmen kanatlarının sesinden rahatsız olmuş ve değirmeni Johann William Grävenitz adındaki değirmenciden satın almak istemiş. Değirmenci bunu reddedince kral tehditkar bir ifadeyle "Sen benim kim olduğumu bilmiyormusun istersem kraliyet yetkilerimi kullanarak burayı bir kuruş dahi ödemeden senin elinden alırım" demiş. Bunun üzerine değirmenci adalet dünyasında çok bilinen ifadeyle "Majesteleri şüphesiz ki bunu yapabilirdiniz eğer ki Berlin'de hakimler olmasaydı" demiş.


Değirmeni bilet alarak gezebiliyorsunuz. Hemen altında da bir kafe bulunuyor. Biz vaktimiz kısıtlı olduğundan gezemedik ve yolumuza devam ettik. Bahçede yürümek çok keyifliydi ve yol üzerinde Orangery'yi gördük. 1947'de Büyük Frederick Sanssouci Sarayının tamamlanmasının hemen ardından sarayın yakınlarında bir Orangery (Neue Kammern) inşa edilmesini istemiş. Burası değerli, tropik bitkilerin kış aylarında korunması amacıyla yapılmış. Ancak bir süre sonra Frederick burayı konukları misafir etmek amacıyla kullanmaya başlamış. Bu nedenle burası 1771-1775 yıllarında bir konukevine dönüştürülmüş. Bu tarihten sonra artık New Chambers olarak adlandırılmaya başlamış.


Çok değerli iç dekoru Rokoko tarzında yapılmış ve kocaman büyük salonlardan oluşuyormuş. Dışarıdan aldığımız birkaç fotoğraftan sonra yolumuza devam ettik. Yürürken çektiğim fotoğraflardan sadece birkaçını buraya ekliyorum. Tablo gibi gözüken bu muhteşem manzaraya bakarmısınız!




Bu yürüyüş sonrasında Orangery Sarayı'nın önündeydik.Saraya çok fazla yaklaşmadan uzaktan görmekle yetindik. Sarayın dış tarafında restorasyon çalışmaları vardı. Rönesans tarzında yapılan binanın çok çarpıcı olduğu söyleniyor ancak biz çalışmalar yüzünden bunu net şekilde göremedik.


Orangery, Kral IV. William'ın çizdiği taslağa uygun olarak 1851'den 1864'e kadar inşa edilmiş. Sarayın mimarları fikirlerini krala kabul ettirerek sarayı İtalyan Rönesansı tarzında yapmışlar. 300 metrenin üzerindeki genişliğiyle Parktaki en uzun bina olma özelliğini taşıyormuş.


Saray iki kanattan oluşuyormuş ve geçmişte Potsdam'ın pek çok kamu dairesine ev sahipliği yaptığı gibi hassas bitkilerin kış aylarında korunması için de kullanılmış. Sarayın ortasındaki ana binada yer alan Raffael Salonu çok etkileyici bir yer olarak kaynaklarda belirtiliyor. İki hikayeli Salon, Vatikan'daki "Sala Regia" ya benzetilmiş, kırmızı ipek kaplanmış duvarların üzerinde ise altın çerçeveli 50 meşhur Rönesans ressamının eseri sergilenmekteymiş. Ne yazık ki yine vakit darlığından biz bu salonu göremedik.


Park'da yürümeye devam ettik ve ayaklarımız bizi büyük bir sarayın önüne doğru götürdü. Neues Palais (Yeni Saray), Park'daki diğer yapılara daha sonra eklendiği için verilen bir isimmiş. Büyük Frederick döneminde, 1763 ile 1769 yılları arasında, Yedi Yıl Savaşlarının sonunda Prusya'nın gücünü ve zaferini göstermek amacıyla yapılmış. Barok tarzındaki bu Sarayın inşasından sonra Prusya'da artık Barok tarzında bir yapı inşa edilmediğinden bir devrin kapanışını da simgeliyormuş.


Saray’ ın üstünde bir kubbe ve tepesinde bir taç bulunuyor. Sarayın iç dekorasyonunda şaşalı süslemeler, gösterişli ve abartılı tasarımlar bulunuyormuş. Sarayın içinde 200'ün üzerinde oda, toplantı odaları, balo salonları ve hatta bir tiyatro bile varmış. Frederick hastalık derecesinde Fransa özentisiymiş. O yüzden bu tiyatroda da Fransız ve İtalyan operaları seslendirilirmiş. Frederick bu Sarayı çok fazla kişisel ikameti için kullanmamış ve daha çok misafirlerini burada konuk etmiş. Bu Sarayın içi o kadar çok eşyayla doluymuş ki, II. Kaiser Wilhelm 1918’de buradan kaçarken 60 tren vagonu dolusu eşyayı Hollanda'ya götürmüş. II. Dünya Savaşındaki bombalardan kurtulan yapının halen 1918'deki görüntüsünü koruduğu belirtilmektedir.


Yeni Sarayın bir kısmı Potsdam Üniversitesinin Felsefe Bölümüne evsahipliği yapmaktaymış ve bu kısmı isteyen herkes elini kolunu sallayarak gezebiliyormuş. Sarayın önündeki çimlik alan ise gerçekten çok genişti. Sarayın ihtişamlı yapısını daha yakından görmek için epeyce yürümek zorunda kaldık.Bu da yakından çekilmiş bir fotoğraf, ne kadar ince işçilik var görebiliyormusunuz!


Fazla oyalanmadan yolumuza devam ettik çünkü Park'da görmemiz gereken daha çok eser vardı. Araya birkaç Park manzarası da ekleyeyim.




Sırada başka bir saray, Charlottenhof Palace vardı. Parkın güneybatısında kalan ve üzerinde o tarihlerde bir çiftlik evi bulunan bu alan III. Frederick William tarafından satın alınmış ve oğlu Frederick William ve eşi Elisabeth Ludovika'ya noel hediyesi olarak 1825 yılında verilmiş. Her ikisi de burayı yazlık konut olarak kullanmışlar. Frederick William burada Roma tarzında bir saray yapılmasını istemiş ve hatta Charlottenhof Sarayının dizaynını bizzat kendisi üstlenmiş. Sarayın ismi ise buranın pek çok sahibinden birisi olan Charlotte von Getzhow'dan geliyormuş.


1829 yılında yapımı tamamlanan Sarayda 10 oda bulunuyormuş. Sarayın öne çıkan özelliği ise Sezar'ın çadırından esinlenerek dizayn edilen odaymış. Bu odada duvarlar ve tavan mavi ve beyaz çizgili duvar kağıdıyla kaplanmış, pencere pervazları, yatak başlıkları, yatak takımları ve mobilyalar hep aynı renkleri taşıyormuş.Mavi ve beyaz teması Sarayın bütün pencerelerinde görülüyormuş. Bunun nedeninin ise o dönemde hanedanda bulunan Prenses Elisabeth'in Bavyera orijinli olması gösterilmekte. Çadır Odada konuk edilen pek çok kişinin arasında önemli bir bilim insanı olan Alexander von Humboldt da bulunuyormuş.


İtalyan etkisiyle yapılan Saray ve etrafındaki bahçe gerçekten görülmeye değer bir yer. Sarayın sade bir görüntüsü var ve bahçe peyzajı da oldukça etkileyici bir manzara sunuyor.



Parkta yürüyüşümüz devam ederken Roma Hamamlarıyla (Roman Baths) karşılaştık. Burası Charlottenhof Sarayının kuzeyinde bulunuyor. Yapımından bizzat IV. Frederick William'ın sorumlu olduğu Roma Hamamları 1829-1840 yıllarında tamamlanmış. Roma'daki orijinallerinden esinlenerek ve İtalyan olan herşeye duyulan sevgiyle Frederick kendi evi saydığı Sanssouci Park'da kendi Roma Hamamını da yaptırmak istemiş.


Roma Hamamları çok farklı unsurlardan oluşuyor. Bir çayevi, bir çiçek evi ve pekçok ilave bina görülüyor. 


Burada da fazla oyalanmadan yolumuza devam ettik. Hedefimiz "The Chinese House" yani Çin Evini bulmaktı. Birkaç kişiye yol tarifi sorarak en nihayet burayı bulduk. İlk izlenimimiz muhteşem ışıltılı bir yapı olduğuydu.


Büyük Frederick çiçek ve sebze bahçesine kendini adayabilmek için burada bir köşk yaptırılmasını istemiş. Bahçe mimarı, 1755-1764 yıllarında burada o zamanın popüler dizaynı olan çin mimarisi ile Rokoko tarzını harmanlayarak bu köşkü inşa etmiş. Tamamlandıktan sonra sadece bahçe köşkü olarak değil çeşitli sosyal aktivitelerin de düzenlendiği bir yer olmuş.


Çin Evi yonca şeklinde yapılmış ve yuvarlak orta merkezin boş alanlarına düzenli bir şekilde 3 oda serpiştirilmiş. Binanın dışında yemek yiyen, içen ve müzik yapan çin figürleri kullanılmış.


Binanın içinde ise enstrüman çalan insan heykelleri, maymunlar, papağan ve oturan Budha heykelleri altın kaplama olarak süslemede kullanılmış. Çok şık bir avize ise binanın kubbesinden sallanıyormuş. İçerisi gezilebiliyor ancak bizim zamanımız olmadığından girmedik. Kapı önünden aldığım bir fotoğraf bu zenginliği bir parça gösteriyor. 


Etrafında dönüp seyretmekten kendimizi alamadığımız Çin Eviyle vedalaşıp tekrar yola koyulduk. Parkın içinde yine uzunca bir süre yürüdük. Bu yürüyüşümüz sonrasında Sanssouci Sarayını karşıdan panaromik olarak görebileceğimiz bir noktaya geldik.



Sanssouci Park'daki bütün yapılar yapay bir gölün etrafına yerleştirilmiş. IV. Frederick Parkın ilk planında pekçok hata bulmuş ve çeşitli değişiklikler yaparak önemli ölçüde katkıda bulunmuş. 

Parka bu taraftan girişte Flora ve Pomona isimli tanrıça heykellerinin bulunduğu 2 dikilitaş yanlara serpiştirilmiş.


Yine birkaç kişiye sorarak en nihayet aradığımız Barış Kilisesini (Church of Peace) bulduk. Burası Potsdam'ın ilk Protestan kilisesiymiş ve yapımını sanat ve kültür aşığı olan Prusya Kralı IV. Frederick 1845 yılında istemiş. İnşası 3 yıl sürmüş ve 1848 yılında açılmasına karşın değişikliklerin ve ek binaların tamamlanması 1854 yılına değin sürmüş.


Kilisenin dizaynı Roma'daki San Clemente Kilisesinde betimlenen bir Orta Çağ çalışmasına dayanmaktaymış. Kilise sütunlu bir bazilikaya ve 42 metre yüksekliğinde bir çan kulesine sahip. Kilisenin içine girdik ancak derin bir sessizlik hakimdi. Oldukça sade bir görüntüsü var ve katolik kiliselerinde gördüğünüz şaşayı burada göremiyorsunuz. Zaten Protestan kiliselerinde ikonalar kullanılmazmış. Kilisenin tavanı o kadar yüksekti ki başımızı kaldırırken boynumuz ağrıdı. Ses yapmamaya özen göstererek birkaç fotoğraf çektik.


Kubbedeki mozaikler 13. yüzyıl Venedik mozaikleriymiş. Murano'daki harap olmuş bir kiliseden Frederick William tarafından satın alınarak buraya getirilmiş. Bu kutsal sahnenin tam altında Frederick ve karısı Elisabeth Ludovika'nın mezarları bulunuyor.


Barış Kilisesinin bahçesi ve çevresi de çok güzeldi. Bahçede bir heykel ve bir çeşme bulunuyordu.


Park gezimizi tamamlamıştık ve hızla buradan uzaklaştık. Artık vakit ilerlediğinden dükkanlar, mağazalar, kafeler ve restoranlar açılmıştı. Ortalık cıvıl cıvıl ve çok sevimli gözüküyordu. Burası Potsdam'ın en işlek ve popüler caddesi olan Brandenburg Caddesiymiş. 


Doğal olarak yolumuzun üzerinde Küçük Brandenburg Kapısını (Brandenburg Gate) gördük. Bu Kapıyı yine pekçok yerde olduğu gibi her taşın altından çıkan Büyük Frederick yaptırmış. 7 Yıl Savaşlarının akabinde zaferinin göstergesi olarak daha önce aynı yerde bulunan ve daha basit olan kapının yıkılarak görkemli bir kapı yapılmasını istemiş.


Bu nedenle Brandenburg kapısı Roma'daki Konstantin Takı örnek alınarak bir Roma zafer takı gibi 1770-1771 yıllarında inşa edilmiş. Bu Kapının bir diğer özelliği 2 farklı mimar tarafından inşa edilen 2 farklı tarafı olmasıymış. Yukarıdaki tarafı Sanssouci Park'dan Brandenburg Caddesine doğru gelirken çektiğim yüzü oluyor. Kapıdan geçtikten sonra bu sefer diğer tarafı da görme şansımız oldu.


Bu arada Potsdam'da tarih boyunca aslında 5 kapı bulunuyormuş ancak bunlardan sadece 3'ü bugünlere gelebilmiş. Bu kapıların en eskisi ise Avcı Kapısı (Hunters Gate) olup 1733 yılında yapılmış. Kapıların ikisini bu gezimizde gördük ancak maalesef bu kapıyı göremedik. 

Brandenburg Kapısını da gördükten sonra Brandenburger Strabe'de yürümeye başladık. Caddenin sonunda St. Peter ve Paul Kilisesi gözükmeye başlamıştı.


Cadde ve ara sokaklara bakarak yürümeye devam ettik. Keşke biraz vaktimiz olsaydı da şu güzelim kafelerden birinde kahve içseydik demekten kendimizi alamadık.



En sonunda Caddenin bir ucunda bulunan St. Peter ve Paul Kilisesine ulaştık. Bu sarı tuğlalı Kilisenin öne çıkan en önemli özelliği 60 metre yüksekliğindeki İtalyan stili çan kulesiymiş. 1867-1870 yıllarında Bizans ve Roma stili kullanılarak inşa edilen Kilise Potsdam'ın ilk Katolik kilisesiymiş.


Kilise'de Antoine Pesne tarafından yapılan 3 resim sergileniyor. Pesne, Barok ve Rokoko tarzında çağının en büyük sanatçılarından birisi olarak gösteriliyormuş. Biz Kilisenin içine girmeden dışarıdan bakmakla yetindik.


Artık Potsdam gezimizin sonlarına yaklaşıyorduk. Tren Garına doğru yürümeye ve şehre son kez bakmaya başladık.



Bizim gezebildiğimiz yerler bu kadarla kaldı. Bunun dışında Sanssouci Park'da kral mezarları, Dragon House, Picture Gallery, şehirde ünlü Potsdam Konferansının yapıldığı Cecilienhof Palace, Lustgarden, müzelerle şehre yakın Klausberg'deki Belvedere, Marmorpalais, Ruinenberg gibi yerleri ise gezemedik. Vaktiniz olursa gezmenizi tavsiye ederim. 

Potsdam'ı dertsiz, tasasız, huzurlu insanların yaşadığı bir şehir olarak hafızama yerleştirdim. Hani bazı şehirler insanı sarıp sarmalar burası tam da öyle bir yer. Gidin eminim ki siz de seveceksiniz.