21 Şubat 2019 Perşembe

On 23:55:00 by Gülten İşcimen in    No comments
Bir şarkısın sen!

Bu yolculuğumuzda İskoçya'nın en büyük şehri olan Glasgow'a gideceğiz. İsterseniz şehre ve tarihine kısaca biraz bakalım.



Glasgow merkezi, İskoçya’nın batısında Cylde Nehri'nin İrlanda Denizi'ne açılan halici üzerine konumlanmış. Tarihi bölge olan Lanarkshire’da kurulan şehir, İskoçya’nın 32 yerel idari bölgesinden birisi olan Glasgow Şehir Konseyi tarafından yönetilmekte. Glasgow şehir merkezi, 2017’deki yaklaşık 620.000 kişilik nüfusuyla İskoçya'nın en çok nüfusu barındıran şehri olmuş. Şehir, Birleşik Krallık'ta da bu konuda üçüncü durumundaymış ve aynı zamanda en çok ziyaret edilen şehirler arasında da beşinciymiş.

Şehrin nüfusunu az görebilirsiniz. Aslında 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında şehrin nüfusu çok hızlı artmış ve 1938’de bir milyonu geçmiş. Bu nedenle 1960’larda bizim kentsel dönüşüm dediğimiz büyük ölçekli projeler başlatılmış. Şehir dışında evler inşa edilerek nüfusun buralara kayması sağlanmış. Bu şekilde Cumbernauld, Livingston, East Kilbride gibi yeni şehirler ve periferik banliyöler oluşmuş. Böylece şehir merkezinin nüfusu yarıya düşmüş. Taşrayla birlikte büyük şehir olarak Glasgow’un nüfusu ise 1.800.000 kişinin üzerindeymiş. Bu haliyle İskoçya’daki en yoğun nüfusun yaşadığı alan olmuş. 



Glasgow 2014 yılında Commonwealth Oyunlarına ve 2018 yılında da Avrupa Şampiyonasına ev sahipliği yapmış. Ayrıca spor dünyasında bizim Fenerbahçe ile Galatasaray arasında olduğu gibi şehrin eski takımları olan Celtic ve Rangers kulüpleri arasında bitmeyen bir rekabet varmış. Şehir, futbol, rugby, atletizm, tenis, golf ve yüzücülük konusunda sporda iyi bir yere gelmiş. 



Şehrin sakinlerine “"Glaswegians" ya da kısaca "Weegies" denilmekteymiş. Bir de şehirle ilgili benim de başıma gelen çok ilginç bir ayrıntı var. Glasgowlular aynı zamanda İskoç dilinden çok farklı olan ve bu şehirden olmayanların kolayca anlayamayacağı “Glasgow patter” denilen farklı bir konuşma diline sahiplermiş. Glasgow’da kaldığım evin sahibiyle konuşurken on kere tekrarlatmam boş yere değilmiş demek ki, ben de kendimden kuşkuya düşmüştüm! 



İlk yerleşim izlerinin Prehistorik zamanda görüldüğü şehir, eskiden Clyde Nehri yakınlarında küçük bir balıkçı kasabası iken bugünlerde artık İskoçya’nın en büyük limanı olmuş. Liman, tonaj bakımından da Britanya’da onuncu durumundaymış. Şehir, Orta Çağ’da 2. İskoç piskopos bölgesi olmuş. Zamanla Orta Çağ'ın piskoposluk ve kraliyet kasabası anlayışından sıyrılmış ve daha sonra 15. yüzyılda Glasgow Üniversitesinin kurulması ile birlikte 18. yüzyılda İskoç Aydınlanmasının önemli bir merkezi haline gelmiş.




Bu yüzyıldan sonra şehir aynı zamanda Büyük Britanya’nın Kuzey Amerika ve Karayiplere yaptığı transatlantik ticaretinin önemli bir merkezi olmuş. Endüstri Devrimiyle birlikte şehrin nüfusu ve ekonomisi hızlı bir şekilde büyümüş ve dünyanın en ünlü kimya, tekstil ve mühendislik merkezlerinden birisi haline gelmiş. Özellikle gemi yapımı ve denizcilikle ilgili mühendislik alanlarında gelişim kaydettiklerinden pek çok keşif ve ünlü gemi yapmışlar. Hatta Victorian ve Edwardian Dönemlerinde bu konuda İngiliz İmparatorluğunun ikinci şehri konumundaymış. 

Ekonomideki bu yükseliş I. Dünya Savaşı ve Büyük Buhran’dan sonra düşüşe geçmiş ve bu da radikal sosyalizmin ve “Red Clydeside” hareketinin hızlanmasına yol açmış. Şehrin ekonomisi ancak II. Dünya Savaşından sonra düzelmeye ve büyümeye başlamış. Ancak 1960’larda Japonya ve Batı Almanya gibi ülkelerin sanayide hızla büyümeleri nedeniyle şehrin önde gelen sanayi alanlarında bir kez daha küçülme yaşanmış. 

Bunun sonucu olarak Glasgow uzun sürecek ekonomik küçülme dönemine girmiş. Sanayi kuruluşları azalmaya başlamış ve Şehir, yüksek orandaki işsizliğe, nüfus azalışına, şehirden göçlere, fakirliğe ve yetersiz sağlık koşullarına sahne olmuş. Bu kötü gidişi durdurmak amacıyla radikal ve geniş kapsamlı programlar uygulamaya konulmuş. Şehirden göçleri önlemek için şehre yakın alanlarda ucuz olan banliyöler ve blok siteler inşa edilmiş. Tüm bu çabalara ve ekonomik rönesansa rağmen şehrin doğu tarafı halen yoksulluğun diz boyu olduğu bir bölgeymiş ve uçurum giderek artıyormuş. Dünyanın her yeri her şehri böyle sanırım. Teknoloji geliştikçe ve eğitimli insan sayısı arttıkça refah seviyesi yükselecek sanıyorsunuz ama maalesef öyle değil! 

Bütün bu olumsuz yönlerine rağmen şehrin mimarisi ve insanlarının sıcaklığı sizi sarıp sarmalıyor. Edinburgh’dan sonra burayı o kadar beğenmem diye düşünmüştüm ama hiç de fena bir yer değilmiş. Şehrin mimarisi Edinburgh’la kıyas kabul etmez tabi ki! 


Bir de bu şehir müzik şehri olarak tanınıyor. Haftanın bazı günleri yürüyerek müzik üzerine konuşulan ve müzikle ilgili yerlerin gezildiği turlar da oluyormuş. Yollarda ve meydanlarda çok güzel müzik yapan gruplar gördüm. Oturup bir saate yakın dinlediğim müzik grupları oldu. Zaten UNESCO, 2008’de Glasgow’u “müzik şehri” ilan etmiş. Elektronik müziğin çalındığı çok sayıda kulübün yanısıra, geleneksel İskoç müziği dinlenen yerler de mevcut. Hatta bazı etkinlikleri izlemek için insanlar Edinburgh’dan bile buraya geliyormuş. O denli müzik de ileri gitmişler!


Yukarıda belirttiğim gibi özellikle gemicilik ve denizcilik alanında uzmanlaşan Glasgow’da bu alanlardaki artık malzemeler değerlendirilerek ultrason teknolojisini de ilerletmişler. Yani ultrason cihazları konusunda da çok ileri seviyedeler. 

Bu açıklamalardan sonra hadi sizi Glasgow’a götüreyim artık. 

29 Haziran 2018 

Edinburgh’dan bindiğim National Express otobüsü yeşil kırların, otlayan inek ve koyunların, parlayan güneşin eşliğinde yaklaşık 1,5 saat sonra Glasgow’a ulaştı. Otobüs Terminali oldukça merkezi bir yerde bulunuyor. İner inmez hemen birkaç sokak yürüyünce en gözde ve işlek caddelere ulaşıyorsunuz.


Sırt çantam olduğundan öncelikle onu akşam konaklayacağım eve bırakmak istiyordum. Bu sefer biraz da zorunluluktan booking.com yerine ilk kez airbnb sitesinden ev ayarlamıştım. Ev sahibim mesaj atarak dişçiye gideceği için beni karşılayamayacağını, anahtarı paspas altına bırakacağını yazmıştı. İnsanların hiç tanımadığı birine böyle güvenmesi inanılmaz geliyor. Daha önce siteden puan almış olsam ve ona güvendi desem o da yok. Ben hayatta böyle bir şey yapmazdım herhalde! 

Evin adres tarifine göre önce 57 no’lu bir otobüse binmem gerekiyordu. Durağı buldum ve beklemeye başladım. Epeyce bekledikten sonra nihayet otobüs geldi ve binerek şoföre parayı uzattım. Şoförler para bozmuyorlar ve parayı da almıyorlar. Yanlarında oluk olan bir bilet makinesi var ve bozuk paranızı oradan atıyorsunuz. Aslında bu hatayı bile bile yapmıştım. Şoför kibarca bozuk para ile binmemi söyledi. O kadar beklediğim süre boşa gitti. Kendime kızarak aşağıya indim. Sağda solda büfe gibi bir yer de yoktu. Zaten vakit öğlen olduğu için karnım da acıkmıştı. Bari biraz etrafı keşfedip, yemeğimi yiyip, paramı bozdurayım dedim. Güzel bir meydana çıktım ve orada tarihi bir kilise olan St. George's Tron Parish Kilisesini gördüm.


Yakınlarda ucuzluğundan dolayı benim favorim olan Subway’i gördüm. Günün yiyeceklerinden tunalı sandviçi 2,49 pound ödeyerek aldım. Böylece parayı da bozdurmuş oldum. Otobüse bineceğim durağa dönerken çok kalabalık caddelerden geçtim. Sanırım öğle tatili olması nedeniyle herkes yemek telaşındaydı.


Durakta epeyce otobüsü bekledim. Nihayet otobüse bindim ve durakları sayarak evin yakınında indim. Ancak gün ortası olduğundan ortalık oldukça sakindi ve yol soracak fazla kişi bulamıyordum. Biraz zorlanarak ve epeyce de yanlış istikamette yürüyerek en sonunda evi buldum. Burası güzel bir sokak, evler de oldukça hoş gözüküyor ama biraz merkeze uzak.


Anahtarı paspasın altından çıkarıp bilmediğim evin kapısını açtım ve ayakkabılarımı koridorda çıkarıp ev sahibimin tarifine göre koridorun sonunda olan odamı buldum. Burası yaşanılan bir ev olduğundan halısı, gardrobu, şifonyeri, masası, perdesi, duvarda resimleri olan bir odaydı. Banyoya gidip tam elimi yüzümü yıkamıştım ki kapıdaki anahtar sesini duydum. Ev sahibimle tanıştım, bana evi gezdirdi ve kullanabileceğim alanları gösterdi. Çok güzel ve cins 2 köpeği vardı. Ayaküstü biraz sohbet ettik ve bana kendi yaptığı tatlıdan ikram etti. Çok hoşuma gittiği için tarifini bile sordum ve hatırladığım kadarıyla dönünce denedim. Tahinle yapılması ve tahinin İskoçlar tarafından bilinmesi bana çok ilginç geldi. Bu arada ev sahibimin konuşması o kadar anlaşılmaz geliyordu ki bazen anlamış gibi sırıtıyordum, bazen de tekrarlatma gereği duyuyordum. Köpeklerini gezdireceğini söyleyerek bir süre sonra evden çıktı. Mutfakta ev sahibimin gösterdiği çaylardan seçerek çayımı hazırlayıp içtim ve bir süre dinlendikten sonra dışarı çıktım. 

Merkezi biliyordum zaten ve hemen o bölgeyi bitirmek istiyordum. Glasgow’da yaklaşık 1,5 günlük bir sürem olacaktı ve ertesi gün geç saatte otobüsle Londra’ya gidecektim. 

Otobüse bindiğim caddeden ileriye doğru yürüdüğümde kendimi Glasgow’un en meşhur caddesinde buldum. Buchanan Caddesi çok güzel mimariye sahip binaların olduğu, eğimli, araç trafiğine kapalı, her iki yanında ünlü markaların mağazaları da bulunan  bir cadde. Boş boş gezinmek, alışveriş yapmak, açık havada değişik müzikler yapan grupları dinlemek için ideal bir yer. Her şehrin böyle popüler bir caddesi var herhalde. 


Burada gezmeyi sonraya bırakarak devam ettim ve merkeze geldiğimde kendimi günün her saati canlı ve hareketli olan George Square'da (Meydanında) buldum. 


Ama öyle böyle değil kocaman, büyük bir meydan burası. Şehrin kalbinin attığı meydanlar vardır ya bu da onlardan birisi. 

George Square, Glasgow şehir merkezinde bulunan 6 meydandan birisiymiş. Yapımına 1781 yılında başlanan meydanın ismi Kral III. George’dan geliyormuş.

Meydanın her tarafına çok büyük heykel ve anıtlar dikilmiş. Kraliçe Victoris, Robert Burns, Sir Robert Peel, Sir Walter Scott gibi Şehir için önem taşıyan 12 ünlü kişinin heykelinin süslediği meydanda bizim de tanıdığımız birinin, buhar makinasının mucidi olan James Watt’ın bir heykeli bulunuyor. 

James Watt

Albert Prince Consort









Meydanın etrafı ise Victorian tarzında inşa edilmiş mimari açıdan şaheser yapılarla dopdolu. Meydanın doğu tarafında 1883 yılında inşa edilmeye başlanan Glasgow City Chambers yani Belediye Sarayı bulunuyor. Batı tarafında ise Glasgow Ticaret Odası tarafından 1874 yılında inşa ettirilen Merchants House var. Meydanda bulunan ve tarihi 19. yüzyıla uzanan depolar bu meydanın bir zamanlar önemli bir ticaret merkezi olduğunu göstermekte.


Meydan, müzikal etkinliklerin, ışık gösterilerinin, resmi törenlerin, spor kutlamalarının ve politik toplantı ve protestoların yapıldığı bir yermiş. Christmas zamanında burada büyük bir Noel pazarı kuruluyormuş. Meydanda bulunan Italian Bölgesinde çok hoş restoranlar ve kafeler bulunuyor. Meydana yakın çevredeki çok hoş ama bir o kadar da pahalı butik ve mağazalarıyla hem yerele hem de turistlere alışveriş yapma imkanı veriyor.


Meydanı şöyle bir dolandım ve heykelleri tek tek inceleme fırsatı buldum. Keşke hemen Belediye Binasının içine de girseymişim. Gittiğim gün Cuma olduğundan çalışır durumda olan Binaya muhtemelen girebilecektim. Ertesi gün kapıdan geri çevrildiğimde bunun pişmanlığını çok derinden hissettim! 


Belediye Binası Pazartesiden Cumaya kadar 08.30-17.00 arasında açıkmış ve günde iki kere 10.30 ve 14.30’da yapılan ücretsiz ve 45 dakika süren rehberli turlarla da gezme imkanı oluyormuş. Ancak, bina günümüzde çalışmaya devam ettiğinden bazen bu turlar kısıtlanıyor veya iptal edilebiliyormuş.

Bu bina şehrin en prestijli yapısı olup Glasgow’un tarihi zenginliğinin ve politik gücünün bir sembolü olarak görülüyor. 1888’de tamamlanan ve Kraliçe Victoria tarafından açılan Glasgow City Chambers yüzyılı aşkın bir süredir belediye meclislerine ev sahipliği yapmakta.

Binanın önünde tam merkezindeki alınlığın içinde, Kraliçe'nin Altın Jübile’sini onurlandıran bir kabartması var. Üstünde ve bayrak direğinin hemen altında ortada Doğruluk imgesi olan Onur ve Zenginlikleri temsil eden heykeller bulunuyor. James Alexander Ewing’in bu heykeline yerel halk Glasgow’un Özgürlük Heykeli diyormuş.

 
Ziyaretçiler ana kapıdan girer girmez bir galeriyle karşılaşıyorlarmış ve iç kısmının dışından çok daha etkileyici olduğunu gözlüyorlarmış. Mimar Young daha önce Roma’daki tarihi Constantine Arch yani kapısını görmüş ve bu girişi oraya benzetmiş. Böylece mimar Glasgow’a bir İtalyan dokunuşu estirmiş. 1866’daki orijinal dizaynıyla seramik mozaik olarak yapılan şehrin arması buranın en dikkat çeken yeriymiş. Tavan da yine mozaik fayanslarla süslenmiş. 1,5 milyondan fazla fayansın tavana ve kubbeye elle yerleştirildiği tahmin ediliyormuş. Batı Avrupa’daki en geniş mermer merdivenler ise İtalya’dan getirtilen Carrara mermerinden yapılmış.

Görkemli Banqueting Hall ise 1993 yılında Nelson Mandela’nın ve 1999’da da Sir Alex Ferguson’un Şehir Özgürlüğü ödülünü aldıkları bir salon olarak öne çıkıyor. Salondaki üç şahane “elektrolizör” avizenin hikayesi de var. 1885 yılında, elektrik henüz yaygın değilken binayı elektrikle aydınlatmak isteyen dönemin yöneticileri bir arayışa giriyorlar. Bodrum katta onlara güç sağlayan bir jeneratör yapılıyor. Sonuçta bugün bile avizeler hala bu şekilde kullanılabilmekteymiş. Salonun Internetten wikipedia sayfasından bulduğum bir fotoğrafını ekliyorum.


Meclis Salonunun karşısında şehrin sanat koleksiyonundan bazı tablolar bulunan Satinwood Suite yer alıyormuş. Bu oda ise vatandaşların etkinliklerinde, düğün törenlerinde ve büyük toplantılarda kullanılıyormuş. Octagonal Suite ve Mahogany Suite görülebilecek diğer salonlar arasında bulunuyor.


Binanın ön planında yer alan altın haçlı beyaz anıt, J. Burnet tarafından tasarlanmış ve 1924 yılında bulunduğu yere dikilmiş. Bu anıt I. Dünya Savaşı sırasında ölen 18.000 Glasgow askerinin anısına yapılmış.


Bu İskoçlar çok alem insanlar. Belediye Binasını arkama alarak fotoğraf çekmek istediğimde bir de baktım ki bir çift gülerek yanıma gelip poz verdiler. Ben de onları dahil ederek biraz eğri olan bu fotoğrafı çektim.


Meydandan hareketli gözüken bir caddeye doğru ilerledim ve işte orada sağ tarafta Modern Sanat Müzesini gördüm. Bu Müzeyi daha sonra gezeceğim ama önündeki at üzerindeki Wellington Heykeline bakmaktan geri duramadım. Çok sevimli gözüküyor ama Müze ve Heykel için ertesi günü bekleyelim.



Müzenin yanından döndüğümde üzerinde Royal Exchange Square yazan bir kemer kapı gördüm. Bu Meydan neo-klasik mimarisiyle şehrin öne çıkan binalarını barındıran sayılı meydanlardan birisi. Meydanı bu kadar popüler yapan nedenlerden birisi de bir çok ünlü kafe ve restoranın burada olması. Buradan kaç kere geçtiysem etrafı her zaman çok kalabalık ve hareketli gördüm.



Meydanı geçip oldukça kalabalık olan Buchanan Caddesine gittim.




Çok ilginç yapılar da var bu caddede, mesela Hotel Chocolat binası bir tavus kuşu gibi taçlandırılmış.


Caddede ki bir hediyelik eşya mağazası da şöyle gözüküyor.



Gordon Street adındaki Cadde de çok kalabalık gözüküyordu. Yeme içme mekanları hep buralarda toplanmış herhalde.


Buradan Argyle Street adında başka bir caddeye geçtim. Bu bölgede ki bütün caddeler aynı şekilde hareketliydi.


Trongate adlı bir bulvarda yürümeye başladım ve merkezden biraz uzaklaştım. Burada çok fazla sayıda mağaza ve tarihi bina görebiliyorsunuz.



Epeyce yürüdükten sonra Mercat building adında tarihi bir yapı gördüm. Daha önce Glasgow Cross olarak bilinen şimdi artık Merchant City olarak isimlendirilen bu bölgede bulunan binaların bazısının tarihi 17. yüzyıla kadar gidiyormuş. Ancak Mercat Binası eski gözükse de aslında oldukça yeni bir bina. Bu bina, Graham Henderson tarafından dizayn edilen plana göre 1928 yılında inşa edilmiş. Binanın ön tarafında The Livingroom isimli bir mobilya mağazası bulunuyor. Sol köşede ise, 1659'da inşa edilen ticaret merkezini gösteren 1930 tarihli bir kopyada Mercat Cross bulunuyor.


Glasgow tarihine baktığımızda Clyde Nehri kıyısında küçük bir balıkçı köyü olarak kurulduğunu görüyoruz. Aziz Mungo'nun kuzeydeki tepeye dini bir yerleşim kurduğu M.S. 6. yüzyıla kadar da bu şekilde kalmış. Yerleşim yeri giderek büyümüş ve buraya bir manastır inşa edilmiş. Böylece daha çok tanınmaya başlamış ve öyle ünlü olmuş ki Aziz Columba burayı ziyaret etmiş. Takip eden yüzyıllar boyunca, küçük kasaba yavaş yavaş güneye doğru yayılmış ve nihayetinde nehirdeki balıkçı köyü ile bağlanmış. 

Glasgow'un ilk merkezi manastırın çevresinde ve daha sonra yakınlarda inşa edilen Metropolitan Kilisesi (St. Mungo Katedrali) civarındaki bölge olmuş. Hemen güneyinde eski bir Roma yolu bulunuyormuş ve şehrin en eski üç caddesi olan High Street'in doğu ve batısında uzanan kısımlar Drygait ve Rottenrow isimli caddelermiş. Güneyde ikinci bir merkez gelişmiş ve dört caddenin dik açılarla birleştiği, bir haçı andırdığı, Glasgow Cross olarak tanımlanan bir bölge olmuş. 


Reformasyon dönemine kadar Glasgow Cross, dört caddenin birleştiği açık ve geniş alanda kurulan Pazar nedeniyle Mercat (Pazar) Cross olarak biliniyormuş. Pazardaki malları tartmak için kullanılan trone ve terazilerden sonra batıdaki caddeye Tronegait, doğudakine Gallowgait, kuzeyde Mercat Cross'dan Metropolitan Kilisesi'ne giden cadde ve güneydekine kumaş ağartıcılarından türetilerek Walkergait adı verilmiş. Daha sonra, kuzeydeki cadde, High Kirk'ten sonra High Street olarak yeniden adlandırılmış ve Walkergait, somon kurutulduğundan Salt Market olarak adlandırılmış.


Glasgow hiçbir zaman duvarlar arasında bir şehir olmamış ve “gait” kelimesi “kapı” anlamına gelen “gate” gibi bir girişe atıfta bulunmuyormuş. Tam tersine bu terim “yol” anlamına gelen eski bir İskoç sözcüğüymüş. Bu açıklamaya göre, Briggait köprüye giden yol anlamına geliyormuş. 

Bölgeyle ilgili bu tarihsel açıklamalardan sonra gezimize kaldığımız yerden devam edelim. Artık akşam olmak üzereydi ve bu yüzden geldiğim yoldan geri döndüm. Bu arada çok hoş bir bina gördüm. Glasgow Merchant City’nin tam merkezinde yer alan eski Sheriff Court binası bugün artık Citation Taverne & Restaurant olarak hizmet vermekteymiş. 


Dönüş yolunda Ingram Street'te bulunan başka bir tarihi binayla karşılaştım. Hutchesons 'Hall adındaki bina on dokuzuncu yüzyılın başlarından kalmış. Mevcut bina, 1802 ve 1805 yılları arasında Hutchesons Hastanesi olarak, İskoç mimar David Hamilton'un bir tasarımına göre inşa edilmiş. 2008 yılından sonra boş kalan binayı 2014 yılında yenilemişler ve bugünlerde artık et ve deniz ürünleri mutfağının sunulduğu üç katlı bir restoran olmuş.


Dönüş yolunda gördüğüm şu binaların güzelliğine bakar mısınız!



Buchanan Street civarında gezinmeye başladım ve orada üç tekerlekli bisikletlerin ulaşım aracı olarak kullanıldığını gördüm. Burası trafiğe kapalı bir bölge olduğundan sanırım bunlar geç saatte yorgun ya da alkollü olarak eğlenceden ayrılanları evlerine götürüyorlar. 


Allsaints Spitalfields adındaki bir mağazanın vitrin düzenlemesi de eski dikiş makineleriyle yapılmıştı. Bu kadar çok dikiş makinesini nasıl buldular anlaşılır gibi değil!


Her büyük şehirde olduğu gibi Glasgow’da da Hard Rock Cafe şehrin en hareketli caddesi olan Buchanan Street’de bulunuyor. 


Şehrin merkezindeki tren garına dışarıdan şöyle bir baktım. Buradaki demiryolu köprüsünün de şöyle bir hikayesi var. 19. yüzyılda günlük işler bulmak için bu bölgede bulunan ve yağmur yağdığında köprünün altına sığınan Highland’li erkekler nedeniyle köprünün adı “Highland Men’s Umbrella” (Highland’li erkeklerin şemsiyesi) olmuş ve bugünlere kadar o şekilde gelmiş. Maalesef köprünün fotoğrafını nedense çekmemişim. O yüzden internetten aldığım bir fotoğrafı kullanıyorum.


Otobüs terminaline doğru yürüdüm ve böylece Glasgow Royal Concert Hall yani Konser Salonunu gördüm.


Glasgow Uluslararası Konser Salonu olarak planlanan Kraliyet Konser Salonu, Birleşik Krallık'taki en büyük salonlardan birisiymiş. Resmi olarak 1990 yılında açılan binanın Ana Oditoryumu, 2475 kişi kapasitesi ile Glasgow Royal Konser Salonu'ndaki en büyük performans alanıymış. Binadaki diğer alanlar arasında 500 kapasiteli Strathclyde Suiti, 300 kişilik Sergi Salonu, 120 kişilik Buchanan Suiti, 300 kişilik Lomond ve Clyde fuaye salonları, 100 kişilik Strathclyde Bar, 150 kişilik Şehir Müzik Stüdyosu ve 40 kişi kapasiteli VIP Oda bulunuyormuş. Salonda ayrıca hediyelik eşya dükkanı, beş bar ve kafe bulunmakta. Aynı zamanda İskoç Kraliyet Ulusal Orkestrasına da ev sahipliği yapıyormuş.


Klasik müzik severim ama bırakın burada bir konser izlemeyi içini görmeye dahi zaman bulamadım. Binanın akustik açıdan mükemmel olması için özenle tasarlanmış ancak altından geçen metro hattı unutulduğundan biraz sorun yaşanıyormuş.

Konser Salonunun önündeki heykel İskoçya'nın ilk Başbakanı ve İskoç Devriminin savunucusu olan 1937-2000 yıllarında yaşamış Donald Campbell Dewar'a aitmiş.


Burada da ucuzcu market Tesco’yu buldum ve yemek için suşi, kuru üzümlü atıştırmalık, cips ve yumurtalı sandviç alarak yaklaşık 4 sterlin ödedim. 


Buchanan Caddesinde adım başı müzik yapan gruplar oluyor. Ben de güzel sesli bir kızı dinlemek için banklardan birisine oturdum ve bir yandan da akşam yemeğim olan suşiyi yedim. 

Günün yorgunluğunu üzerimden atabilmek için bir an önce odama gitmek istiyordum. Evde hiç kimse yoktu ve hemen bir duş alıp huzurlu bir sessizlikte kendimi uykunun koynuna attım. 

30 Haziran 2018 

Sabah erkenden kalkarak bir gün önce aldığım yumurtalı sandviçi yedim ve mutfakta hazırladığım çayı içtim. Eşyalarımı toplayıp salona bıraktım. Ev sahibime Glasgow’dan geç bir saatte ayrılacağımı ve bu yüzden eşyalarımı akşama kadar orada bırakmak istediğimi söylemiştim. O da akşam 5 gibi iş için evden ayrılacağını ve o saate kadar gelip eşyalarımı almam gerektiğini söylemişti. 

Bana gezilecek yerlerle ilgili öneride de bulunarak mutlaka Kelvingrove Müzesine gitmemi söyledi. Gezecek çok yer vardı ve hızlı adımlarla yola koyuldum. Önce Glasgow Katedraline gittim. 

Katedral Meydanında önce Glasgow doğumlu olan doktor David Livingston’un 2,40 metre uzunluğundaki heykelini inceledim. Livingston mezun olduktan sonra Güney Afrika’ya gönderilmiş ve burada misyonerlikle birlikte araştırmalar yapmış. Hakkında birçok efsane bulunmaktaymış.


Katedral Meydanında James Lumsden'in bir heykeli de bulunmakta. James Lumsden (1818-1879), Lord Provost olarak görev yapan bir kırtasiyeci ve tüccarmış. Arden Şövalyesi olarak da biliniyormuş.


Gelelim Katedral binasına. Dışarıdan diğer kiliselere göre çok farklı görünmüyordu. Glasgow High Kirk olarak da bilinen Glasgow Katedrali veya St Kentigern ya da St Mungo's Katedrali, İskoçya'daki en eski katedral ve Glasgow'daki en eski bina olarak gösterilmekte. İskoçya'nın en görkemli Orta Çağ yapılarından birisi olan Glasgow Katedrali, İskoç ana karasında, 1560 Reformu'ndan sonra bozulmadan bugünlere gelebilen tek bina olarak tanımlanmakta.

Katedral ünlü TV serisi Outlander için set olarak da kullanılmış.


Bu Orta Çağ Katedralinin M.S. 614'de ölen ve St. Mungo olarak da bilinen St Kentigern'in gömülü olduğu alana inşa edildiği ve Glasgow şehrinin doğduğu yeri işaret ettiği düşünülmektedir. St Kentigern, eski İngiliz Krallığı olan Strathclyde Krallığındaki ilk piskoposmuş ve şehrin azizi olarak biliniyor. Katedralin içine girip bir bakalım isterseniz. 


St Mungo, Göller ve Kuzey Galler bölgelerinde vaazlar vermiş, Roma’ya hacca gitmiş ve 614 yılında ölünce bu bölgeye gömülmüş. Ölümünün ardından mezarı üstüne inşa edilen ilk orijinal kilise ahşaptan yapılmış. Bunun yerine ilk taş kilise, Kral I.  David zamanında, 1136 yılında inşa edilmiş. Bu kilise zamanla veya yangınlar sonucu tahrip olmuş Onun yerine 1197 yılında yeni bir bina yapılmış ve Piskopos Jocelin tarafından takdis edilmiş.


Reformasyondan sonra Katedral kamu mülkiyetine alınmış ve idaresi Historic Environment Scotland kurumunun sorumluluğuna verilmiş. Cemaati asıl olarak İskoçya'nın Glasgow Presbiteryen Kilisesi'nin bir parçası olmakla birlikte hizmetleri ve kapısı herkese açıkmış. Bazı tarihi kiliselerde olduğu gibi burada girişte ücret ödemeniz gerekmiyor.


Katedralin uzunluğu 87 metre, genişliği 20 metre ve nef çatısının yüksekliği 32 metre olduğundan Katedralin içi oldukça geniş ve ferahtı. Ahşap çatı Orta Çağ tasarımına sahipmiş ve kerestenin büyük kısmının 14. yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilmektedir. Katedralde birçok şapel de bulunmakta.


Bu da "Reader's Bible" olarak adlandırılan 1617 basımı bir İncilmiş.


Katedral, modern vitray pencerelerin en iyi koleksiyonlarından birine sahip ve bu pencereler 1947'den sonra yapılmış. Bunlardan birisi Katedralin ortasında bulunan Büyük Batı Penceresine Francis Spear tarafından yapılan “Creation” yani “Yaratılış” konulu vitray pencerelerdir. Hemen altında bulunan modern saatle birlikte her ikisi de 1958 yılında tamamlanmıştır.


John Clark tarafından Katedralin kuzey duvarına yapılan The Millennium Window adı verilen, en zorlu teknikle üretilen ve ana hakim rengin mavi olduğu vitray pencereler de dikkat çekmekte. Çok renkli olan vitray pencerelerden fotoğrafını çektiklerimi göstermek isterim.






15. yüzyıldan kalma çok güzel mobilyalarla döşenmiş "The Sacristy" görülmeye değer.


Mevcut Katedral binası, yüzyıllarca süren ekleme ve tadilatların ürünüdür. Katedraldeki güney koridorun inşaatını yaptıran kişi 1483-1508 yıllarında yaşamış Başpiskopos Robert Blackadder olmuş. Bu nedenle bu koridora piskoposun adı verilerek Blackadder Aisle denilmiş. Blackadder Koridoru'nun muhtemelen St Mungo'ya bir türbe yapılmak üzere daha büyük bir yapının alt aşaması olarak tasarlandığına inanılmaktadır. Blackadder Koridorunun tavanındaki oyulmuş kabartmalar savaş sonrasında yapılmış en iyi kabartma örnekleri olarak gösterilmekte.



En son yapılan restorasyon sonrasında Katedral 3 Haziran 1999 tarihinde Prenses Anne tarafından açılmış. 


Yapıda alt katta bazı eserler sergilenmektedir. Burada tarihi 1200’lü yıllara kadar giden erken döneme ait önemli parçalar görülebiliyor. 


Alt katta ayrıca St. Mungo’ya ait olduğu belirtilen bir mezar ve St Nicholas Şapeli bulunuyor.

St Nicholas Şapeli

The Tomb of Glasgow's Saint St Mungo

Katedral gezimi tamamladım ve dışarı çıkarak Katedralin bir de yan tarafından fotoğrafını çektim.


Castle Street'de (caddesinde) bulunan bu yapıya komşu olan 1794'te açılan Glasgow Royal Infirmary ve 1833'de açılan muhteşem Glasgow Nekropolü, yakınlarda bulunan Glasgow'un en eski evi ve bitkisel tıbbi bahçeleri ile birlikte The Provand's Lordship, Barony Hall (Barony Kilisesi), Strathclyde Üniversitesi, Katedral Meydanı, Glasgow Protestan Kilisesi (Kuzey Baroni Kilisesi) ve St Mungo Müzesi çevrede görülecekler arasında. 

Katedralin doğusunda alçak ama çok belirgin bir tepe üzerinde bulunan Glasgow Necropolis (Nekropolü) ise bir Victorian mezarlığıdır. Burada 3500'den fazla anıt ve yaklaşık elli bin mezar varmış. Ancak o dönemin koşulları gereği anıtların çok azına isimler yazılmış ve çoğu mezara bir taş dahi dikilmemiş.


Paris'te Père Lachaise Mezarlığı'nın kurulmasından sonra, İngiltere'de de böyle bir mezarlık yapılması için baskılar başlamış. Bunun için kanunda değişiklik yapılması gerekiyormuş. Daha önce Paris Kilisesi ölülerin gömülmesinden sorumluymuş, ancak ihtiyaçlar arttığından alternatif bir çözüm üretilmesi gerekiyormuş. Glasgow, giderek kiliselere daha az gelmeye başlayan halkı etkilemek için bu kampanyaya katılan ilk şehirlerden birisi olmuş. Mezarlık planlaması, yasada bir değişiklik olacağı düşünülerek 1831'de the Merchants' House of Glasgow tarafından resmen başlatılmış. Mezarlık Kanunu ise 1832'de kabul edilmiş ve talepler sel gibi gelmeye başlamış. Glasgow Nekropolü 1833 Nisan'ında resmen açılmış. Bundan bir süre önce, Eylül 1832'de, arazinin kuzeybatı kesiminde bir Yahudi mezarlık alanı kurulmuş. Bu küçük alan 1851 yılında "dolu" olarak ilan edilmiş.


Castle Street’de bulunan ve 1471 yılında inşa edilen Provand’s Lordship, Glasgow’da hayatta kalan dört Orta Çağ yapısından birisidir. Provand Lordship, Glasgow Piskoposu Andrew Muirhead tarafından St Nicholas Hastanesi'nin bir parçası olarak inşa edilmiş. Muirhead arması, binanın yan tarafında hala görülebilmekteymiş. Provand Lordship, Katedraldeki din adamları ve diğer görevlilerin barınmasını sağlamış, yani katedral lojmanı olmuş. 

Ev daha sonra Barlanark'ın Prebend Lordu (veya "Provand") tarafından işgal edilmiş ve bu nedenle onun adı verilmiş. Katedral ve hastaneyi çevreleyen ve Orta Çağdan kalan binaların çoğu, 18. ve 20. yüzyıllar arasında yıkılmış. Bina 1978'de Provand Lordship Society tarafından Glasgow Şehrine verilmiş. Bugün ev, Sir William Burrell tarafından bağışlanan 17. yüzyıl İskoç mobilya ve kraliyet portrelerinden oluşan kaliteli bir seçki ile döşenmiş. 

Binanın arkasında, şehrin koşuşturmasından uzak, sakin bir bitki bahçesi olan St Nicholas Bahçesi yer alıyormuş. Bu ev, haftanın her günü ziyarete açık ve saat 10.00-17.00 arasında görülebilir. Müzenin hemen yanında olan evi nedense görmedim ve içini de doğal olarak gezemedim. Buraya internetten bulduğum bir fotoğrafını ekliyorum.


Katedrale yürüme mesafesindeki St. Mungo Din ve Sanat Müzesi ise dünyada yer alan tüm önemli dinlere, ritüellerine ve öğretilerine ait eserler, objeler ve görsellerle dolu olan bir müze. Castle Caddesi’nde yer alan müzeye giriş ücreti alınmıyor. 

1993 yılında açılan müze, eski bir Glasgow piskoposunun ikamet ettiği, bir kısmı Katedralin içinde ve bir kısmı (the Peoples Palace Museum, Glasgow Green) Glasgow Green Halk Sarayları Müzesi'nde görülebilecek bir Orta Çağ kalesinin arazisine inşa edilmiş. Müze binası, yakındaki Provand's Lordship House ile uyum sağlamak için Orta Çağ tarzına uydurulmuş. 

Müzeye, 6. yüzyılda Hıristiyan inancını İskoçya'ya getiren Glasgow’un koruyucu azizinin adı yani St. Mungo verilmiş. Galerilerde, St Mungo ile ilgili eserlerin yanısıra dinlerin bütün dünyada ve zaman içerisinde insanların yaşamlarındaki önemine dair görüntüler, nesneler ve çarpıcı sanat eserleri sergilenmektedir. Burası dünyada eşi benzeri olmayan bir dinler müzesidir.






Müze, farklı inançlara sahip olanlar arasındaki anlayışı ve saygıyı teşvik etmeyi amaçlıyor ve hemen herkes için bir şeyler sunuyor. Müzenin koleksiyonu arasında Mısır mumyalarından Hindu tanrılarına ve hatta Zen Budizmi’ne kadar pek çok dine ait eserler yer alıyor.

Nigerian Ancestral Screen
Shiva As Nataraja
Pieta Group
The Sabbath Candles






Burada seccadeler ve tespihleri dahi görebiliyorsunuz.


Meleklerle ilgili ayrı bir bölüm bulunuyor.



O kadar çok obje ve konu bulunuyor ki bunları detaylı incelemek için en az bir gün bu müzeye zaman ayırmak gerekiyor.

Müzenin 1993’teki açılışından itibaren 2006’da Kelvingrove Sanat Galerisi ve Müzesinin yeniden açılmasına kadar Salvador Dalí’nin “Christ of Saint John of the Cross” isimli resmi burada sergilenmiş. Bu tabloyu Kelvingrove Müzesine gittiğimde gördüm ve yeri gelince bahsedeceğim.

Müzedeki Zen bahçesinde bulunan kafe ise dinlenmek için ideal bir yer oluşturuyor.


Müze gezimi tamamladıktan sonra kısa bir yürüyüş mesafesinde olan George Square’a geldim. Cumartesi günü olması nedeniyle meydan daha da kalabalıktı.


Amacım City Hall binasını gezmekti. Binanın önü çok şık insanlarla doluydu ve muhtemelen bir düğün veya başka bir etkinlik vardı.


İçeriye girmek için hamle yapınca kapıdaki görevli beni durdurdu ve pazartesi günü açık olacağını, hafta sonu turistik gezilere kapalı olduğunu söyledi. Akşam şehirden ayrılacağımı, şöyle bir bakıp çıkacağımı söylesem de ikna edemedim. Keşke bir gün önce meydana geldiğimde girseymişim diye hayıflanmaktan başka bir şey yapamadım. 

Belediye Binasının önünde sanırım henüz okul öğrencisi olan tören muhafızı kıyafetleriyle gençler vardı ve insanlar onlarla birlikte fotoğraf çektiriyorlardı. Çok değişik kıyafetleri olduğundan ben de fotoğraflarını çekmekten geri duramadım tabi ki!


Belediye Binasını gezemeyince hemen Modern Sanatlar Müzesine yöneldim. Daha önce bahsetmiştim müzenin önünde çok değişik bir heykel bulunuyor. 

Royal Exchange Meydanı'nda the Gallery of Modern Art binasının hemen önünde bulunan at üzerindeki Duke of Wellington Heykeli, I. Wellington Dükü Arthur Wellesley'nin bir heykelidir. Wellesley, Waterloo savaşında Napolyon'u yendikten sonra, İngiltere’nin en büyük generali olarak kabul edilmiş. Heykel, İtalyan sanatçı Carlo Marochetti tarafından 1844 yılında inşa edildiğinden bu yana kent merkezini süslemektedir. Heykel A Kategorisinde listelenmiş bir anıttır ve Glasgow'un en ikonik yerlerinden birisinde bulunmaktadır.


1980’lerin başlarında yoldan geçen bazı insanlar kentin gururu bu atlı heykelin kaidesine tırmanmaya ve Dük'ün kafasına trafik konisi koymaya başlamış. Kimse bu geleneği kimin başlattığını kesin olarak bilmiyor. Yapılan bu uygulama artık kentte geleneksel hale gelmiş. Parlak turuncu şapkasıyla Dük imgesi o kadar yaygınlaşmış ki çoğu insan bunu heykelin standart görünüşü olarak kabul etmiş ve burası ziyaretçiler için popüler bir fotoğraf noktası haline gelmiş. Heykelin başına trafik konisi konulmasının yerel halkın mizah gücünü gösterdiğine inanılıyormuş. 

Küçük hasarlar ve trafik konilerinin yerleştirilmesinin neden olabileceği yaralanma potansiyeli nedeniyle, heykelin etrafına gelinmesi Glasgow Belediye Meclisi ve Strathclyde Polisi tarafından önerilmiyormuş.


Uzun yıllar boyunca kamu otoritesi düzenli olarak konileri temizlemiş. Özellikle turist rehberlerinde, bu konilerin kentin otoritesine karşı halkın yürekli tutumunu temsil ettiği belirtiliyormuş. Konilerin çıkarılması sadece iki sefer sözkonusu olmuş. Glasgow'un 2002 UEFA Şampiyonlar Ligi finaline ev sahipliği yapması üzerine koninin yerini turnuva sponsorlarından birisi olan Amstel’in logosunu taşıyan futbol desenli bir şapka almış. Haziran 2010'da otel zinciri olan CitizenM Glasgow’da açılış yapacağı zaman koninin yerini “özgür hissedin” (feel free) yazılı parıltılı bir koni takılmış. Bağımsızlık Referandumu sırasında, koniye bir “saltire” tutturulmuş. 2012 Olimpiyat Oyunlarında ise altın madalya kazanılması üzerine koni altın rengine boyanmış.


2011 yılında Lonely Planet Rehberi heykeli, "Dünyadaki en tuhaf 10 anıt" listesine almış. Heykel, sık sık sarhoş ve muzip öğrencilerin ilginç saldırılarına hedef oluyormuş. 2013 yılında Kent konseyi, bu tür saldırıları önlemek için anıtın kaidesini yükseltmeyi düşünmüş ama bu kez Glasgowlular tarafından 10 bin imzalı dilekçe ile buna karşı çıkılınca bu düzenlemeden de vazgeçilmiş. 


Heykelin hemen yanında bir de şehrin bazı yerlerinde de gördüğüm CityTree adında çevreci bir platform vardı. 


Vakit kaybetmeden Müzenin içine girdim. Kısa adı “GoMA” olan Modern Sanat Galerisi, Glasgow’daki çağdaş sanatın sergilendiği ana galeri oluyor. Girişi ücretsiz olan GoMA, haftanın her günü saat 10.00-17.00 arasında açıkmış ve Perşembe günleri saat 20.00'de kapanıyormuş. Galeride sürekli sergilerin yanısıra geçici sergiler ve atölye çalışmaları  da bulunmakta. GoMA, yerel ve uluslararası sanatçıların çalışmalarına yer verdiği gibi çağdaş sosyal sorunlarla ilgili projeler de yürütüyormuş.

 

1996 yılında açılan Modern Sanat Galerisi, Glasgow şehir merkezinde Royal Exchange Meydanı'ndaki neoklasik bir binada yer almaktadır. 1778 yılında köle ticareti yoluyla servetini kazanan zengin bir Glasgow Tütün Lordu olan Lainshaw William Cunninghame'nin şehir evi olarak inşa edilmiş. Sonraki yıllarda farklı şekillerde de kullanılmış.





Bina 1817'de the Royal Bank of Scotland tarafından satın alınmış ve daha sonra the Royal Excgange olmuş. Bu kullanım için bina 1827-1832 yılları arasında David Hamilton tarafından restore edilmiş. Queen Caddesi cephesine Korinth sütunları, yukarıya bir kubbe ve eski evin arkasına büyük bir salon eklenmiş. 1954'de Stirling Kütüphanesi binaya taşınmış. Kütüphane Miller Caddesi'ne döndüğünde, bina kentin çağdaş sanat koleksiyonunu barındıracak şekilde yenilenmiş.1996 yılında açıldıktan sonra pek çok ziyaretçiyi ağırlamış. Adada en çok ziyaret edilen sanat galerilerinden birisi olmuş.



Galeride, atölyelerin çalışmalarını ve sanatçıların konuşmalarını kolaylaştıran Eğitim ve Erişim stüdyosu ile bodrum katında bir Öğrenme Kütüphanesi bulunmaktadır. Binada ayrıca bir kafe, ücretsiz internet erişim terminalleri, multimedya, kitap ödünç verme olanakları bulunmaktadır. Sergiler arasında Beryl Cook, Douglas Gordon, David Hockney, Sebastião Salgado ve Andy Warhol'un yanı sıra John Bellany ve Ken Currie gibi İskoç sanatçıları da yer alıyor. 




Binanın dış kısmında 1996 yılında yapılan Tympanum isimli aynalı alınlık, sanatçı Niki de Saint Phalle'ye aittir. Saint Phalle, aynalı giriş kısmını galeriye de yerleştirmiş. 




Çok büyük olmayan müzeyi çabucak gezdim. Dışarı çıktığımda Royal Exchange Meydanında ve Müzenin hemen yanında açık hava satış standları kurulduğunu gördüm. Sanırım bunlar sadece hafta sonu kuruluyor olsalar gerek.


Standlara şöyle bir göz gezdirdikten sonra ev sahibimin numarasını söylediği 77 numaralı otobüse binmek üzere durağa doğru yürüdüm. Cumartesi günü olmasından dolayı her yer çok kalabalıktı ve daha şimdiden satış standlarını ve müzik gruplarını görebiliyordum.


Durakta çok fazla beklemeden otobüs geldi ve hazırladığım 2 poundu para girişine atarak biletimi aldım. Geldiğimi anlayınca hemen inebilmek için iki katlı olan otobüsün alt katında pencere kenarına oturdum. Böylece gidene kadar çevreyi de görmüş olacaktım. Bu sefer ki hedefim Kelvingrove Parkı ve Müzesi olacaktı. 


Müze binasının ve Glasgow Üniversitesinin masallardan fırlamış kulelerini görünce geldiğimizi anladım ve hemen ilk durakta indim. Parkın içine doğru yürüyerek Müze binasına yaklaştım. Burada yeri gelmişken Parkdan da biraz bahsedeyim. 

Park, Glasgow'un Batı Yakasında, 34 hektar (85 dönüm) büyüklüğünde bir alanda yer alıyor. Kelvingrove, 1852'de, Chatsworth House'daki İngiliz Bahçıvan Sir Joseph Paxton tarafından West End Park olarak yaratılmış. Victorian tipi parkların klasik bir örneği olarak gösterilmekte. Clyde Nehri ile Kelvin Nehri yakınlarda birleşerek aktığından burası yaban hayatı için eşsiz bir cennet oluşturmuş. Bölgede bulunan kuşlar gri balıkçıl, karabatak ve yalıçapkını, yeşilbaş ve bektaşi ve diğer hayvanlar ise kızıl tilki, kahverengi sıçan ve su samuru olarak sayılmakta.


Kelvingrove’da çeşitli etkinlikler için bir gösteri platformu, buz pisti, bowling ve kroket oyunları için alanlar ile çeşitli heykeller ve anıtlar bulunmakta. En büyük anıt ise 1872 yılında dikilen Stewart Memorial Çeşmesi olarak gösterilmektedir. Hafta sonu olması nedeniyle Park çok kalabalık gözüküyordu. Özellikle gençler akın akın parka geliyorlardı. Şehre bu kadar yakın bir yerde ve bu kadar çok çeşitli etkinliklerin yapılabildiği böyle büyük bir parkın olması Glasgow halkı için büyük bir şans. Gıpta ederek bakıyor insan! 

Biraz dolanarak en sonunda heybetli ve muhteşem Kelvingrove Art Gallery and Museum Binasının önüne geldim. 




Kelvingrove Sanat Galerisi ve Müzesi, İskoçya'nın en popüler ücretsiz etkinlik merkezlerinden birisi. TripAdvisor'da da Birleşik Krallık'ta ziyaret edilmesi gereken en başta gelen sanat müzesi olarak gösteriliyormuş.




22 farklı temada düzenlenen galerilerde şaşırtıcı 8.000 nesne sergilenmekteymiş. Burada herkes için keşfedecek bir şeyler bulunuyor. Monet'yi sevenler için gelsin!



Ortaya karışık bir tarih ve sanat şöleni size.







Bu mimari şaheser 1901 yılında kapılarını açmış. Üç yıllık bir yenilemenin ardından Kraliçe Elizabeth’in katılımıyla 2006 yılında tekrar açılmış.





Galeri, kentin Batı Yakasında, Kelvin Nehri'nin kıyısında, Argyle Caddesi'nde bulunuyor. Yangınla tahrip olduktan sonra, 1920'lerde bu Müzenin mimarisine uygun bir tarzda inşa edilmiş olan Kelvin Hall’un tam karşısında yer alıyor. Müze, Kelvingrove Park'ın bitişiğindedir ve Gilmorehill'deki Glasgow Üniversitesi'nin ana kampüsünün yanındadır.






Buraya geldiğinizde Avrupa'nın en büyük sanat koleksiyonlarından birini keşfederken, bu muhteşem binayı da görmüş oluyorsunuz. Müzenin koleksiyonları esas olarak McLellan Galerileri ve Kelvingrove Park'taki eski Kelvingrove Müzesi'nden gelmiş. Burada güzel sanatlar, dekoratif sanatlar, arkeoloji ve doğal tarih gibi çok çeşitli koleksiyonları bulmak mümkün. Yani Müzede, 15. ve 16. yüzyıldan kalma silah, kılıç gibi savaş aletlerini, takıları, gümüş ve cam objeleri, antik zırhları ve eski Mısır hazinelerini bulmanın yanı sıra, Renoir'ı ve Rembrandts'ı da görüyorsunuz.



Glasgow'un en ünlü mimar ve tasarımcılarından birisi olan Charles Rennie Mackintosh sergisi de burada yer alıyor. Sanat koleksiyonunda, usta isimlerin (Rembrandt van Rijn, Gerard de Lairesse ve Jozef İsrail) ve Fransız İzlenimcilerin (Claude Monet, Pierre-Auguste Renoir, Camille Pissarro, Vincent van Gogh ve Mary Cassatt gibi) eserleri dahil olmak üzere birçok seçkin Avrupa sanat eseri bulunmakta. Hollanda Rönesansı, İskoç Colourists ve Glasgow Okulu'nun üstadları da ayrıca görülebilir. Bütün bunları bir arada görebilmek ne keyif ama!

 


Kelvingrove’un en sevilen resimlerinden birisi, Salvador Dali’nin 1951’de yaptığı ikonik “Christ of St John of the Cross” tablosu olmuş. Bu tablo, 1952’de, daha sonra Müzeler Müdürü olan Dr. Tom Honeyman tarafından 8,200 sterlin karşılığında satın alınmış. Başlangıçta bu rakam oldukça tartışma yaratmış. Orijinal satın alma işleminden bu yana resmin etkileyici görüntüsünde herhangi bir azalma belirtisi olmamış ve insanların oldukça beğenisini toplamış.


Müzede ayrıca bir kafe ve hediyelik eşya mağazası bulunuyor. O kadar hızlı gezdim ki rekor kırdım diyebilirim. Müzeyi gezdikten sonra Parkın içinden uzaktan görülen Üniversite binasına doğru yürüdüm. Otobüsle geçtiğim caddeye çıktım ve yol üzerinde önce Wellington Kilisesini gördüm. 


Böylece Glasgow Üniversitesinin Güney Kampüsüne gelmiş oldum. 


Ancak Üniversiteyi gezmeden önce hemen Glasgow Üniversitesinin bir parçası olan Hunterian Müzesini gezmek istedim.




1807'de kurulan Hunterian, İskoçya'nın en eski kamu müzesiymiş ve Ulusal Müzeler dışında en büyük koleksiyonlardan birine ev sahipliği yapmaktaymış. Hunterian, dünyanın önde gelen üniversite müzelerinden birisi olmuş ve koleksiyonları Ulusal Öneme sahip Koleksiyon olarak kabul edilmiş. İskoçya’nın en önemli kültürel varlıklarından birisi olarak göteriliyor. Hunterian, Aydınlanma Çağındaki misyonunu günümüzde de devam ettirerek sanat, beşeri bilimler ve doğa ve tıp bilimlerinde araştırma ve öğretim için dünyanın dört bir yanından gelen bilim adamları ve ziyaretçilerin ilgisini çeken merkezi bir kaynak olma yolunda ilerlemektedir.




Müzede birçok galeri bulunuyor. Bunlar, girişin ücretsiz olduğu Hunterian Art Gallery, Hunterian Zoology Museum, Country Surgeon Micro Museum ile 6 sterlin giriş ücretinin olduğu the Mackintosh House ve randevuyla gezilen Anatomy Museum olarak sayılmakta. 



Hunterian Sanat Galerisi, İskoçya'daki en seçkin sanat koleksiyonlarından birine sahip. Kalıcı sergiler arasında Rubens ve Rembrandt'tan İskoç Colourists ve Glasgow Boys'a kadar çeşitli eserler bulunuyor. Ayrıca, James McNeill Whistler'in dünyanın en büyük kalıcı sergisi olan Charles Rennie Mackintosh’un eserleri ile Glasgow'daki Mackintosh evinin yeniden birleştirilen iç mekanlarının sergilenmesi büyük beğeni topluyormuş. Açık havada avluda ise, İngiliz sanatçılarının modern çalışmalarının küçük bir gösterimi bulunmaktaymış. 

Bu Müze Glasgow Üniversitesi tarafından işletilmekteymiş. Müze Koleksiyonu ise bir doğum uzmanı ve öğretmen olan Dr. William Hunter (1718-1783) tarafından toplanmış. Hunter, Glasgow Üniversitesinde öğrenim görmüş ve sonra Kraliçe Charlotte’un hekimi ve anatomi öğretmeni olarak Londra’ya yerleşmiş. 1783 yılında bir müze oluşturmak için, Üniversiteye özel koleksiyonunu ve servetini miras bırakmış.





Bunun üzerine ilk Hunterian Müzesi 1807 yılında İskoçya’nın kültürel mirasını barındıran en eski müzesi olarak, William Stark tarafından tasarlanan klasik tarz bir binada kapılarını açmış. Üniversite 1870 yılında bugünkü yerine taşındığında da Hunterian koleksiyonları müzenin bugünkü “Gilbert Scott” binasındaki yerine taşınmış. Ancak koleksiyonun genişlemesinden dolayı bazı koleksiyonlar farklı binalara aktarılmış. Benim gezdiğim yer Hunterian Museum olarak tanımlanıyordu. Bunu ve diğer koleksiyonları şu şekilde özetleyebiliriz. 

University Avenue’de bulunan Hunterian Museum’da William Hunter’in orijinal koleksiyonu bulunmakta. Yani nadir ve önemli nesneler sergilenmekte. Bunlar arasında özellikle İskoç fosilleri ve mineraller, dünyanın en büyük madalya koleksiyonu, eski Mısır’dan Yunan ve Roma’ya kadar giden arkeolojik eserler sayılabilir. 2500 yıllık bir mumya bile var. Kuşlar, böcekler, dinazorları görmek de mümkün.





Müzede, anatomik öğretim koleksiyonu, James Watt-Joseph Lister-Lord Kelvin tarafından kullanılan bilimsel aletler bulunmakta. O kadar çok çeşitli obje gördüm ki hayran olmamak elde değil! 





Zooloji Koleksiyonları günümüzde Graham Kerr binasında bulunmaktaymış. Galeride antilopları, sevimli bir koalayı, cam vitrinlerde çeşitli sürüngenleri ve mikroskobik deniz canlılarını görebiliyormuşsunuz. Burada yaklaşık iki milyona yakın hayvan türü örneği bulunuyormuş.

Thomson binasında olan Anatomi Müzesinde büyük ölçüde öğretim ve araştırma için kullanılan, tıp tarihi ve gelişimine ait nesneler sergilenmekteymiş. William Hunter kendisi de bir anatomist ve doğum uzmanı olarak insan form ve fonksiyonlarının bütün yönlerini göstermek istemiş. 

Hilhead Street üzerinde bulunan Art Müzesi, 1807 yılında, Hunterian resimleri yerleştirildiğinde İngiltere’nin ilk müzesi olmuş. Müzede Rembrant, Rubens, Chardin, Stubbs gibi sanatçıların eserleri varmış. 

Mackintosh House, 1906-1914 yılları arasında Charles Rennie Mackintosh ve sanatçı eşi Margaret Macdonalt tarafından kullanılmış. Özgün mobilyalarla döşenen bu ev, sanatçı çiftin olağanüstü kişisel düzenlemeleriyle tam bir sanat eseri hüviyeti kazanmış. 

Müze zaten Üniversite binasında olunca üniversiteyi de gezmek vacip oldu. Tabi sadece bu kampüs kısmını. Biraz da Üniversiteyi tanıyalım isterseniz.




İngilizce eğitim yapılan dünyanın dördüncü en eski üniversitesi ve İskoçya'nın dört eski üniversitesinden birisi olan Glasgow Üniversitesi 1451 yılında kurulmuş. Edinburgh, Aberdeen ve St. Andrews üniversiteleri ile birlikte, üniversite 18. yüzyıl boyunca İskoç Aydınlanması'nın bir parçası olmuş.





Tarihi okul, James Wilson (ABD'nin kurucu babası), filozof Francis Hutcheson, mühendis James Watt, filozof ve iktisatçı Adam Smith, fizikçi Lord Kelvin, cerrah Joseph Lister, yedi Nobel ödüllü bilim insanı ve üç İngiliz Başbakanına eğitim vermiş ünlü bir üniversitedir.




Üniversite binaları da oldukça ilgi çekiciydi. Hatta yerel halk buraya Harry Potter serisindeki büyücülük okulunun adı olan “Hogwarts” ismini vermiş. Sanırım bir mezuniyet kokteyli verilmişti ve henüz bitmişti. Burayı da hızlıca gezerek yola koyuldum. Eşyalarımı vakitlice kaldığım evden almam gerekiyordu. 

Yol üzerindeki kafelerde olsun yolda gezenler olsun oldukça ilginç insanlar gördüm. Havanın sıcak olmasından istifade edip üstlerini çıkarıp güneşlenenler bile vardı. Zaten üniversitenin bulunduğu West End Bölgesi, şehrin en bohem ve öğrenci nüfusun yoğunlukta olduğu bir bölgeymiş. 

Kaldığım ev biraz merkeze uzak olunca gitmem zaman aldı. Evin kapısını çaldığımda kan ter içinde kalmıştım. Ev sahibi hemen bir bardak su verdi ve biraz soluklanmam için salona davet etti. Biraz sohbet ettikten ve dinlendikten sonra sırt çantamı alarak ev sahibiyle vedalaştım. Gün boyu koşturacağım diye oturup bir yerde yemek yiyememiştim. Artık akşam olmaya başlamıştı. Yakınlarda gözüme kestirdiğim bir Thai lokantası vardı. Küçücük bir yerdi ve çoğunlukla sanırım paket servis yapıyorlardı. Mevcut tek masaya oturarak tavuklu bir noddle çorbası sipariş ettim. Baharatlı mı diye sorduklarında acı olabileceğini düşünerek baharat istemedim. Ancak bu şekilde çok lezzetsiz oldu. Bu çorba için 2,50 sterlin ödedim. 

Bu sefer sırt çantamın ağırlığı altında merkeze gittim. Concert Hall binası önündeki banklara oturarak orada keman çalan bir sokak sanatçısını dinledim ve geleni geçeni izledim. 

Mesai bittiğinde veya hafta sonları Glasgowlular pek evlerinde durmuyorlar galiba! Şık kıyafetli, spor kıyafetli birçok kişi, çoluk çocuk aileler ya restoranlarda ve kafelerde oturmuşlar ya da bir pub’da bir içki eşliğinde sohbet ediyorlar. Çok hareketli bir havası var şehrin.

Biraz da alışveriş yapayım dedim. Edinburgh'dan aldığım ince spor montu çok beğenmiştim. Aynı mağazayı burada da bularak farklı rengini almak istedim. Ancak maalesef bu modeli bulamadım ama bunun yerine polar bir montu 11,99 pound ödeyerek aldım. 

Vakit yaklaşınca zaten çok yakın olan otobüs terminaline giderek Londra’ya gidecek otobüsümü beklemeye başladım. Yalnız çok dikkat etmek gerekiyor. Burası Avrupa da olsa otobüs, panoda ilan edilen peron yerine biraz daha ileride başka bir perona yanaşmış. Takip etmekte olduğumdan hemen gittim ama bu arada biniş kuyruğu oluşmuştu. Bu nedenle en arkada tuvaletin hemen önündeki koltuğa oturmak zorunda kaldım. Bütün yolculuk boyunca tuvaletin açılan ve kapanan kapısının sesi ve kokusuyla rahatsız oldum. Sadece bu olsa iyi! Ayrıca bu Avrupa otobüsleri nedense kaloriferlerini açmıyor. Neredeyse Temmuz’a yaklaştığımız halde gece de olması nedeniyle otobüs buz gibiydi. Üzerimdeki iki kat polar monttan birini çıkarıp pantolon olmasına rağmen üşüyen bacaklarıma doladım. Sanırım bu hava diğerleri için gayet normal bir havaydı ve tek üşüyen bendim. Londra’ya kadar kah titreyerek kah biraz içim geçerek en sonunda ulaştım ve böylece bir maceranın daha sonuna gelmiş oldum. 

Glasgow’da zaman darlığı nedeniyle gidemediğim pek çok yer oldu. Bunlardan da kısaca söz ederek günlüğümü tamamlamak istiyorum. 

İlk sırada 2013 yılında Avrupa’da yılın müzesi seçilen Riverside Museum geliyor. Pointhouse Place’de bulunan müzeye giriş ücreti alınmıyor ve her gün saat 10.00-17.00 arasında açık olan müzede denizcilik ve taşımacılık üzerine eserler sergileniyor. 

Tekneler,model gemiler, lokomotifler, motorlar, eski arabalar, bisikletler, tramvaylar, at arabaları ve hatta Elton John’un botları da olmak üzere ulaşıma dair binlerce ilginç eser burada görülebiliyormuş. Hatta bir Glasgow caddesinin 1938 yılındaki minyatürü bile varmış. İnteraktif ekranlarda Glasgow şehrinin sokakları izlenebiliyormuş. 

Bu müzede 1896 yılında inşa edilmiş bir kargo gemisi olan üç direkli yelkenli gemi “The Tall Ship” görülebilir. Uzunluğu 75, genişliği 11,4 ve derinliği 7 metre olan gemi, 1922 yılına kadar kullanılmış. 

Glasgow Bilim Merkezi Glasgow’da girişi ücretli olan nadir yerlerden birisi. İçinde 3 farklı katta sergiler, planetaryum ve bir sinema varmış. Glasgow Kulesi ise İskoçya’nın en uzun binasıymış ve bunun yanısıra dünyada tamamen dönen en yüksek bina (127 metre) olarak da halen Guinnes rekorunu elinde tutuyormuş. Kuleye giriş ücreti 6,50 sterlin. 

2013 yılında Rod Steward konseri ile açılan SSE Hydro binası 13 bin kişilik bir konser salonu. Binanın dış panelleri güneş ışıklarını en iyi şekilde enerjiye dönüştürüp kullanacak şekilde tasarlanmış. 

Ayrıca Glasgow’un Doğu yakasında bulunan yiyecekten antikaya, mağazalardan barlara uzanan binlerce ilginç ürünün satıldığı Barras Pazarı gezilmeye değer gözüküyor. 

Glasgow Botanik bahçeleri ve Kibble Cam Sarayı, Skoya Museum, The National Piping Center (Boru/Gayda Müzesi), Pollok House, Briggait, Tenement House, Holmwood House, Art Lover House, The Light Hoult, Bellahouston Park, Glasgow Green Park ve People Sarayı, Fosil Grove, Gaziler Duvarı, Trongate 13, Waverley gemisi, Forth & Clyde Canal, Mackintosh Sanat Akademisi (Glasgow Sanat Okulu) vakti olanlar için görülebilecek diğer yerler arasında gösteriliyor.

Bir Edinburgh kadar olmasa da Glasgow yine de görülmeyi hak eden bir şehir. Glasgow'da bütün büyük şehirlerde görebileceğiniz iyi yönler de kötü yönler de bulunmakta. Çok iyi bir gece hayatı, alışveriş, ulaşım, insan sıcaklığı, renkli kültür, sanat, müzik, tarih, parklar gibi olumlu özelliklerinin yanında dejenere olmuş bir gençlik, uyuşturucu ve alkol bağımlısı insanlar ve yollarda dilenenler de olumsuz yönünü ortaya koyuyor. Çok güzel bir tarihi dokuyla taçlandırılan şehir doğasıyla da sizi baştan çıkarıyor. Modern mimariyle aram pek iyi olmadığı halde bana göre şehirdeki modern dokunuşlar gerçekten çok etkileyici olmuş ve şehre bir değer katmış. Müzikle tanınan Şehir insanın içini kıpır kıpır yapan coşkulu bir şarkı gibi. Son söz olarak Glasgow'u sevdiğimi ve gidilmeye değer olduğunu söyleyebilirim.