23 Aralık 2016 Cuma

On 03:33:00 by Gülten İşcimen in    1 comment



Mağrur, Bilge, Kültür ve Sanat Beşiği bir Başkent "Berlin" 




Berlin hem Almanya’nın yakın tarihine tanıklık yapan hem de müzeleriyle ve sanata verdiği değerle bilinen bir kent. Buraya gitmeyi yakın bir arkadaşım gibi ben de uzun zamandır istiyordum. 

Uygun fiyatlı uçak bileti bulur bulmaz hemen biletlerimizi aldık ve gezinin programını yapmaya başladık. (Pegasus’dan aldığımız bilet Ankara bağlantısıyla birlikte yaklaşık 440 TL tuttu.) Uçuşumuz 24 Eylül Cumartesi günü olacaktı ve 9 gün kalarak 3 Ekim gecesi geri dönecektik. Konuştuğumuz hemen herkes 9 günün Berlin için çok fazla olduğundan bahsedince biz de yakın civarda gezebileceğimiz diğer şehirleri araştırmaya başladık. Leipzig ve Potsdam oldukça yakın olduğundan bu şehirlere günübirlik gitmek mümkün olacaktı. Bunların dışında uzak şehir olarak bir de Hamburg şehrini belirleyip Berlin’de 6 gece ve Hamburg’da 2 gece kalmak üzere konaklama rezervasyonunu yaptım. Daha sonra acaba Düsseldorf’a mı gitseydik diye bir tereddüde düşsek de gezinin sonunda Hamburg’u seçtiğimiz için hiç de pişman olmadık.

Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Berlin ve Hamburg’da çok vasat yerlere dünyanın parasını ödedik. Onun için gidecek olanlara tavsiyem uzun zaman önce konaklama rezervasyonlarınızı yapın.

Gitmeden önce Hamburg ve Leipzig seyahatlerimiz için biletlerimizi de almak istiyorduk. Biraz araştırınca tren biletlerinin oldukça yüksek olduğunu gördüm. Bu nedenle başka ulaşım imkanlarını araştırmaya başladım. Şehirler ve hatta ülkeler arasında çalışan otobüs firmalarını tespit ettim. Hamburg’a gidiş dönüş biletini 19 Euro’ya, Leipzig’e gidiş dönüş biletini de 15,80 Euro’ya Flixbus firmasının web sayfasından aldık. Avrupa’daki Türk sayısı oldukça fazla olduğundan bu firmanın web sayfasının Türkçe menüsü de bulunuyor.

24 Eylül 2016

Nihayet gidiş zamanı geldi. Esenboğa Havalimanındaki bir kafede çay ve kurabiye eşliğinde kahvaltımızı yaptık. Istanbul’da Sabiha Gökçen Havalimanına indiğimizde hemen pasaport kontrolüne gittik. Burada kamuda çalışanlar için ayrı bir kontrol odası ayrılmıştı ve kısa bir kuyruğun arkasına takıldık. Kurumlarımızdan aldığımız yurt dışına çıkışında mahzur yoktur yazılarını vererek kısa sürede işlemimizi sonuçlandırdık. Hiç bu kadar kısa süreceğini tahmin etmemiştik.

Berlin’e ikindi vaktinde ulaştık ve pasaport onayında sordukları ahretlik sorulardan sonra nihayet Almanya’ya giriş yaptık. Uçağımız Schönefeld Havalimanına inmişti. Havalimanında iner inmez turizm ofisine giderek 44 euro olan Müzeler Adası içerikli Welcome Card aldık. 3 günlük bu kartın kullanımını Salı günü yani Müzeler Adasına giderken başlatmayı planlamıştık.

Havalimanından şehre otobüslerin yanı sıra banliyö trenleriyle de ulaşılabiliyormuş. Havalimanından çıkarak biraz yürüdük ve metro istasyonuna bağlantı sunan, üzerinde Rudow yazan N7 no’lu otobüse bindik. Otobüs şoförleri bilet kesebildiği için kişi başı 2,70 Euro ödeyerek biletlerimizi aldık. Bu biletler 2 saat geçerli olduğundan metro ulaşımımızda da kullanacaktık. Rudow metro istasyonundan U7 no’lu metro hattı ile Berlin merkezine ulaşabiliyorsunuz. Bizim şansımıza bu hat bizim otel rezervasyonu yaptırdığımız Happy go Lucky Hotel + Hostel’in bulunduğu Charlottenburg bölgesine doğrudan gidiyordu ve hat değiştirmemize de gerek olmayacaktı. Bu şekilde yolculuğumuzu yapıp metro ve tren istasyonuna çok yakın olan otelimizi kolayca bulduk.

Otele girişimizi yaptık ama bize 4. kattaki bir oda verilince asansör olmadığından elimizdeki bavulları çıkarmak oldukça zor oldu. Bir de bu otelin farklı bir uygulaması vardı. Girişte oda anahtarı için 50 euro depozito alınıyor ve çıkışta bu tutar iade ediliyordu. Sonuçta odamıza yerleştik ve fazla vakit kaybetmeden kendimizi dışarı attık. Hemen tren istasyonunu bularak Alexanderplatz’a giden trene bindik.

Alexanderplatz Meydanı, Mitte bölgesinde bulunan popüler bir buluşma noktası. Brandenburg Kapısı ile Reichstag’ın doğusunda bulunan Alexanderplatz Meydanı merkezi bir noktada olduğu için ulaşımın çok iyi olduğu, etrafında pek çok mağazanın, çok katlı binaların sıralandığı ve Berlin'in simgelerinden birisi olan Dünya saati Weltzeituhr'un da bulunduğu çok büyük bir meydan. Böyle meydanları görünce bizdekilere meydan demek komik geliyor.



Alexanderplatz ismini ise Rus Çarı I. Alexander’dan almış. Eskiden burada şiddet olayları yaşandığı kadar barış çağrılarının da yapıldığı bir meydan olmuş. Berlin’de yaşayanlar bu meydana kısaca “Alex” diyorlar. Alexanderplatz’ın yakınlarında Berlin’in sembollerinden olan 368 metre yüksekliğindeki Tv Kulesi (Fernsehturm) ve Müzeler Adası gibi turistik mekanlar bulunmakta.


Tren istasyonundan çıkar çıkmaz renkli bir kalabalığın içinde kendimizi bulduk. Genç ama yetenekli bir müzisyen canlı performans sergiliyordu. Bir süre onu seyrettik ve amatör müziğin bile ne kadar iyi icra edilebildiğini gördük.


Sonra ana cadde boyunca yürümeye başladık. Amacımız Berlin'in meşhur Unter den Linden (Ihlamurlar Altında) Caddesinde yürüyüş yapmaktı. Ama ters yöne yürümüşüz. Baktık ki yürüdüğümüz tarafta kayda değer bir şey yok genç bir kıza yol tarifi sorduk. Soracağımız kişiyi de yanlış seçtiğimizi sonradan anladık. Kız bu caddenin çok uzak olduğunu ve trenle gidersek daha iyi olacağını söyledi. Biz de tekrar indiğimiz istasyona dönerek trene bindik. Elimizdeki haritadan da biraz anlamaya çalışarak yakınlarında olduğunu düşündüğümüz bir istasyonda indik. Birkaç kişiye daha sorarak epeyce yürüdük. Sonunda ortasında büyük bir heykelin olduğu bir meydana ulaştık.


Bu heykelin etrafını tavaf edip ne yöne gideceğimizi kestiremeyince bir polise soralım dedik. Sorduğumuz polis bize yolu tarif etti ve ancak yolun araç trafiğine kapalı olduğunu söyledi. Sonra kendi aramızdaki konuşmaları duyunca başladı Türkçe konuşmaya. Tipi ve konuşmasından Türk olduğunu hiç anlamamıştık. Belli ki 3. kuşak Türklerdendi. Şansımıza ertesi gün Berlin Maratonu bu caddede koşulacaktı. Bu yüzden cadde ve kenarlarını hararetli bir çalışmayla düzenliyorlardı. Yol kenarlarına sık arayla mobil tuvaletler getirilmişti. Dev bir ekran ve yayın araçları yerleştirilmişti. Caddede uzun süre yürüdük ve Brandenburg Kapısına adım adım yaklaştık. İşte tam Brandenburg Kapısına geldik dediğimiz an Caddenin önünün tamamen brandayla kesildiğini ve polislerin diğer tarafa geçirmediğini gördük. Polise küçük bir aralıktan geçip geçemeyeceğimizi sordum ama kesin bir dille ormanın içine uzanan yolu göstererek oradan gitmemizi söyledi. Bu Almanlar çok kuralcı oluyorlar. 2 saniyede diğer tarafa geçebileceğimiz halde bizi bir orman kabusunun içine itiverdiler.

Böylece kendimizi karanlık, yol kenarlarında hiç ışık olmayan ve sadece yolun sonunda aydınlık gözüken Tiergarden Ormanında buluverdik. Yanımızdan giden bisikletlilerin ışıklarından istifade ederek yürümeye çalıştık. Karanlıkta o kadar uzun süre yürüdük ki kendimizi korku filmi setindeymiş gibi hissettik. Nihayet bol ışıklı bir caddeye ulaşınca bu sefer nerede olduğumuzu anlayamadık. Ben yolun Brandenburg Kapısına yakın bir yere çıkaracağını düşünmüştüm. Çevremize bakınca yüksek binaları ve Sony Center’i görünce Potsdamer Platz’da olduğumuzu anladık.

Artık vakit epeyce ilerlemişti. Hiç değilse buralarda bir yere oturup yemek yiyelim dedik. Meydanda bulunan bir AVM’nin içine girip yiyecek kısmına çıktık. Biz nereye yaklaşsak birazdan kapatacaklarını ve servis olmadığını söylediler. Buradan karnımız aç kös kös çıktık. Artık yol yorgunluğu da üzerimize çökmüştü ve bir an önce otelimize gitmek istiyorduk. Yakında bir metro durağı vardı ve U7 metro hattıyla kolayca otelimize geldik. Sabah erken kalkacaktık ve Leipzig’e doğru yola çıkacaktık.

26 Eylül 2016

Bir gün önce Leipzig’e yaptığımız gezinin yorgunluğuna rağmen sabah erkenden kalkıp yola düştük. Gezecek çok yer vardı ve önce iyi bir kahvaltı yapmak istiyorduk. Kaldığımız otelden yürüyerek çevredeki kafelere bakmaya başladık. Küçük bir yer keşfettik ve içeri girip hazırlanmış sandviçlerden damak tadımıza uygun olanlara baktık. Besleyici olur diye yumurtalı almaya karar verdik. Ancak sanırım servis yapan kadın Rus kökenliydi ve İngilizce bilmediğinden bir türlü ne istediğimizi anlayamadı. O sırada müşterilerden kendi soydaşı olan bir genç hemen bize yardımcı oldu ve istediklerimizi kendi dillerinde aktardı. En nihayet yumurtalı sandviçlerimizi ve çaylarımızı alarak küçük bir masaya oturduk. Ekmekleri çok taze ve lezzetliydi. 2 kişilik bu kahvaltı için yaklaşık 7 euro ödedik.


Kahvaltıdan sonra tren istasyonuna giderek tek kullanımlık bilet aldık ve bilet makinesine basarak iptal ettirdik. Berlin’de kaldığımız sürece tren ve metroya asla biletsiz binmedik. Sanırım çok fazla kontrol olmuyor biz sadece bir kez kontrole denk geldik. Ancak biletsiz yakalandığınızda 100 euro civarında cezası olduğunu işitmiştim. Trenden Friedrichstrase durağında indik. Bu Cadde Berlin’in en önemli kültür ve alışveriş caddelerinden birisi. Cadde boyunca yürüdük ancak sabahın erken saati olması nedeniyle mağazalar kapalıydı. Bu caddeden Unter den Linden (Ihlamurlar Altında) Caddesine ulaştık ve geniş cadde boyunca Brandenburger Tor-Brandenburg Kapısına doğru yürümeye başladık. Brandenburger Kapısı ile Alexanderplatz arasında yer alan bu geniş ve uzun cadde günün hemen her saatinde hareketli olan bir cadde. Bu Cadde’de, Mercedes'in mağazası da varmış ama biz burayı gezemedik.


Nihayet ilk günkü gibi bir engelle karşılaşmadan Caddenin sonunda bizi tüm ihtişamıyla bekleyen ve Berlin’in en önemli simgesi olan Brandenburger Tor-Brandenburg Kapısına ulaştık. Burası yaz kış, soğuk sıcak demeden her zaman kalabalık olan ve Berlin’in en çok turist çeken bölgelerinden birisiymiş. Yılbaşı kutlamaları ve birisinin hazırlıklarına bizim de şahit olduğumuz şehir etkinlikleri hep burada yapılıyormuş. 


Üzerinde dört atlı araba heykeliyle neoklasik bir mimarisi olan Brandenburg Kapısı, Prusya kralı II. Frederick William tarafından barış sembolü olarak 1788-1791 yılları arasında inşa ettirilmiş. II. Dünya Savaşında oldukça hasar gören Brandenburg Kapısı soğuk savaş yılları boyunca Doğu Berlin tarafında kalmış. Berlin Duvarının hemen arkasında olması nedeniyle izole durumda ve ulaşılamaz olarak yıllarca göz önünden uzak kalmış. Duvarın yıkılmasının ardından 2000-2002 yılları arasında restore edilmiş. Kapı, Berlin’in en önemli meydanlarından olan Pariser Platz’ın batısında, Unter den Linden ve Ebertstrabe’nin kesiştiği noktada ve Reichstag binasının yakınında yer aldığından oldukça merkezi bir konumda. Burada bir süre vakit geçirdik ve Kapının çeşitli açılardan fotoğrafını çektik.



Kafamızı yukarı kaldırdığımızda uzaklarda "Welt" gazetesinin uçan balonunu görebiliyorduk. Bu balona binerek havadan şehri izleyebiliyormuşsunuz.


Kapı’nın yakınında Amerikan ve Fransız Büyükelçilikleri, Berlin’in en güzel otellerinden birisi olan Hotel Adlon Kempinski, cam cephesiyle ışıldayan Berlin Sanat Akademisi (Akademie der Künste) ve Kennedy ailesiyle ilgili dokümanların sergilendiği Kennedy Müzesi bulunmakta.



Bundan sonra Kapıya çok yakın mesafede olan "Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı"nı (Denkmal für die Ermorderdeten Juden Europas) görmek için Postdamer Platz yönüne doğru yürüdük. Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı veya Holokost Anıtı (Holocaust-Mahnmal) Hitler dönemindeki soykırımla hayatlarını kaybetmiş Yahudilere adanmış bir anıt mezar. Buraya açık bir alan olduğu için günün herhangi bir saatinde gidilebiliyor.


ABD’li mimar Peter Eisenman ve mühendislik firması Buro Happold tarafından tasarlanmış olan anıt mezarlık, 19.000 metrekarelik bir alana yayılmış 2.711 adet beton bloktan oluşuyormuş. Bu beton bloklara dik enine yükselen yekpare kütleler olmaları nedeniyle stel (dikili taş) de deniliyor.


Her biri 2.38 metre uzunluğunda, 0.95 metre genişliğinde ve 0.2 ile 4.8 metre arası değişen yüksekliğe sahip bu beton kütlelerin amacı oldukça rahatsız edici ve kafa karıştırıcı bir ortam yaratmak ve böylece insanların sistemi sorgulamalarını sağlamakmış. Mimarlarının böyle bir niyeti olmasa da gezenler buranın aynı bir mezarlık görüntüsünde olduğunu söylüyorlarmış.


Girdiğimiz noktada görevli olmadığından ve bir bilgi yazısı da bulunmadığından beton blokların kah arasında zaman zaman da üstüne çıkarak burayı gezdik. Aslında bu blokların üstüne çıkılması yasakmış. Müze girişinin de olduğu diğer tarafa gidince bir görevli beton blokların üstüne çıkmanın yasak olduğunu söyledi. 

Yaklaşık 25 milyon Euro maliyeti olan böyle bir anıt mezarlık bana çok saçma geldi. Bir de üstüne üstlük yapılan anıt her ne kadar sembolik olsa da çok çirkin görünüyordu. Ben burayı sevmedim ve bu parayı daha faydalı bir amaç uğruna harcasalardı daha iyi olurdu diye düşünüyorum. İyi ki burayı parayla gezdirmiyorlar yoksa gidecek adam bulamazlardı!

Buradan Potsdamer Platz’a doğru yürüyerek meydanı gündüz gözüyle görelim istedik. Potsdamer Platz, Potsdam yolu üzerinde olduğundan böyle adlandırılmış ve tarih boyunca önemli anlara tanıklık etmiş.


Bu Meydanda başta Sony Center binası olmak üzere çok sayıda gökdelen ile çok sayıda kafe ve restoran bulunmakta. Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmesinden sonra bu gökdelenler inşa edildiğinden burası daha yeni yapıların olduğu bir bölge. Sony Center’ın içinde bulunan Film Museum Berlin, Beisheim Center, Ritz Carlton Hotel, Delbrück Hause, Daimler kompleksi ve Park Colonnaden bu meydandaki ve çevresindeki önemli yapılar arasında yer alıyor. Ayrıca bu meydanda çeşitli sokak performanslarını ve sergilerini de görebiliyorsunuz.


Meydandan Potsdamer Platz'ın ilerisinde bulunan dünyaca ünlü Berlin Filarmoni Orkestrası binasına doğru yürüdük. Yürüyüş yolumuz üzerinde Lego Müzesini gördük. Müzenin önünde legolarla inşa edilen sevimli dev bir zürafa bulunmaktaydı. Bunu görünce çocuk olasım geldi. Zaten bulmaca çözmeyi sevdiğimden olsa gerek oldum olası legolar hoşuma gider. 


50 yılı aşkın bir süredir varlığını sürdüren Berlin Filarmoni, Berlin’in müzik geçmişinde önemli bir yer tutmakta. 1963 yılında yapılan Berlin Filarmoni Binası çadıra benzer görüntüsü ve parlak sarı rengiyle şehrin önemli simgelerinden birisi haline gelmiş. Farklı bir mimarisi ve oturma düzeni olan bu salonda şef Herbert Von Karajan yönetiminde pek çok şahane konser icra edilmiş. Bu mimari stil ilk olarak 1920 yılında mimar Hans Scharoun tarafından dile getirilmiş ve 35 yıl sonra bu fikirden yola çıkarak Berlin Filarmoni Binası inşa edilmiş. Biz de bu sarı ve çok farklı gözüken binayı daha uzaktayken farkettik.


Bilet satış ofisi sandığımız bir bölüme girerek bilet alıp alamayacağımızı sorduk. Bir görevli bize çok yardımcı oldu ve konser biletlerini akşam 6’dan sonra diğer girişten erişeceğimiz bilet satış ofisinden alabileceğimizi söyledi. Sadece konser salonunu görmek istersek de 5 euro ödeyerek günün belirli saatlerinde gezebileceğimizi öğrendik. Bu bilgileri aldıktan sonra akşam konser izleme umuduyla buradan ayrıldık.


Dönerken cadde ortasında yapılan yaya alanındaki yıldızları gördüm. Burası Yıldızlar Bulvarı olarak da adlandırılıyor. Yıldızların içinde sinema dünyasına ilişkin ünlü kişilerin isimleri ve imzaları bulunuyor. Ayrıca bazı yıldızların yanında yer alan dürbünden baktığınızda o kişiyi de görebiliyorsunuz. Biz de zaten böyle bir alanın varlığını biliyor ve nerede olduğunu bulmaya çalışıyorduk. Arkadaşım sinema ile ilgilendiğinden hemen bildiği ünlü Alman isimlerini bulmaya çalıştı. Ben de sinemayı severim ama o kadar değil. Romy Schneider, Otto Sander, Barbara Sukowa ve Klaus Kinski gibi tanıdık gelen isimlerin yıldızlarını fotoğrafladım.


Ancak bizim özellikle aradığımız isim medarı iftiharımız Fatih Akın'ın ismiydi ve onu da Meydanın girişinde bulup hemen fotoğrafını çektik.


Tekrar Brandenburg Kapısına doğru yürüyecektik ki caddenin köşesinde Berlin Duvarından kalan birkaç parçayı gördük. Duvar parçalarının üzerleri çok güzel graffitilerle süslenmişti. Hatta birkaç tanesinin üstüne dilek dilenerek geleneksel olarak sakız yapıştırılıyor. Bunu kaçırırmıyız hiç hemen bir parça sakızı arkadaşım ve bir parçasını da ben duvara yapıştırdık. Yapıştırdığımız sakız parçalarını da fotoğraflamayı ihmal etmedik.



Bir de bu duvar parçalarında ve Berlin'de bir çok yerde gördüğümüz bir kilit takma uygulaması var. Bizim ülkemizde gördüğümüz çaput bağlama, kilit açma gibi ritüellerin Dünyanın bu en gelişmiş ülkesinde bile yapılıyor olması bana ilginç geldi. Daha önce de Roma'da Aşk Çeşmesinin yakınında böyle kilit takılmış bir pencere görmüştük. Dünyanın neresine giderseniz gidin en zengininden en fakirine kadar bu geleneksel uygulamalar varlığını bir şekilde sürdürmeye devam ediyor. 



Brandenburg Kapısına geldiğimizde meşhur Trabi arabalarından birisini gördük. Trabant, Doğu Almanların 1957’den 1990’a kadar ürettikleri bir araba markası. Doğu blokunun çöküşünü temsil ettiğinden turistik olarak hala kullanılmaktalar. Bu arabalar çok rahatsız, yavaş ve gürültülü olarak biliniyorlar.



Kapıya ulaştık ve hızla yolumuza devam ettik. Reichstag Binasını yani Bundestag (Alman Meclisi)’ni gezmek için önceden saat 15.00 için randevu almıştık. Kontrol işlemleri için 15 dakika önce gitmek gerekiyordu. Okuduğum kadarıyla Alman Meclisi oldukça etkileyiciymiş.




Buraya gruplar halinde alınıp ancak güvenlik kontrollerinden geçtikten sonra girebiliyorsunuz. Biz de elimizde onay yazımızla birlikte pasaportlarımızı görevliye uzattık ve görevli elindeki listede adlarımızı bularak bizi bina girişine yönlendirdi. Burada da başka bir kuyruğa takılarak pasaportlarımızı gösterdik ve eşyalarımızı x-ray cihazından geçirdik.




En nihayet ücretsiz audioguide da alarak Kubbe’ye çıkmak için asansöre bindik. Asansörden indikten sonra Kubbe’de (Reichstagkuppel) spiral şeklindeki koridorlardan yukarıya doğru yürümeye başladık. Kubbe’de yürüdükçe Berlin manzarası kuşbakışı olarak görülebiliyordu. Türkçe aldığımız audioguide ile Kubbe'nin tepesine tırmandıkça Reichstag Binası ve o cepheden görülen binalar ile ilgili çeşitli bilgileri duymaya başladık.




Reichstag Binası ilk olarak 1894 yılında açılmış ve 1933 yılına kadar parlamento binası olarak kullanılmış. 1933’de çıkan bir yangın sonucu kullanılamayacak hale gelen bina 1960’larda kısmi bir restorasyon yapılarak kullanılmış ve ancak Berlin’in 20 Haziran 1991 tarihinde yeniden başkent olmasıyla tekrar Almanya Federal Meclis binası olarak kabul edilmiş. Mimar Sir Norman Foster tarafından modern unsurlar eklenerek restore edilen bina 1999 yılından bu yana meclis binası olarak kullanılmakta.


Reichstag Binasının tepesindeki cam kubbe bir mühendislik harikası olarak görülmekte. Cam kubbeye vuran ışığı aynalardan oluşan bir yapı ile parlamento salonuna yansıtabilen, yağan yağmur suyunu arıtıp kullanabilen, güneş panelleri ile elektrik elde edilen çok çevreci bir bina burası.


İlginç bir bilgi ise bu binaya Hitler’in hiç ayak basmamış olması. Kubbeden meclisin genel salonu görülebiliyormuş diye okumuştum. Ancak biz bariyerler nedeniyle kubbenin ortasına gidemediğimizden bunun doğruluğunu anlayamadık. Genel kurul salonunun üzerine böyle bir cam kubbe yaparak Alman Meclisinde şeffaflığın hakim olduğu ve insanların meclisin tepesinde yürümesiyle de halkın milletvekillerinin de üstünde olduğu gösterilmek istenmiş.


Kubbeyi gezdikten sonra binanın önündeki geniş alana doğru yürüdük ve geniş açıdan fotoğraf çekmek istedik.


Burada konuşmalarından İtalyan olduğunu tahmin ettiğim gençlerden birisi elinde megafonla bir şeyler söylüyor ve gençler gülüşüyordu. Konuşmalarından sadece Merkel’i anlayabildim. Sanırım Almanya Başbakanına bir takım komik laflarla veya küfrederek kendi kendilerine eğleniyorlardı. Meclis çok yakındı ve birçok polis olmasına rağmen hiç kimse müdahale falan etmedi, susturmaya da kalkmadı.


Randevumuza zamanında yetişip Reichstag’ı gezdiğimize göre günün kalanında artık daha rahat gezebilirdik. Unter den Linden Caddesinde yürürken meşhur Cafe Einstein'da biraz oturup dinlenelim ve bir şeyler yiyelim istedik. Patates kızartması ve içeceklerimizi dışarıda oturarak keyifle tükettik. Bulunduğu bölgeye göre fiyatları da öyle aşırı yüksek değildi.

Dinlendikten ve karnımız da doyduktan sonra Gendarmenmarkt bölgesine gitmek istedik. Elimizdeki haritadan Gendarmenmarkt’a nasıl gidebileceğimize baktık. Aslında bulunduğumuz yere çok uzak değildi ve yürürken çok güzel binaları da fotoğraflama imkanı bulduk.



Gendarmenmarkt, üç önemli yapının ve çevresinde çok hoş kafelerin bulunduğu görülmeye değer bir meydan. Bu Meydanda Alman Katedrali (Deutscher Dom) ile Fransız Katedrali (Französischer Dom) karşılıklı birbirine bakıyor ve diğer bir yanında ise Konzerthaus yani konser salonu bulunuyor.




Meydanın ortasında çok güzel heykellerle bezenmiş bir çeşme bulunuyor. Ortadaki heykel Alman şair Friedrick Schiller’e ait.


Gendarmenmarkt, 17. yüzyılın sonlarında inşa edilmiş bir meydan. II. Dünya Savaşı sırasında buradaki binaların çoğu ağır şekilde tahrip olmuş. Bugün ise tamamı restore edilerek eski haline getirilmiş.

Fransız Kilisesi ve Alman Kilisesi aslında katedral değillermiş ve bu 2 yerde de hiç piskopos bulunmamış. Bu terminoloji frankofon Büyük Frederick’ten miras kalmış. Fransız Katedrali, 1701 ile 1705 arasında Huguenot (Fransız protestanı) toplumu tarafından Fransa’da tahrip edilen bir kiliseye benzetilerek inşa edilmiş. Fransız Katedralinde bir gözlem platformu, bir restoran ve Huguenot Müzesi bulunmakta.


Alman Katedrali, beşgen şeklinde 1708 yılında inşa edilmiş. Bu kilise luteryan toplumuna ait bir kiliseymiş. 1785 yılında modifiye edilmiş ve kiliseye bir kule eklenmiş. Dünya Savaşı sırasında tamamen yanmış ve 1993 yılında yeniden inşa edilmiş. 1996 yılında ise Alman tarihi ile ilgili bir müze olarak yeniden halka açılmış.


Konzerthaus Berlin, Gendarmenmarkt’taki en yeni binalardan birisiymiş. 1821 yılında Karl Friedrick Schinkel tarafından inşa edilmiş. Bu binanın bazı sütunları ve dış duvarları daha önce burada bulunan ve 1817 yılında yangınla yok olan Ulusal Tiyatro Binasına aitmiş. Meydandaki diğer yapılar gibi bu bina da II. Dünya Savaşında ağır şekilde tahrip olmuş. Binanın yeniden yapımı 1984’de tamamlanmış ve tiyatro yerine konser salonuna çevrilmiş. Bugün ise burası Konzerthausorchester Berlin’in yeni mekanı olmuş.


Saat 6'ya yaklaşıyordu ve akşam olmak üzereydi. Alman Katedralinden çıkan insanları görünce kapanıyor olabileceğini düşündüm ancak yine de girip sormaktan kendimi alamadım. Görevli saat 7’ye kadar açık olduğunu söyleyince hemen arkadaşımı çağırdım ve biletlerimizi alarak Katedralin kulesine tırmanmaya başladık. Görevli biletleri verirken çok sayıda merdiven olduğunu ve tırmanmakta zorlanacağımızı söylemişti ama bizim kondisyonumuzdan habersizdi. Biz ki Roma’da 1 gün içinde 25 km’lik bir yol yürümüşüz buradaki basamaklar mı gözümüzü korkutacak. En tepeye çıktığımızda çok güzel bir Berlin manzarası ayaklarımızın altındaydı.




Burada çok fazla oyalanmadan hemen aşağıya indik. Akşam Berlin Filarmonide konser izlemek istiyorduk. Biraz geç kalmıştık çünkü bilet satış ofisinin 6’dan sonra açık olduğu söylenmişti. Bilet alıp alamayacağımızı bilemesek de şansımızı denemek istiyorduk ve hızlı adımlarla yürümeye başladık. Binaya ulaştığımızda aralarında uzakdoğulu oldukları anlaşılan oldukça kalabalık bir seyirci topluluğuyla karşılaştık ve binanın bir bölümünde sanırım kokteyl veriliyordu. Bilet satış ofisindeki görevliye sorduğumuzda akşam için bilet olduğunu söyledi ve yanlış hatırlamıyorsam kişi başı 30 Euro ödeyerek biletlerimizi aldık.

Labirent gibi koridor ve kapılardan geçerek salonda yerimizi bulduk. Biraz arka taraftaydık ancak binanın mimarisi nedeniyle seyirci orkestrayı her açıdan izleyebiliyordu.



Seyircilerden bazısı çok şık kimonolar giymişlerdi. Meğerse Kore Ulusal Orkestrasının bir konserine denk gelmişiz. Muhteşem bir icraat sergileyen kadın piyanist eşliğinde güzel bir konser izledik. Yorgunluktan ve müziğin verdiği rehavetle bir ara gözlerim kapanır gibi oldu. Bir daha böyle bir salonda böyle bir konseri ne zaman izleyeceğim diye kendime geldim. Keşke bu konseri yorulmadan ve koşuşturma olmadan izleyebilseydik.




Konserin sonunda binanın çıkış kapısına yöneldiğimizde Kore tanıtım standını gördük. İngilizce bir yemek kitabı hariç dağıttıkları broşür ve kitapların tamamı Almanca ve kendi dillerinde olduğu için sadece bu yemek kitabını alabildik. Renkli topluluğun da birkaç fotoğrafını aldıktan sonra artık otelimize dönebilirdik. Potsdamer Platz’a yürüdük ve oradan metroya binerek otelimize ulaştık. Ertesi gün yoğun bir program bizi bekliyordu ve bu yüzden güzelce dinlenmemiz gerekecekti.

27 Eylül 2016

Sabah erkenden kalktık ve memnun kaldığımızdan kahvaltı yapmak için bir gün önce gittiğimiz kafeye gittik. Servis yapan kadın bu sefer yalnız değildi ve yanında birisi daha vardı. Yine aynı menüyü sipariş ederek bu sefer iç kısma konulmuş bir masaya oturduk. 

Kahvaltıdan sonra hemen tren istasyonuna giderek welcome kartlarımızı aktif hale getirdik. 3 gün boyunca bu kartı ulaşımda ve Müzeler Adasındaki müze girişlerinde kullanabilecektik. Bunun dışında bu kart pek çok yerde %20-25 civarında bir indirim almamızı da sağladı.

Trenden yine Friedrichstrase durağında indik. Buradan Unter den Linden caddesine ve oradan da Müzeler Adasına kolayca ulaştık. Müzeler Adası (Museen Insel), Berlin’in Mitte bölgesinde, Spree Nehri üzerinde oluşturulmuş, üzerinde 5 adet uluslararası önemde müzenin bulunduğu bir müze kompleksi. Bu müze bölgesi 1999 yılında Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmiş.

Müzeler Adasında yer alan müzeleri önce şöyle bir sıralayalım istiyorum. 

1904 yılında açıldığında adı Kayzer Friedrick Müzesi olan, müthiş heykellerin ve geç dönem Antik ve Bizans sanat eserlerinin sergilendiği Bode-Museum (Heykel Müzesi),

İlk olarak 1859 yılında tamamlanan, II. Dünya Savaşı'nda tamamen tahrip olduktan sonra David Chipperfield tarafından Berlin Mısır Müzesi olarak yeniden inşa edilerek 2009’da açılan, Mısır, Neandertal ve tarih öncesi arkeolojik kalıntılar ile Truva hazinelerinin bir kısmının sergilendiği Neues Museum (Yeni Müze),

Friedrick August Stüler’in çizdiği dizaynla 1876’da tamamlanan, çoğunluğu banker Joachim H.W. Wagener tarafından bağışlanan 19. yüzyıl Alman resim sanatına ilişkin eserlerin sergilendiği Alte Nationalgalerie (Eski Ulusal Galeri),

1830’da Karl Friedrick Schinkel’in emriyle açılan Mısır ve antik koleksiyonların sergilendiği tarihi Altes Museum (Eski Müze)

1930 yılında tamamlanan, Pergamon Altarı (Zeus Sunağı) ve Babil’in Ishtar Kapısı gibi tarihi öneme sahip yapılarla birlikte Antik Yunan, antik Orta Doğu, İslam sanatı ve mimari eserlerinin sergilendiği Pergamon-Museum (Bergama Müzesi).

Bergama Müzesinin giriş kapısına gittiğimizde bizim gibi sabahın erken saatinde gelenlerin görevliyle yaptığı konuşmayı işittim. Müze saat 10’da açılıyormuş ve daha saat 9 bile olmamıştı. Bunun üzerine zamandan kazanmak için köprüden geçerken gördüğümüz ve çok yakın olan Berlin Katedralini (Berliner Dom) gezmeye karar verdik. Katedrali önce dışarıdan fotoğrafladık ve sonra içeriyi gezmek için biletimizi aldık. Welcome kart indirimi yapılınca 5 Euro ödeyerek içeri girdik.




Bu Katedral oldukça büyük, etkileyici bir yapı ve Berlin’in simgeleri arasında gösteriliyor. İlk olarak 1451 yılında inşa edilen, tarih boyunca çeşitli modifikasyonlar geçiren ve yıkılan bir binanın yerine 1905’de neo-rönesans tarzında bu katedral yaptırılmış. Burası, Berlin’in en önemli katedrali ve protestan kilisesiymiş. II. Dünya Savaşı sırasında epeyce tahrip olmuş ve restorasyon çalışmaları sonucunda Katedral 1993 yılında yeniden ziyarete açılmış. Berlin Katedralinde bir piskopos olmadığından gerçek anlamda hiçbir zaman bir katedral hüviyetinde olmamış. Burada belirli zamanlarda klasik müzik konserleri gerçekleştiriliyormuş. Muhteşem akustiğine biz de sürekli çalan org sesiyle tanıklık yaptık.



270 merdiven basamağı ile çıkılan kubbesi ise 114 metre yüksekliğindeymiş. Biz de erinmeyip bu basamakları tırmandık ve Berlin’e ait muhteşem manzarayı bir de buradan görme imkanı bulduk. Berlin’in panoramik manzarasını seyretmek için burası en uygun yerdir diyebilirim.



Daha sonra Katedralin önündeki muazzam büyüklükteki Lustgarten’a giderek buradan da Katedralin çeşitli fotoğraflarını çektik. 



Lustgarten, ilk olarak 16. yüzyılda Berliner Stadtscloss (Berlin Şehir Sarayı)’nın mutfak bahçesi olarak kullanılmış. Tarih boyunca da geçit alanı, ralli alanı ve kamusal park gibi çeşitli amaçlarla kullanılmış. Bugün ise özellikle meşhur çeşmeleriyle kamusal park olma işlevine geri dönmüş.



Lustgarten’daki en önemli yer ise granit kasedir. Bu Kase, Biedermeier döneminin bir şaheseri olarak görülüyor. 19. yüzyılda Berlin kraliyet ailesinin etkinliklerinde önemli bir yer tutan 70 ton ağırlığındaki bu Kase, Spree Nehrinden bir gemiyle 1828 yılında getirilmiş. 1834’de açılışı şerefine özel bir kahvaltı organize edilmiş ve yaklaşık 40 kişi kasenin etrafına oturabilmiş. Büyüklüğü nedeniyle Berlin argosunda buraya “Berlin çorba kasesi” denilmekte.


Buradan Bergama Müzesine gittik ve welcome kartlarımızı gösterip hemen içeri girdik. Neyse ki çok sıra yoktu ve vakit kaybı olmadı. Pergamon Museum (Bergama Müzesi) binası çok yüksek tavanı olan ve olağanüstü eserlerin bulunduğu bir müze. Ancak şansızlığımız Pergamon Altarı restorasyon nedeniyle uzun süre kapalı olacakmış.

Bu müzeyi yılda yaklaşık 900.000 kişi ziyaret etmekte. Pergamon Müzesi, Klasik Antik Çağlar Koleksiyonu (Antikensammlung), Antik Yakın Doğu Müzesi (Vorderasiatisches Museum) ve İslam Sanatı Müzesi (Museum für Islamische Kunst) olmak üzere 3 bölümden oluşuyor.

Klasik Antik Çağlar Koleksiyonu dünyanın en önemli Antik Yunan ve Roma eserlerini barındırmakta. Bunlardan en önemlisi şüphesiz M.Ö. 180-160 yıllarına ait Pergamon Altarı yani Zeus Sunağıdır. 

İzmir’in kuzeyinde yer alan Pergamon antik kentinde M.Ö. 2. yüzyılda inşa edilen Zeus Sunağı ya da Zeus Altarı Pergamon Krallığını yöneten Attalos hanedanı tarafından mermerden yaptırılmış dini bir yapı. Orijinal yapısı at nalı şeklinde olan Sunağın genişliği 35,64, derinliği 33,40 ve ön tarafındaki merdivenlerin genişliği ise 20 metre. Bergama Zeus Sunağı’nın kalıntıları 1870’lerde Alman mühendisi Carl Humann tarafından II. Abdülhamit’in izniyle o zamanın Prusya’sına götürülmüş.

Biz Zeus Sunağını restorasyon nedeniyle göremedik ancak Müze'de bulunan fotoğrafına bakarak büyüklüğünü ve güzelliğini görme imkanımız oldu.


İç ve dış yapıdaki mermer üzerinde bulunan freskler Helenistik sanat tarihinin en önemli eserleri arasında gösterilmekteymiş. Fresklerden dışarda olanı Olympos tanrılarının devlerle savaşını, iç freskler ise Pergamon’un kuruluşunu anlatan Telefos efsanesini göstermekteymiş.

Biz Zeus Sunağını göremedik ama Müzeye girer girmez önce muhteşem mavi rengiyle gözümüzü alan Ishtar (İştar) Kapısını gördük. Bu Kapı II.Nebuchadnezzar tarafından 604-562 yıllarında Babil'de yaptırılmış. Kapının kalıntıları 1899 yılında yapılan kazı çalışmaları sırasında bulununca o zamanki hükümran Osmanlı İmparatorluğunun da izniyle 1903 yılında Berlin'e taşınmış. Tuğlalar bir araya getirilerek Kapı orijinal hale getirilmeye çalışılmış ve bulunamayan tuğlaların yerine yenileri yapılarak Kapı tamamlanmış. 


Kapının ismi Ishtar (İştar) Tanrıçasından gelmekte ve üzeri hava tanrısı Adad ve ejderhalar ile şehir tanrısı Marduk'un sembolleriyle bezenmiş. Bir yılanın vücudu ve kafasına, bir aslanın ön bacaklarına, bir kuşun arka bacaklarına ve bir akrepin kuyruğundaki iğnesine sahip mitolojik bir hayvan da bu Kapı'da kullanılmış.



Bu muhteşem renkli Kapıyı gördükten sonra Ishtar Kapısından geçerek başka bir muhteşem salona adım attık. Bu salonda Milet'in Market Kapısını, mozaikleri, sütunları ve heykelleri görmek mümkün.

Roma mimarisinin eşsiz örneklerinden birisi olan Milet Pazar Kapısı (Market Gate of Miletus) bütün görkemiyle arkamızda yükseliyordu. Bu Kapı İmparator Hadrian döneminde 120-130 yılları arasında inşa edilmiş. Alman arkeolog Theodor Wiegand, 1903 yılında yaptıkları arkeolojik kazılarda bu yapıyı bulunca o dönemin Alman kralı 2. Wilhelm’e anlatmış ve yine götürmek için II. Abdülhamit’in izni alınmış. Böylece 750 tonluk Milet Pazar Kapısı, Zeus Sunağı gibi parçalara ayrılarak 1907-1908 yıllarında Almanya’ya kaçırılmış.




Yine II. Eumenes dönemine ait olan (M.Ö. 197 - 159) Pergamon Athena Tapınağı Propylon girişi götürülen eserler arasinda.

Gördüğümüz bu eserleri içimiz sızlayarak gezdik. Keşke zamanında Anadolu'muzun tarihine sahip çıkıp bu zenginlikleri başkasına vermeseymişiz. Bu topraklara ve kültüre ait olmayan tarihi zenginliklerin ait oldukları topraklarda sergilenmesi gerekmez mi! Bu sadece bizim eserlerimiz için değil tüm uygarlıklar için de geçerli olmalı. Ancak bir başka açıdan bakınca batılı toplumların tarihi eserlere daha çok sahip çıktıkları ve korudukları da bir gerçek. İşte burada bir ikilemle karşı karşıya kalmamak mümkün değil.

Antik Yakın Doğu Müzesinde Mezopotamya, Suriye ve Anadolu’nun 6000 yıllık kültürünün izleri sergileniyor. Babil, Asur, Uruk ve Habuba Kabira kazılarından elde edilen yaklaşık 270.000 eser bulunmakta. Bunlar arasında M.Ö. 4 yüzyıldan kalan ve Uruk’dan getirilen kil tabletler üzerindeki çivi yazıtıyla insanlığın bilinen en eski yazılı dokümanları bulunuyor.




İslam Sanatı Müzesi, İslam sanatını yansıtan en önemli koleksiyonlardan birisiymiş. Bu eserler hem dekoratif sanatlar ve hem de arkeolojik eserler olmak üzere 7. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Müslümanların ve onlarla bir arada yaşayan Yahudi ve Hristiyanların yaşam alanlarından müthiş eserleri gözönüne getiriyor.

Bunlar arasında en dikkat çekenlerinden birisi Ürdün’den getirilen 740 tarihli Mshatta Halife Sarayının taş üzerine işlenmiş ön cephesi.



Bir diğeri de Suriye’den getirilen 1600 tarihli meşhur Aleppo Odasının parlak şekilde boyanmış ahşap duvarlarıdır.



Bunların dışında halı ve kilimler, ahşap ve seramik eşyaları da görme imkanımız oldu.


Uşak Halısı 




İznik Seramikleri 

Bu Müzeyi gezmeyi tamamladıktan sonra yakınlarda yer alan birkaç yeri de görmek istedik. Yürürken önce Babelplatz’da bulunan Hedwig Katedralini gördük. Burası ilk olarak 1773’de inşa edilen ve daha sonra 1963’de restore edilerek tekrar hizmete açılan bir Roma Katolik Kilisesiymiş. İçeriye girdik ve çok değişik bir iç dizaynla karşılaştık.



Bu Katedralin biraz ilerisinde görmeyi istediğimiz Humboldt Üniversitesi bulunuyordu. Bu Üniversite Berlin’in en eski üniversitelerinden birisidir. 1811’de kurulan Üniversite en başarılı bulunan 11 Alman üniversitesi arasında ve ilaveten Nobel ödülü kazanan 40 kişiyle de Avrupa’daki en prestijli üniversite olarak adını duyurmuş. Bu Üniversite'de iki yüzyıl içinde adını alanına altın harflerle yazan sayısız insan bulunmuş. Bunların arasında Hegel, Albert Einstein, Karl Marx, Friedrick Engels ve Otto von Bismarck gibi bize tanıdık gelen isimler var.



Araya bu iki yeri sıkıştırdıktan sonra öğle yemeği için Gendarmenmarkt bölgesindeki restoranlara bakmaya başladık. Birkaç yer çok hoşumuza gitse de fiyatlara bakınca çok pahalı geldi ve en sonunda yine bu bölgede bizim damak tadımıza uyacak bir yer bulduk. Değişik bir çorbayla başladık ve ortaya da falafel ile birlikte bol salata istedik. Falafeli ilk kez denedim ama çok da sevdiğimi söyleyemem.

Daha sonra Alte Nationalgalerie (Eski Ulusal Galeri)’ye giderek yine welcome kartlarımızı gösterdik ve ücretsiz olarak içeri girdik. Bu galeri 1861 yılında kurulmuş. Alman banker Johann Heinrick Wagener bu Galeriye Alman ve yabancı sanatçıların toplam 262 eserini bağışlamış. Bu nedenle de galerinin ismi o zamanlar bu kişinin adıyla anılıyormuş. Binanın kendisi de içerisinde hiçbir eser bulunmasa dahi çok güzel bir mimariye sahipti. Ulusal Galeri Binası ilk olarak August Stüler tarafından bir Roma tapınağı şeklinde dizayn edilmiş ve Karl Busse tarafından da gerçekleştirilmiş.



Koleksiyona gelirsek inanılmaz zengin bir eser çeşitliliğine sahip. Caspar David Friedrich, Karl Friedrich Schinkel ve Karl Blechen gibi neoklasik ve Romantik döneme ait çalışmalar, Edouard Manet ve Claude Monet gibi Fransız izlenimciler, Adolph von Menzel, Max Liebermann ve Lovis Corinth gibi erken modernizm akımını benimseyenler ve bizim ressamlarımızdan Osman Hamdi Bey'in eserleri burada gördüklerimizin çok azını oluşturuyor. 


Kitap Okuyan Arap 



Sokaktaki İran'lı Halı Satıcısı 

Önemli sayılan eserler arasında Friedrick’in “The Monk by the Sea”, Von Menzel’in “The Iron Rolling Mill” ve heykeltraş Johann Gottfried Schadow’un "2 prenses" heykeli bulunuyor. Bu Müze Almanya’daki 19. yüzyıla ait heykel ve resimlerin sergilendiği en geniş koleksiyonlardan birisiymiş. O kadar çok fotoğraf çekmişim ki bunlardan sadece birkaç tanesini buraya aktarabileceğim.




Burayı gezdikten sonra Müze'nin önüne geldiğimizde nişanlanacak bir Türk çiftini Müze çevresinde fotoğraf çektirirken gördük. Biz de fırsatı kaçırmadık ve onları fotoğrafladık.


Buradan Müzeler Adası’na yakın bir konumda olan Rotes Rathause ismiyle bilinen Belediye Binasına doğru yürüdük. Rotes Rathause “Kırmızı renkli Belediye Eyalet Meclisi” demekmiş. Bu bina tarihi bir Rönesans yapısı  ve 1861-1869 yılları arasında inşa edilmiş. Binanın ana yapısında Polonya’nın Torun şehrinin eski Belediye Binası örnek alınmışken kulesinde ise Paris’deki Notre Dame de Laon’un katedral kulesinden esinlenilmiş. II. Dünya Savaşı yıllarında bu bina oldukça hasar görmüş ve restorasyon çalışmaları sonucunda bina günümüze kadar gelebilmiş.



Belediye Binası’nın tam karşısında önce St. Marie Kilisesini gördük. Marienkirche, 13. yüzyılın başlarında yapılmış, en eski kısımları granit ve büyük kısmı tuğladan örülmüş, içerisinde eski değerli eserler bulunan, 90 metre kuleye sahip tarihi bir kiliseymiş.


Biraz aşağı tarafa yürüdüğümüzde ise Roma çeşmelerine benzer yapısıyla Neptün Çeşmesi karşımıza çıktı. Reinhold Begas tarafından dizayn edilen ve 1891 yılında inşa edilen bu çeşme Roma Tanrısı Neptün’e adanmış. Ortada Roma tanrısı Neptün ve çevresinde ise Almanya’nın o zaman dört büyük nehri olan Elbe, Ren, Vistula ve Oder’i temsil eden kadın heykeller bulunuyor. Bu nehirlerden bazısı şimdi başka ülkelerin sınırları dahilindeymiş. Bu çeşme ilk yapıldığında Schlossplatz’da olmasına karşın 1951’de yerinden sökülerek buraya taşınmış.



Bu Çeşmenin hemen ilerisinde Karl Marx ve Engels'in heykeli bulunmakta. Buraya geldiğimizde üç beş insan vardı ve sanki ayağımızı sürümüşüz gibi bir anda kalabalıklaştı. İşin ilginci bizim gibi Türk turistler de çoğunluktaydı ve karşılıklı olarak fotoğraflarımızı çektik.


Marx-Engels Forum olarak bilinen bu park 1986 yılında eski GDR rejimi sırasında oluşturulmuş. Parkın ortasında Marx’ın oturan ve Engels’in ayakta yapılmış devasa bronz heykelleri ve bunların arkasında da Alman sosyalist hareketinin gelişimini gösteren bir rölyef bulunuyor.


Burayı gezdikten sonra hızlı adımlarla St. Nicholas Kilisesine gitmeye çalıştık. Artık yavaş yavaş güneş batıyordu ve karanlık olmadan burayı da görelim istiyorduk. Orijinal adıyla St. Nikolai-Kirche Berlin’in en eski kilisesi. 1220-1230 yılları arasında Roma Katolik kilisesi olarak inşa edilen kilise daha sonra 1539’daki protestan reform hareketinden sonra lüteryan bir kiliseye dönüşmüş. 1938’den sonra da burası bir konser salonu ve kiliseye ait bir müze olarak kullanılmış. II.Dünya Savaşı sırasında zarar görmüş, Doğu Almanya tarafında kaldığı için restorasyonu ancak 1981’den sonra yapılabilmiş. Bugün yenilenen akustiği ve Kilise’ye eklenen 41 mükemmel çan setiyle yine konser salonu ve müze olarak kullanılmaktaymış. Biz tabi buraya geç geldiğimiz için Kilisenin içine giremedik.


Kilisenin önünde eski olduğu belli olan bir de çeşme vardı.


Bu Kilisenin hemen karşı tarafında ara sokakta küçük bir meydan var. Bu meydanın ortasında da ejderhayla savaşan bir atlının heykeli bulunmakta. Nehir kıyısında olan Meydanın etrafında çok hoş restoranlar bulunuyor.


Bizim henüz günlük programımız tamamlanmadığı için burada oturamadık ve yolumuza devam ettik. Sokağın bitiminde köşede adının Ephraim Palais olduğunu öğrendiğimiz tarihi bir yapı daha gördük.


Buradan Alexanderplatz tarafına yürümeye başladık. Amacımız Berliner Fernsehturm – TV Kulesine çıkarak Berlin’in gece manzarasını izlemekti. Kulenin girişine ön taraftaki inşaat çalışmaları yüzünden zorlukla ulaştık. Biletlerimizi welcome kartımız olduğu için %25 indirimli olarak hatırladığım kadarıyla 12 euro civarında ücret ödeyerek aldık. Önce eşyalarımız ve kendimiz x-ray cihazından geçirildik. Selfie çubuğuma da el koyarak dönüşte almam için bir numara verildi. Arkadaşımla aramızda bunu konuştuk ama niye bu çubukları alıyorlar bir sebep bulamadık. 

Asansör önünde sıra vardı ancak çok uzun değildi. Kısa bir süre bekledikten sonra asansöre bindik. Asansör inanılmaz bir hızla yukarıya çıkıyor ve bu sırada görevli yolculukla ilgili bilgi de veriyor. Asansör 203 metre olan yüksekliği 40 saniye gibi bir sürede tırmanıyormuş. En son asansör saat 23:00’de yukarı çıkıyormuş. İki asansörün yanısıra Kule’ye çıkmak için 986 basamaklı bir de merdiven varmış.

Berliner Fernsehturm, Almanya’nın en yüksek, Avrupa’nın ise en uzun 4. yapısı. 1965-1969 yılları arasında Doğu Almanya tarafından Berlin’in simgesi olması için inşa ettirilmiş. Anteniyle birlikte yüksekliği 368 metre olan Kule’nin 203 metresinde bir gözlem odası ve 207 metresinde ise bir restoran bulunuyor. Telecafe restoran her 30 dakikada bir 360 derece dönüyormuş. Böyle yerlerin fiyatlarının yüksek olacağını tahmin ettiğimiz için yemek yemeyi düşünmüyorduk ancak çıkıp şöyle bir bakalım da istiyorduk.(Biz Türklerin bir arkadaşa bakıp hemen çıkacağım uygulaması vardır bilirsiniz.) Ancak gözlem platformundaki merdivenlerin başında bir kadın elindeki randevu listesine bakarak sadece ismi olanlara yol veriyordu. Anlaşılan burası oldukça popülerdi ve randevusuz yer dahi bulunmuyordu.


Gözlem platformundaki pencerelerin önlerinde, bakmakta olduğunuz yönde bulunan yapılar ve bölgeler hakkında Almanca ve İngilizce bilgiler yazıyor. Aksilik bu ya ben de fotoğraf makinemi kontrol etmemişim ve hafızası dolmuş. Uzun süre eski fotoğrafları silmeye çalıştım. Gece ayarını bilemediğim için çektiğim fotoğrafları da pek beğenmedim. Yine de Berlin’in gece manzarası çok hoş gözüküyordu. Birçok insan ve özellikle sevgililer bu harika manzaraya sahip özel yere gelerek romantik bir gece geçirmek istiyor gibiydiler. Çoluk çocuk, genç ve yaşlı demeden pek çok kişi ellerinde içecekleri koyu bir sohbet içindeydiler.




Tüm yönlerden Berlin manzarasının keyfini çıkardıktan sonra tekrar asansör sırasına girdik ve aşağıya indik. Artık yemek için bir yer bulmak istiyorduk. St. Nicholas Kilisesi çevresinde gördüğümüz güzel restoranlardan birine gidelim istedik. Ancak zaman ilerlemiş olduğundan çoğu yer kapanmıştı ve açık olanlar da çok pahalı olduğu belli olan mekanlardı. Sonunda gözümüze kestirdiğimiz bir mekan bulduk ve oturup siparişimizi verdik. Almanya’da yemek yediğimiz bütün mekanlar son derece keyifli ve fiyat olarak uygun yerlerdi. Aradan zaman geçince hepsinin adını maalesef unutmuşum.

Yemeğimizi yedikten sonra artık otele dönebilirdik. Ancak dönüşümüz çok da kolay olmadı. Alexanderplatz’daki tren istasyonuna giderek her zaman ki tren numaramızı bulduk, gelen ilk trene binerek yola devam ederken bir anons yapıldı ve Friedrichstrase durağında herkes indi. Biz herhalde yanlış trene bindik diye gelen diğer trene bindik ve bu sefer de tren tekrar Alexanderplatz yönüne hareket etti. Meğerse belli bir saatten sonra gündüz trenlerinin Friedrichstrase durağından sonraki seferleri kaldırılıyormuş ve bu istasyondan sonraki hatlara gece treniyle gidilebiliyormuş. Biz bu uygulamayı nereden bilelim. Öğrendik ama aynı yolu birkaç kez gidip gelerek ve vakit kaybederek öğrenmiş olduk. Halimize epeyce güldük, yorgun olmasak sorun da yapmazdık. Otele gidip bir an önce uyuyup dinlenmek istiyorduk. 

28 Eylül 2016

Sabah erkenden kalkıp Potsdam’a gitmek için yola çıktık. Akşam tren saatlerine bakmıştık ve çok beklemeden trene bindik. Hava biraz kapalı gibiydi ve yağmur yağma ihtimali yüksekti. Potsdam’da çok büyük bir park alanında gezmemiz gerekiyordu. 3 durak gittik gitmedik Potsdam’ı ertesi güne ertelemeye ve o gün Berlin’de kalan yerleri gezmeye karar verdik. Yaklaşan ilk durakta inip geri dönmeye çalıştık. Tabi bu bize biraz vakit kaybettirdi ama ertesi gün açık bir havada Potsdam’ı gezince iyi ki de böyle yapmışız dedik. 

İlk olarak otelimize yakın konumda olan Yıkık Kilise ile başladık. Orijinal adı Kaiser-Wilhelm-Gedachtniskirche olan ve daha çok Yıkık Kilise olarak bilinen Kilise Ku’damm'a çok yakın bir yerde. Kilise, 1891-1895 yılları arasında I. Wilhelm’in anısına inşa edilmiş, ancak 1943 yılındaki bombalı saldırı sonucu çok zarar görmüş. 113 metre yüksekliğinde olan kule, uğradığı hasarın ardından 63 metre yüksekliğe inmiş. 



Kaiser Wilhelm Kilisesi’nin yanında Egon Eiermann tarafından tasarlanan 4 modern yapı da bulunuyor. Kilise Berlinlilere savaş günlerini hatırlatan en önemli simgelerden birisi olduğundan yıkılan kilisenin kalıntıları o şekliyle korunmuş. Kilisenin giriş bölümü anı salonu olarak kullanılıyor. 


Kilisenin açılış saati 9 olduğundan içeriyi gezmek için bekleyemedik ve Berlinlilerin Kudamm olarak kısalttıkları Kurfürstendamm Caddesine doğru yürümeye başladık.

Bu arada Yıkık Kilise’nin hemen yakınlarında yer alan Europa Center binasını da görmüş olduk. Bu bina, 1960’larda Batı Berlin’in en gözde mekanlarından birisiymiş. İçerisinde otel, sinema salonu, alışveriş merkezi ve ofislerin bulunduğu bina, hala Berlin’in önemli yapılarından birisi sayılıyor. Binanın önündeki Dünya Çeşmesi ve içindeki avluda yer alan Lotus Çeşmesi de görmeye değer. Biz sadece binanın önündeki Dünya Çeşmesini görebildik.



Daha sonra Kudamm’a doğru yürüdük. Burası bütün ünlü markaların sıralandığı bir alışveriş caddesi. Cadde’de "KaDeWe" isimli çok katlı ve çok büyük bir mağaza bulunuyormuş ve içerisinde pek çok lüks marka ürün varmış.



Biraz Cadde boyunca yürüdük ama KaDeWe mağazasına kadar gidemedik. Alışveriş yapmayacaksak neden kısıtlı vaktimizi böyle bir caddede geçirelim ki diye düşünerek hızlı adımlarla kısa bir tur yaptık. Sabahın bu erken saatinde birçok mağaza daha açılmamıştı bile. Dönerken sokağın başında bir Sinegog tabelası gördük. İkimiz de Berlin’de bir sinegog görmek istiyorduk. Sokağa girdik ve bir süre yürüdükten sonra okul benzeri bir yapı gördük. Fotoğraflarını çekerken önünde nöbet bekleyen kadın polis gelerek bize bilgi vermeye çalıştı. Buranın eskiden bir sinegog olduğunu ancak II.Dünya Savaşı yıllarında yıkıldığını, Yahudi cemaatinin bu alana yeni bir bina yaparak eski binadan nispeten sağlam kalan 2 parçayı bu binaya eklediklerini ve böylece tarihlerine sahip çıktıklarını anlattı. İstersek içerdeki görevlilerden izin alarak burayı gezebileceğimizi de söyledi. Vaktimiz olmadığından bunu yapamayacağımızı söyleyerek buradan ayrıldık.



Yeni hedefimiz Charlottenburg Sarayı’ydı ve otelimiz de bu bölgede olduğundan kolayca gidebileceğimizi düşündük. Trene binip otelimizin olduğu durakta indik ve tabelaları takip ederek yürümeye başladık. Haritadan sanki çok yakınmış gibi gözükmesine karşın uzun süre yürümek zorunda kaldık. En sonunda ağaçlı bir yolun ucunda olan ve dış cephesi restore edilen Sarayı uzaktan görmeye başladık. 


Charlottenburg semtinde bulunan Schloss Charlottenburg, Berlin’in en eski ve en büyük sarayı olarak biliniyor. 17. yüzyıl sonlarında dönemin soylularından Sophie Charlotte tarafından yaptırılan sarayın asıl adı Lietzenburg’muş. Sophie Charlotte’un ölümünün ardından sarayın adı değiştirilerek Charlottenburg adı verilmiş. 18. yüzyılda saray eklemelerle epeyce genişletilmiş.



Biz de yine welcome kartımızı kullanarak indirimli biletlerimizi aldık ve içeri girdik. Biletimizle Saray, Pavillion, Mausoleum ve Belvedere’i gezebilecektik. Saray girişi için bilet aldığımız yerden bir süre yürümek zorunda kaldık. Ancak fotoğraf çekebilmek için ayrı bir bilet almamız gerekiyormuş ve bunu sarayın girişinde öğrendik. Yürüdüğümüz uzun mesafeyi tekrar yürümeyi göze alamayınca fotoğraf makinamı maalesef dolaba kilitlemek zorunda kaldım.

Sarayın içerisi anlatılamayacak bir şatafat ve renklilik içindeydi. İç dekorasyonunda barok ve rokoko stili kullanılmış. Balo salonu, yatak odaları, çalışma odaları masal diyarından fırlamış güzellikteydi. Porselen Odasında binlerce porselen eşya sergileniyordu.

Sarayın bahçesi de o kadar güzeldi ki vaktimiz olsa bir günde ancak gezebilirdik.




Sarayın içini gezdikten sonra yan tarafta olan Pavillion’a gittik. Porselen ve el yapımı eşyaların sergilendiği bina küçük olduğundan çabucak gezdik. Hohenzollern ailesinin üyelerinin anıt mezarını bulmak için bahçede uzun süre yürüdük ve nasıl olduysa burayı gözden kaçırdık. Yürüyüşümüz sonunda kendimizi Belvedere’de bulduk.


Burası da yine porselen eşyaların sergilendiği küçük bir yapıydı. Görevliye çaktırmadan 2 fotoğraf çektim. Deklanşör sesini kapatmadığım için sesi duyan görevli hemen bizden tarafa baktı ama ben hiç bir şey olmamış gibi eşyalara bakmaya ve arkadaşımla konuşmaya devam ettim. Bunlar da gizlice çektiğim fotoğraflar.



Saray ve bahçesini gezmeyi tamamladıktan sonra yeni hedefimiz Checkpoint Charlie’ydi. Elimizdeki rehber kitapta belirtilen metro durağında inerek kolayca burayı bulabilecektik. Yazılan Metro numarasına göre metroya bindik ve durak isimlerine bakmaya başladık. Oturduğumuz yerden durak isimlerini görebiliyordum. Tam bir durağa geldik ve hareket etmek üzereydik ki “Checkpoint Charlie” yazısını farkettim. İyi ki ters yöne oturmamışım yoksa bu yazıyı göremezdim. Seri bir şekilde kapı kapanmadan kendimizi dışarı attık. 

“Checkpoint Charlie” isimli geçiş noktasını tren istasyonundan çıkar çıkmaz daha uzaktan görmeye başlamıştık.



Burası Soğuk Savaş yıllarında Doğu Berlin ve Batı Berlin arasındaki Berlin Duvarının en çok bilinen ana geçiş noktasıymış. 1961’e kadar yaklaşık 3,5 milyona yakın Doğu Alman vatandaşı batı tarafına iltica edince bunu durdurmak için Berlin Duvarının inşasına karar verilmiş. Berlin Duvarında yapılan bu Kapı sadece müttefik askerleri, büyükelçiler, bu kişilerin aileleri, yabancılar, Federal Almanya'nın Demokratik Almanya'daki temsilcileri ve çalışanları ve Demokratik Alman üst düzey yöneticileri tarafından kullanılabiliyormuş. Soğuk Savaş yıllarında, bir zamanlar bu noktada Amerikan ve Doğu Alman askerleri nöbet tutuyor ve Doğu Alman vatandaşlarının kaçmasının engellenmesi için deyim yerindeyse duvarın yakınından kuş uçurtmuyorlarmış. Geçiş noktasındaki levhada dört dilde “Amerikan bölgesini terkediyorsunuz.” diye yazıyormuş.


Burada halen Amerikan askerlerini temsil eden ve o yıllardaki kıyafetleri giymiş oyuncular bulunuyor. Cüzi miktarda para vererek ve şapka takıp onlarla hatıra fotoğrafı çektirebiliyorsunuz. Bizim de Kapıya ulaştığımız sırada böyle bir sahne yaşandı. Güzelce bir kız temsili askerlerin arasına girerek fotoğrafını arkadaşlarına çektirtti. Temsili askerlerden birisi çok yılışık bir tipti ve kızı öperek poz verdi.


Çevrede Museum Haus am Checkpoint Charlie dahil olmak üzere birçok müze vardı ancak bizim vaktimiz kalmamıştı. Buradan Türklerin yoğunlukla yaşadığı Kreuzberg bölgesine gitmek istiyorduk. Yine haritaya bakıp yakın zannettik ve yürümeye başladık. Epeyce yürüdükten sonra böyle bulamayacağımızı anladık ve cadde üzerinde gördüğümüz bir dönerciye soralım dedik. Garsonla Türkçe konuşunca bize dönerci ustasını işaret etti. Meğerse sorduğumuz kişi Türk değilmiş. Böylece dönercilerde çalışan herkesin Türk olmayacağını öğrenmiş olduk. Karadenizli olan dönerci ustası Kreuzberg’in merkezine ulaşmak için çok yürünmesi gerektiğini, trene binersek çabucak gidebileceğimizi söyledi. Tarifine uyarak yürüdük ve 2 tren değiştirip söylediği durakta indik.

İstasyondan çıkar çıkmaz kendimizi Türkiye’de gibi hissettik. Her yerde Türkçe tabelalar dikkati çekiyordu. Burada o kadar çok Türk yaşıyormuş ki binaların balkonlarının hepsinde Türkiye'ye döndürülen çanak antenler varmış, sokakta hemen herkes Türkçe konuşuyormuş ve insanların çoğu birbirini tanıyormuş. Etrafımıza baktığımızda balıkçı, pastane, lokanta, kırtasiye, kuaför ne ararsanız vardı.




Biz de artık öğle yemeği yemek istiyorduk. Dönercilere bakıp uygun bir yer bulduk. O kadar çok insan vardı ki dönerlerimize kavuşmak için epeyce beklemek zorunda kaldık. Döner fiyatları et fiyatı yüzünden Türkiye’ye göre oldukça uygun geldi. Otelimiz buraya yakın olsa her gün gidip döner yerdik.

Arkadaşımın elindeki rehber kitaba göre yakınlarda bir müzik kulübü varmış. Oranienstrasse’de bulunan SO36 adındaki müzik kulübü, Berlin punk rock ve diğer alternatif müzik türlerinin önemli bir mekanıymış. Biz de kısa bir yürüyüş mesafesinde olan bu kulübü bulup dıştan fotoğrafını aldık. Gündüz olduğu için tabi kapalıydı. Etraftaki garip tiplerden buranın gecesini tahayyül edemiyorum.


Yola devam ettik ve tam karşı köşede mişli geçmiş zamanın çeşitli çekimlerinin dış cepheye serpiştirildiği çok ilginç bir bina gördüm. Bunu çekmek isterken karşıya geçmekte olan bir adam kadraja girdi. Uzun boylu adam doğruca üzerime geldi ve hiddetle niçin onun fotoğrafını çektiğimi sordu. Onu çekmediğimi binayı çekmek istediğimi anlatana kadar akla karayı seçtim. Yanlış bir şeylere mi bulaşmıştı niye böyle rahatsız oldu bilemiyorum.


Buradaki gezimiz de bitince trenle önce Friedrichstrase durağına gittik. East Side Gallery’ye gitmek istiyorduk. Elimizdeki haritaya göre buradan yürüme mesafesinde gibiydi. Ne yöne gideceğimizi bilemeyince nehirde tekne gezintisi yaptıran rehber bir kıza nasıl gideceğimizi sordum. İyi ki de sormuşum çünkü yürünecek bir mesafede değilmiş. Rehber olmasının avantajıyla bize öyle güzel tarif etti ki iki tren hattı kullanmamıza karşın elimizle koymuş gibi bulduk. Gerçi istasyondan çıkınca hemen yakında değil bir süre yürümek zorundasınız. 

Berlin Duvarı’nın doğu tarafındaki 1316 metrelik kısım “East Side Gallery” adıyla bir sanat galerisine dönüşmüş. Bu Duvar parçaları üzerine 1990-1991 yıllarında, Dünya’nın her tarafından gelen sanatçılar 105 duvar resmi yapmış. Bu resimlerin üçte ikisi erozyon, graffiti ve vandalizm yüzünden tahrip olmuş ve üçte biri 2000 yılında restore edilmiş. Burası Dünyadaki en büyük ve en uzun süre ile ziyarete açık kalan açık hava galerilerinden birisi olmuş.



Duvar yanlarındaki tabelalarda, duvara ve yapılan resme ilişkin bilgiler vardı. Yapılan resimlerden bazısı çok ünlü. Bunlardan birisi Dmitri Vrubel tarafından fotoğraftan resmedilen Doğu Almanya lideri Erich Honecker ile Sovyetler Birliği Başkanı Leonid Brejnev’in dudaktan öpüşmeleri. Dünyaca ünlü bu resim Sosyalist ülkelerin devlet adamları ve başkanları arasında, sosyalist bağı gösteren sosyalist kardeşlik öpüşü (socialist fraternal kiss) denen bir selamlaşma şeklini gösteriyor.Normalde sarılarak üç kez yanaktan öpüyorlarmış ve nadir durumlarda ise iki lider çok yakın olduklarını göstermek için dudaktan öpüşürmüş. Bu böyle bir öpüşmenin fotoğrafından yansıtılan bir resim. Resmin üstünde Rusça “God, Help Me Stay Alive” altta ise “Among This Deadly Love” yani “Tanrım bu ölümcül aşkla hayatta kalabilmeme yardım et” yazılıymış.




Bunun dışında yine East Side Gallery’deki duvarların birinin üzerinde çok popüler bir slogan yazılı. "No more wars. No more walls. A united world." yani “Artık savaşlar olmasın. Artık duvarlar olmasın. Birleşmiş bir Dünya olsun” şeklinde bir resim ile ünlenmiş. Biz bu duvar resmini ne yazık ki kaçırmışız.

Berlin’de bulunan pek çok müzede Berlin Duvarı hakkında önemli belge, fotoğraf ve benzeri kaynaklar yer alıyormuş. Genel olarak asfalt ya da çimenler üzerinde özel taşlarla, ara ara da bronzdan Berliner Mauer 1961-1989 yazısı işlenmiş levhalarla bir zamanlar buradan duvarın geçtiği gösteriliyor. Biz de zaman zaman bu levhalara denk geldik.

Gezmeyi tamamladıktan sonra geldiğimiz şekilde bu sefer Alexanderplatz’a gittik. Bir gün önce Tv Kulesinin yakınlarında bir alışveriş merkezinin içinde bir market keşfetmiştik. O zaman süt, meyve falan almıştık. Yine oraya gidip alışveriş yapalım istedik. Biraz bu markette oyalandıktan sonra yakın çevrede yemek yiyebileceğimiz çok hoş bir yer bulduk. Bu arada gittiğimiz her mekanda değişik renklerde battaniyeler mevcuttu. Dışarda oturmak isterseniz bunları kullanabiliyordunuz. Burada da sarı renkli battaniyeler vardı ve bunlara sarılıp bir güzel yemeğimizi yedik ve üstüne de kahvelerimizi içtik.


Bugünü de artık tamamlamıştık ve tren işleyişini öğrendiğimiz için Alexanderplatz istasyonundan geçen ilk Charlottenburg gece trenine binerek otelimize döndük.

29 Ekim 2016

Potsdam gezimizi ayrı bir yazıda anlatacağım için bu kısmı atlayarak öğleden sonra Berlin'e döndüğümüz bölümü yazacağım.

Müzeler Adasında bulunan 5 Müzenin ancak 2'sini gezebilmiştik. Diğerlerini de gezmek istiyorduk. Bu nedenle Potsdam'ı hızla gezip tamamladıktan sonra Berlin'e dönmeye karar verdik. Doğruca Müzeler Adasına gidip önce Altes Museum'u gezmeye başladık. Bu Müzede Antik eserler sergilenmekte. Bu tür eserler bizim ülkemizde çok sayıda olduğundan burada fazla oyalanmadık.



Berlin Tanrıçası 



Mezar Rölyefi 

Vaktimiz çok kısıtlı olduğundan hemen Neues Museum'a gittik. Bu Müzede Antik Mısır başta olmak üzere Antik dönem eserleri sergilenmekte. Herkes gibi biz de  Nefertiti büstünü merak ediyorduk. Sergi odalarını bir süre gezdikten sonra en nihayet onu büyük bir salonda bulduk. Muhteşem bir heykel olduğunu zaten bütün Dünya kabul ediyor. Benim bu konuda tek bir yorumum dahi olamaz. Gidip görmenizi tavsiye ederim. Nefertiti'ye bakarken salon görevlisi olan genç bir kadın ve erkek aralarında Türkçe sohbet ediyorlardı. Arkadaşım bu sırada fotoğraf çekmek isteyince müdahale ederek yasak olduğunu söylediler. Arkadaşımla Türkçe konuştuğumuzu işitince oldukça şaşırdılar. Belli ki bütün gün ayakta durup beklemekten çok sıkılmışlardı. Bizimle sohbet etmeye başladılar. Bu gençler artık 3. nesil olduğundan çok iyi Almanca konuşan ve iyi işlerde çalışan Türklerdendi. Uzun süre sohbet edince onlara da zarar gelmemesi için yanlarından ayrıldık ve Müze'deki diğer bölümleri de gezerek tamamladık.




Cennetin Kapısı 

Artık ayaklarımız tutmaz hale gelmişti. Adımlarımızı zorlukla atabiliyorduk. Buna rağmen son müzeyi de gezelim istiyorduk. Yerini de tam bilemediğimizden yön tabelalarından bakarak Bode Museum'u en sonunda bulduk.


Bode Museum'da gezmeye başladık. Bu Müzede heykeller, Bizans sanatı, madeni paralar, madalyalar ve Anadolu'daki arkeolojik kazılardan elde edilen eserler sergileniyor. Müzenin kendisi zaten bir sanat eseriydi.





Müze gezimizi tamamladıktan sonra artık ayaklarımızın üzerine basamıyorduk. Kapıdan çıktığımızda Müze girişinin tam karşısında köprüde garip bir heykel gördük.



Oturacak bir yer arıyorduk. Köprüden karşıya geçerken uzaktan bir müzik sesi duyduk. Nehrin kıyısında dans dersi alan insanlar bulunuyordu. Bizim de çok hoşumuza gitti ve bir süre onları izledik. Sanırım 5 Euro gibi bir ücret ödeyerek bu gruba hemen dahil olabiliyordunuz.


Yorucu ancak çok verimli geçen bir günün ardından kendimizi bir restorana attık. Keyifli bir yemek sonrasında Berlin'de son gecemizi geçirmek üzere otelimize döndük.

2 Ekim 2016

Hamburg’dan akşam saatlerinde Berlin’e ulaştık. Otobüs bizi Alexanderplatz’da bindiğimiz yerde indirdi. Elimizde bavullarımız olduğu için çok fazla oyalanmadan havalimanına gitmek istiyorduk. 2,70 Euroya tek binişlik biletlerden aldık ve bir aktarmayla U7 metro hattına geçtik. Bu metro hattının sonunda bakım çalışması olduğundan Rudow’da inerek otobüse geçtik. Bizimle birlikte binen bavullu kişiler bir süre sonra indiler ve biz o kadar uzun süre gittik ki biraz işkillenmeye başladım. Gidip şu şoföre bir sorsam diye düşünüyorken arkadaşım da endişesini ifade etti ve şoföre danışmamı rica etti. Şoför o kadar suratsız ve aksiydi ki yine de otobüsün havalimanına gitmediğini, inip karşı taraftan geçecek otobüse binmemiz gerektiğini söyleyerek bize iyilik yapmış oldu. 

Hemen bavullarımızla birlikte aşağıya atladık. Ancak akşam saati her taraf çok ıssız gözüküyordu. Şansımıza indiğimiz noktada bir dönerci bulunuyordu. Otobüs şoförünün söylediğini teyit ettirmek için dönercide gördüğümüz kişiye havalimanına gitmek istediğimizi söyledik. O da karşıdaki durağı göstererek otobüse binmemiz gerektiğini söyleyince içimiz rahatladı. Neyse ki vakitlice yola çıkmıştık ve uçağa gecikmemiz söz konusu olmayacaktı. Havalimanı yakın da değilmiş üstelik, otobüse bindikten yaklaşık 20 dakika sonra ancak oraya ulaşmıştık. Elimiz boşalsın diye hemen check-in yaptırıp bavullarımızı da verdik. Bir maceranın daha sonuna gelmiştik ve artık dönüş yolculuğumuz başlıyordu. 

Berlin’e bir daha gider miyim bilmiyorum. Ancak gezemediğimiz birkaç yerden de bahsederek en azından gidecek olanlara fikir vermek isterim. Biz gezemedik bari siz gezin!

İlki Jüdisches Museum yani Yahudi Müzesi olup Checkpoint Charlie’nin yakınında yer alan bir müze. 2001 yılında açılmış ve Yahudilerin Almanya’daki iki bin yıllık geçmişine ait çeşitli bilgi ve belgeler sergileniyormuş. Mimar Daniel Libeskind’in tasarladığı bina zikzak şeklinde inşa edilmiş.

Almanca Schloss Bellevue olarak geçen Bellevue Sarayı, 1789 yılında Spree Nehri’nin yanında inşa edilmiş.20 hektarlık bir park ile çevrili olan bu saray, Almanya Cumhurbaşkanı’na ev sahipliği yapmakta. Saray, Almanya’nın ilk neoklasik yapısıymış ve adeta bir şatoyu andırıyormuş.

Sachenhausen, Oranienburg bölgesinde bulunan bir Nazi kampı. 1936-1945 arasında Nazi kamplarının idari merkeziymiş. Patoloji laboratuvarı ve gaz odası da bulunuyormuş. Daha önce bir Nazi kampı görmediyseniz mutlaka gidip görmelisiniz. Burası merkeze yaklaşık 30 km uzaktaymış. Dönüşünüzü hesaplayarak buraya en az birkaç saat ayırmanız gerekebilir. Biz gitmeyi planladık ancak burayı yetiştiremedik.

Berlin Anhalter Bahnhof Potsdamer Platz Meydanına 600 metre mesafedeki eski tren istasyonuymuş. Hamburger Bahnhof Museum für Gegenwart isimli modern Almanya Sanat Müzesi, eski tren istasyonu binasında bulunuyor ve 1960’lı yıllardan itibaren burada sanat eserleri sergileniyormuş. Arkadaşım buraya gitmeyi çok istemişti. Maalesef vaktimiz yetişmediğinden buraya da gidemedik.

Olympiastadion (Berlin Olimpiyat Stadyumu) Berlin merkezinden biraz uzakta şehrin doğu kısmında yer alıyor. Berlin’deki pek çok yapı gibi savaş yıllarında zarar görmüş. 1936 yılında Berlin Olimpiyatları için inşa edilen stadyumda 76.000 oturma kapasitesi, 78 metre yüksekliğinde bir çan kulesi, 112.000 m² genişliğindeki çimenlik Maifield ve 25.000 kişi kapasiteli açık hava eğlence merkezi Waldbühne bulunmaktaymış. 1936 Yaz Olimpiyatları, 1974 FIFA Dünya Kupası gibi önemli organizasyonlara ev sahipliği yapan bu Stad, 2006 FIFA Dünya Kupası final maçına da imza atmış.

Sanırım bu kadar yeterlidir çünkü yaz yaz nereye kadar. O kadar çok müze, tarihi eser ve anıt bulunuyor ki bunların hepsini tespit etmek bile insanın günlerini alıyor. Zaten herkesin ilgi alanı da farklı olduğundan kimi eğlence hayatını, kimi yeme içme mekanlarını, kimi tarihi yerleri, kimisi de müzelerini merak eder. Benden bu kadar, gezmeyi düşünenlere küçücük bir katkım olduysa ne mutlu bana!