23 Eylül 2016 Cuma

On 01:29:00 by Gülten İşcimen in    No comments



18 Mart 2016


Toskana bölgesinin en güzel ve Orta Çağ dokusunu en iyi şekilde muhafaza eden şehirlerinden birisi olarak kabul edilen Siena'nın nüfusu yaklaşık 60.000 kişi. Şehrin tarihi merkezi 1995 yılından bu yana UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor. Siena, Floransa’nın yaklaşık 60 km. güneyindedir. Bu yüzden Floransa’ya gidenlerin kolayca ulaşabileceği ve günübirlik gezeceği bir noktada bulunuyor.

Biz de bunu İtalya programımızı yaparken öğrenmiştik ve Floransa sonrası Siena gezimizi İtalya’daki son günümüze bırakmıştık. Floransa’daki gezimizi tamamlayınca Siena tren biletimizi alacaktık. Şansızlık oldu ve Floransa’da kaldığımız otelden eşyalarımızı almaya giderken şehirde kaybolduk. Bu bize neredeyse bir saate yakın vakit kaybettirdi ve daha önce belirlediğim saatteki Siena trenini kaçırdık. Otele ulaştığımızda otelin internetini kullanarak Floransa’dan Siena’ya gidecek bir sonraki trenin saatine baktım. Ancak bu trenin kalkış saatine epeyce zaman vardı. Tren istasyonu kaldığımız otele çok yakın olduğundan otelin lobisinde beklemeye karar verdik. Tren saati yaklaşınca istasyona gittik ve biletlerimizi alarak bu sefer trenin kalkış peronunun ilan edilmesini bekledik. Ancak tren saati yaklaşınca trende rötar gözükmeye başladı. 

Uzun süre bekledik ve en nihayet sanırım 2 no’lu peron Siena için ilan edildi. 5 dakika gibi kısa bir süre içinde hareket edecekti ve ilan edilen peron istasyonun oldukça uzağında olan bir yerdeydi. Siena’ya gidecek pek çok kişiyle birlikte koşmaya başladık. Doğrusu çok komik bir durumdu. Peronda çift katlı bir tren bizi bekliyordu ve halimizden hoşnut bir şekilde üst katına çıkıp güzelce yerleştik. Daha birkaç dakika olmamıştı ki bir anons yapıldı ve bu trenin Siena’ya değil Lucca’ya gideceği belirtildi. Bütün insanlar trenden indi ve tekrar istasyonda beklemeye başladık. Siena trenine bindiğimizde neredeyse akşam olmuştu ve yolculuk yaklaşık bir saat civarında sürdü. Maalesef bu talihsizlikler yüzünden Siena’yı gündüz gözüyle görmek nasip olmadı. Ancak akşam gördüklerimiz de bu şehrin tekrar gitmeye değer olduğunu fazlasıyla gösterdi. Neyse biz gelelim Siena gezimize.

Bugünkü hali ile hala Orta Çağ kenti görünümünde olan tarihi Siena kent merkezi, 16. yüzyıldan günümüze kadar değişmemiş surları, dar ve dolambaçlı caddeleri, labirent görünümü ile dikkat çekiyor. Bu Orta Çağ görüntüsünü bozmamak için Siena’nın büyük bir bölümü trafiğe kapalı. Siena’nın tarihi merkezine girmek için sekiz adet kapı bulunmakta. Bu kapılardan birisi olan Camollia, şehre Floransa tarafından gelenlerin girdikleri kapı imiş. Kapı, 1550'li yıllarda Siena Kuşatmasında tahrip olmuş ve 1600'lerin başlarında tekrar yapılarak bugünlere kadar gelmiş.

Burası da pek çok Toskana şehri gibi Etrüks bir şehirmiş. Efsaneye göre Remus ile Romulus ikiz kardeşlermiş ve bu iki kardeşi ormanda bir dişi kurt emzirip büyütmüş. Güçlü ve yiğit olan bu iki delikanlıdan birinin (Romulus) Roma'yı, diğerinin ise (Remus) oğulları Senius ve Aschius’un Siena'yı kurduğuna inanılmakta. Romulus babalarını öldürünce iki kardeş anne kurdun çocuklarını emzirmesini gösteren heykelle (capitoline wolf) birlikte Roma’ya saldırmışlar. Bu nedenle bu heykel şehrin sembolü olmuş. Bazı etimolojistler şehrin adının Senius’dan geldiğine inanırlarken diğerleri Etrüks bir aile adı olan Saina, Roma adı olan Saenii gibi adlardan türetildiğine inanmaktadır. 

Orta Çağ boyunca Floransa ile rekabet eden ve hatta savaşan Siena bu baskılara dayanamamış ve 1550'lerden itibaren Floransa'nın bir parçası haline gelmiş.

Bu genel bilgiden sonra bizim oldukça renkli geçen Siena maceramızı da anlatayım.

Siena'nın tren istasyonunda indiğimizde şehir merkezine gitmek için tren istasyonunun hemen karşısındaki alışveriş merkezine girdik. Orada bulunan gazete, dergi, yiyecek satan bir dükkandan otobüs bileti aldık. Sanırım 1 Euro'yu biraz aşkın bir fiyatı vardı. Sonra alışveriş merkezinin içinde otobüsleri gösteren okları takip ederek asansörle aşağıya indik ve dışarı çıktık. Otobüs durakları buradaydı ve bekleyenlerle birlikte gelen ilk otobüse bindik. Otobüs son durak olan ve hiçbir özelliği olmayan bir caddede bizi indirdi. İçgüdülerimize uyarak kalabalığı takip ettik ve onlarla birlikte yürümeye başladık. Bir müddet yürüdükten sonra öyle bir yere geldik ki gözlerimize inanamadık. Siena’nın Orta Çağdan fırlamış gibi bir havası olan sokaklarına ulaşmıştık.






Yürüdükçe aslında ne olduğunu bilemediğimiz bazı tarihi yapılarla ve heykellerle de karşılaştık.






Yürüdüğümüz yol ve her iki tarafta gördüğümüz daracık sokaklar inanılmaz bir görsel şölen sunuyordu.











Biraz yürüyünce sokak aralarından gördüğümüz meydana gitmek için sol taraftaki merdivenlerden indik ve bir anda kendimizi Siena'nın en meşhur yeri olan istiridye şeklindeki hafif eğimli Il Campo Meydanında bulduk. Meydan dokuz parçadır ve bunun nedeni her parçanın o dönemdeki idari bölgelerden birini temsil etmesiymiş. 

Burada yılda iki defa (2 Temmuz – 16 Ağustos) 'Palio' denilen at yarışları yapılıyormuş. 90 saniye süren ve eyersiz at üzerinde yapılan bu yarışlar izdihama yol açıyormuş. Mahallesini temsil eden yarışçı galip gelirse, palio ile (boyalı ipek sancak) ödüllendiriliyormuş. 1590 yılında boğa güreşlerinin yasaklanmasıyla başlayan bu yarışlarda, her bir at ve binicisi, şehrin "Contrada" adı verilen 17 semtinden birisini temsil ediyor ve her binici temsil ettiği semtin renklerine, simgelerine uygun olarak giyiniyormuş. Siena'da her mahallenin ayrı bir hayvan motifi ile temsil edilen bayrakları bulunuyormuş. Aquila (Kartal), Bruco (Tırtıl), Chiocciola (Salyangoz), Civetta (Baykuş), Drago (Ejderha), Giraffa (Zürafa), Istrice (Kirpi), Leocorno (Tekboynuz), Lupa (Dişi kurt), Nicchio (Deniz kabuğu), Oca (Kaz), Onda (Dalga), Pantera (Kara Panter), Selva (Orman), Tartaruga (Tosbağa), Torre (Kule) ve Valdimontone. Her Contrada'nın toplanma zamanları varmış. Geleneksel kıyafetlerini giyen kişiler sokaklarda trompet çalıp gösteri yapıyorlarmış. Palio zamanı yaklaştıkça bu gösteriler artıyor ve her Contrada en güzel gösteriyi yapmaya çalışıyormuş.

 

Meydanın aşağı tarafında yer alan 102 metrelik kulesiyle 14. yüzyıldan kalma Palazzo Pubblica (ya da Palazzo Comunale)) Siena’nın önemli eserleri arasında. İtalya'nın en güzel Gotik eserlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Bu binanın inşası 13. yüzyılın sonlarında başlamış. Zemin katı taştan, üst bölümleri ise kırmızı tuğladan yapılmış. Burası "Dokuzlar Meclisi"nin yani bir tür yerel meclisin toplanması amacıyla yapılmış. Dış tarafında heykellerle süslenmiş bir loca bölümü de bulunuyor.

Mangia Kulesi (Torre dell Mangia) ise 1300'lerin ortalarında eklenmiş. Bu Kule yapılırken Floransa'daki kuleden daha yüksek olması amaçlanmış. Kulenin adı ise tembelliği nedeniyle Mangiaguadagni (kazancını yiyen) lakaplı ilk çan çalıcısından geliyormuş. Toskana'da pek çok zengin ailenin evlerinde kuleler bulunmaktaymış ve bu kulelerin yüksekliği ailenin varlığının da göstergesi olurmuş. Yangın gibi tehlikeli durumlarda da çanlarını çalarak halkı uyarırlarmış. Daha sonra inşa edilen Kopenhag ve Odessa Belediye Binaları Siena'daki Palazzo Pubblica'dan esinlenmiş.

Palazzo Pubblica’nın zemin katındaki avluyu gezmek ücretsiz. Burada şehrin simgesi olan dişi kurdun yavrularını emzirdiği heykel görülebiliyor. Avlunun bir tarafında da Museo Civico bulunuyor ve burası Siena sanat okulunun önemli eserlerini barındırıyor. Biz de avluya girdik ama akşam olduğu için Müze'ye giremedik. Kuleye çıkmak da mümkünmüş ama asansör olmadığından 500 civarında bir basamağı çıkmayı göze almak gerekiyormuş. Kuleye aynı anda en fazla 30 kişi çıkabiliyormuş. 














Meydanın bir diğer önemli yapısı 1419 yılında inşa edilmiş olan Fonte Gaia (Happy Fountain)’dır. Meydanın orta üst bölümünde yer alan dikdörtgen biçimindeki bu çeşmenin üç tarafında mermerden yapılmış rölyefler bulunuyor. Bu çeşme Siena'nın en popüler buluşma noktalarından birisiymiş.

Meydandaki tarihi binaların neredeyse tamamının altında kafe ve restoranlar bulunuyor.

Duomo’nun önündeki at yarışlarının yapıldığı büyük alanda çikolata standları kurulmuştu. O kadar çok çeşitli ve güzel çikolata vardı ki hepsinden denemek isterdim. Meğerse 15-20 Mart arasında Piazzo del Campo’da 5 günlük bir çikolata festivali varmış. Nasıl güzeldi anlatamam. Hatta sadece bu Meydanda değil Siena’daki bütün restoranlar bu tarih aralığında tatlı menülerini çikolata üzerine oluşturuyorlarmış. Çikolatadan yapılmış satranç taşlarıyla yapılan yarışlar gibi çok değişik yarışmalar düzenleniyormuş. Keşke Siena’ya biraz daha erken gelebilseydik ve en azından şehrin biraz daha hareketli saatlerini yaşayabilseydik.


Bunların dışında Dünyanın hala çalışan en eski bankasının binası da Siena’da bulunuyormuş. Piazza Salimbeni'de bulunan bu binayı da dışından görme imkanımız oldu.



Sokaklarda gezerken eski dönem ve rahibe kıyafetleri giymiş gençleri gördüm ve bir tiyatro gösterisi olacağını düşünerek fotoğraflarını çekmek istedim. Gençler bunun üzerine bana poz vermek istediler ve hepsinin zil zurna sarhoş olduğunu gördüm. Aceleyle fotoğraflarını çekip oradan ayrılmamıza karşın şehirde dolaşırken tesadüfen bu gençleri yine gördük. Bu sefer sokağın ortasında üç beş genç pantolonlarını indirip indirip gülüyorlardı. Neyse ki iç çamaşırlarını indirmeye çalışmadılar. Zamane gençlerinin eğlence anlayışları bize uymuyor. Biz o yaşlardayken de bizim anne babalarımız sanırım aynı şeyleri bizim için düşünmüş olsalar gerek. 



Siena’nın daracık sokaklarında gezerken bir konser salonuna denk geldik. Biraz merakla binanın avlusuna girip etrafı incelemeye başladık. O sırada yukarıdan müzik sesleri geldiğini farkettik. Geç kalan bir kadın taksiden inerek koştu ve yukarıya çıktı. Arkadaşım bizim de çıkıp konseri izlememizi önerdi ama üstümüz başımız böyle bir konser için çok da uygun değildi.






Bu arada karnımız acıkmıştı ve Siena’ya girişte gördüğümüz bir pizzacıyı aramaya başladık. Karanlıkta her yer birbirine benziyordu ve nasıl olduysa bir türlü aynı sokağı bulamadık. Bari bir pastaneye oturalım dedik ve Siena’da birkaç yerde gördüğümüz Nannini'lerden birine oturmak istedik. Onlar da birazdan kapatacağız deyince yine aç kaldık. Bu arada saat epeyce ilerlemişti. Ertesi gün Roma’da olmalıydık ve gece 1 otobüsü için biletlerimizi önceden kişi başı 9 Euro’ya almıştık.

Yemek için bir yer ararken Siena’nın karanlık, dar ve ürkütücü sokaklarında kaybolduk. 



İşin kötüsü o kadar ıssızdı ki bazen yol soracak bir Allah’ın kulu olmuyordu. Arkadaşım sanırım biraz ürktü ve taksi bulup bir an önce otobüsün hareket edeceği istasyona gitmek istedi. Biraz dolaştıktan sonra tarihi kentin hemen dış kısmında bir taksiye el ettik. Taksi şoförüne Roma'ya gitmek için otobüs terminaline gitmek istediğimizi söyledik. Karşımıza iyi bir insan çıkmıştı. Çünkü bizi götürüyorken bilete bakmak istedi ve otobüs terminali yerine bizim tren istasyonuna gitmemiz gerektiğini söyledi. Bazı otobüslerin terminal yerine tren istasyonunda durakları oluyormuş. Diğer tarafa gitsek belki de otobüsü kaçıracaktık. Tren istasyonunu Siena’ya geldiğimizde biraz görmüştük. Karşısında bir alışveriş merkezi olduğundan bahsetmiştim. Ancak vakit çok geç olduğundan dükkanlar kapanmış ve sadece en üst katta birkaç kafe ve restoran kalmıştı. 

Siena’da yemek için o kadar çok dolaştık ama kısmetimiz buradaymış. Hemen birer menü siparişi verdik ve yemeklerimizi getiren kızla biraz muhabbet ettik. O da İtalyan değilmiş meğer, Romanya’dan buraya çalışmak için gelmiş. Çok şeker bir kızdı. 

Dışarısı çok soğuktu ve uzun süre otobüs saatini beklemek zorundaydık. Alışveriş merkezinde böyle bir süre bekledikten ve zaman geçirdikten sonra terminalin önündeki otobüs duraklarını bulduk. Ancak hava çok soğuktu ve kapalı bir yer keşfedip orada beklemeye başladık. Sonunda hareket saati yaklaşınca otobüsümüz geldi ve numaralı yerlerimize oturduk. 

Soğuk hava çarpmıştı ve günlerin de yorgunluğu vardı. Bu yüzden biraz uyumuşum. Otobüs aynı bizim şehirler arası otobüsler gibi iki yerde mola verdi. Roma’ya sabaha doğru ulaştık ve Roma’nın ikinci büyük terminali olan Tiburtina İstasyonunda indik. Oradan hemen bir taksiye binerek eşyalarımızın olduğu BB Gerbera Roma Hotel’ine gittik. Böylece Siena’yı tam olmasa da şöyle bir görmüş olduk. 

Biz görmesek de Siena’da mutlaka görülmesi gereken yerleri kısaca özetlemek isterim.

En önemlisi Siena Katedrali olup kısaca Duomo olarak biliniyor. Belki biz burayı gördük ama gecenin karanlığında tam anlayamamış olabiliriz.

Siena Katedrali, bir Orta Çağ Roma Katolik Kilisesiymiş. 1215 ve 1263 yılları arasında inşa edilen bu yapının ön cephesindeki eklentiler 14. yüzyılda yapılmış ama ülkeyi kasıp kavuran büyük veba salgını nedeniyle tamamlanamamış. Kilise 19. yüzyılda yeni baştan restore edilmiş ve bugünlere ulaşmış. 

Katedralin dışı beyaz ve yeşil-siyah mermerlerle haç şeklinde inşa edilmiş. Beyaz ve siyah renkleri Siena'nın sembolüymüş. 

Bu tarihi Gotik yapıda Rönesansın baş mimarları Pisano, Donatello ve Michelangelo'nun paha biçilemez eserleri ve Pinturicchio'nun freskleri varmış. Bu Katedral bölgesi şunlardan oluşuyormuş: 

- Katedral

- Yeni Katedral

- Kütüphane

- Müze

- San Giovanni Vaftizhanesi

- Zemin

- Cennet Kapısı

- Crypt 

Merdivenlerin her iki yanındaki sütunlarda kurt-kadın figürleri şehrin sembolü olarak kullanılmış. Bina, arka taraftaki kule ile de bir bütünlük sağlamış.

Katedralin üst ortasında bulunan yuvarlak camlı kısmın üzerinde Hz. İsa'nın son akşam yemeği tablosu da varmış. Diğer katedrallerden farklı olarak sağ-sol ve yukarısı hariç yere de işlenmiş 56 farklı dini resim varmış. Vaiz kürsüsü (pulpit) baba - oğul Pisano'lar tarafından carrara mermerinden yapılmış. Biri ortada olmak üzere dokuz farklı sütunun ikisi erkek ikisi de dişi aslanlar tarafından taşınıyormuş. Kürsünün üstünde yer alan yedi farklı panelde ise Hz. İsa'nın yaşamından kesitler sunuluyormuş. 

Katedralin bir diğer önemli yeri de Piccolomini Kütüphanesiymiş. Papa 3. Pius'un amcası Kardinal Silvio Piccolomini'nin hayatını anlatan freskler yer almaktaymış. Duvarlardaki fresklerden birisinde Osmanlı askerleri de varmış. Fresklerin alt tarafında ise el yazması kitaplar sergileniyormuş. Dış bölümü üçgen, ortası ise kare ve dikdörtgen olan tavan panelleri ise mitolojik hikayelerden bahsediyormuş. Odanın ortasında ise Zeus'un güzel kızları Aglaia, Euphrosyne ve Thalia'yı anlatan ünlü üç güzeller (Three Graces) heykelinin 3. yüzyılda yapılmış güzel bir kopyası bulunuyormuş. 

Yan taraftaki bölümde özellikle Katedralin ön cephesinde de imzası bulunan Giovanni Pisano'nun eserlerinin de yer aldığı Katedral Müzesi (Museum of the Opera del Duomo) bulunuyormuş. 

Haç şeklindeki Katedralin arka tarafında Vaftizhane ve Kule varmış. Vaftizhane’si dikdörtgen şeklindeymiş.

Katedralin ön cephesinin karşı çaprazında Santa Maria della Scala isimli, kırmızı tuğlalı ve geçmişte Katedralin rahipleri tarafından hastane olarak kurulmuş, uzun zaman da öksüz ve yetimlere barınak olmuş bir yapı bulunuyormuş. Daha sonra da içindeki binlerce eserle birlikte müzeye dönüştürülmüş. Bu müzede eski dönem hastanesinden ve yetimhanesinden görüntüler ve eşyalar varmış. 

Santa Catherina Kilisesi 1200'lerin ortalarında yapılmış ve 14. yüzyılda genişletilmiş. Kilisenin Siena'lılar için önemi şehrin Azizesi Santa Caterina'nın Şapelinin burada bulunmasıymış. Azize Katerina o dönem en çok ölüme yol açan veba hastalığı ile çokça uğraşmış ve hastaları iyi etmeye çalışmış. Ama hastalık ona da bulaşmış ve Roma'da 33 yaşında ölen Azize Caterina'nın başı sonradan Siena'ya getirilmiş. Son derece güzel freskler ve resimlerle bezenmiş şapelde yer alan kapalı bir kafeste Caterina'nın başı ve veba yüzünden düşen parmağı bulunuyormuş.

Tabi biz bunları göremedik ama Siena’ya bir daha gitmek için sebebimiz olsun değil mi!

20 Eylül 2016 Salı

On 07:10:00 by Gülten İşcimen in    No comments


18 Mart 2016

Ertesi sabah erkenden kalkıp eşyalarımızı topladık. Otelimiz açık büfe kahvaltı veriyordu. Kahvaltı servisi başlar başlamaz saat 7’de kahvaltımızı yapmaya başladık. Çünkü Floransa Akademisine (Galleria del’Accademia) giriş için saat 08.30’da randevumuz vardı. Günlerden sonra ilk kez kahvaltımızı çay ve peynirle yapmanın mutluluğunu yaşadık. Floransa’dan öğleden sonra ayrılacağımız için eşyalarımızı Otele emanet ettik. Otel personeli gerçekten çok nazik ve yardımseverdi. Odamız da çok temiz ve sıcaktı.

İtalya’da Vatikan’dan sonra ikinci yanılgımızı burada yaşadık. Nedense ikimizde Akademi Müzesinin ( Galleria del’Accademia ) Uffizi Müzesiyle yanyana olduğu şeklinde yanlış bir bilgiye sahiptik. Uffizi Müzesi'ne ulaştığımızda sorduğumuz kişiler bize bambaşka bir yer tarif ettiler. Uzun süre aradıktan ve birkaç kişiye sorduktan sonra en nihayet Galeriyi bulduk. Neyse ki randevu saatimiz geçmesine karşın bir sorun çıkarmadılar ve kısa bir süre içinde eserlerine tekrar tekrar bakmaktan gözlerimizi alamayacağımız Müzede kendimizi bulduk.

Galleria del’Accademia, 19. yüzyıl öncesindeki resim ve heykellerin sergilendiği bir müze galeriymiş. Michelangelo Buanorotti ve Benvenuto Cellini gibi Florentin tarihindeki önemli şahsiyetlerle anılan ve uzun bir tarihi olan “Accademia di Belle Arti Firenze”(Floransa Güzel Sanatlar Akademisi), 1563 yılında bir dernek olarak kurulmuş. Bugün ise burada sanatçıların söyleşileri, bilgi içeren müze gezileri ve profesyonel sanatçılar tarafından verilen dersler yapılmakta.


Galerinin önemli olmasının en büyük nedeni ise Michelangelo'nun en önemli eserlerinden biri olan David’in burada olması. Bu Müze 1873’den bu yana David’e ev sahipliği yapmakta. Büyük bir heyecan içerisindeydik. Zaten Müze çok büyük olmadığından çok fazla eser de yoktu. Kısa bir süre içinde kendimizi David’in bulunduğu geniş bir holde bulduk. Bakar bakmaz adeta büyülendim. Sanatçının taşa adeta hayat verdiğini hissediyorsunuz. Heykelin gözlerindeki anlam, el, ayak ve vücut detaylarındaki olağanüstülük inanılmazdı. David’in etrafında dönerek, yakından uzaktan tekrar tekrar bakarak çok uzun bir süre burada kaldık. İçeride flaş kullanmadan fotoğraf çekilebildiğinden pek çok kare fotoğraf çektim.







Oldukça etkileyici ve insan anatomisinin tüm özelliklerini taşıyan heykel Rönesansın en dikkat çekici eserlerinden birisi olarak gücün ve genç güzelliğinin sembolü olmuş.


David, Michelangelo tarafından 1501 ve 1504 yılları arasında mermerden yapılan 5.17 metre uzunluğunda ayakta duran bir çıplak erkek heykeli. David, konusu İncil’deki Hz. Davut’un dev Golyat’la mücadelesini anlatan hikayedeki kahramanı temsil eden bir figürmüş. Bu heykel bir meydanda sergilenmek yerine ilk önce Floransa Katedralinde pek çok benzeriyle yanyana sıralanmış. Hikayedeki kahramanlıkla özdeştirilen ve gözlerindeki tehditkar ifade nedeniyle Heykelin yönü Roma’ya doğru çevrilmiş ve daha sonra Medici ailesinin güçlü olduğu dönemde David 1873 yılında Galeri’ye taşınmış. 

Michelangelo daha 26 yaşındayken iki yıl içinde bitirdiği David heykelini dinsel bir kahraman yerine devrimci bir kahraman haline dönüştürmüş. Bakışları ve kaslarının gerginliği ile düşmanına her an saldırmaya hazır bir savaşçı havası verdiği heykelin kaşları, boyun kasları ve sağ elindeki damarları özenle yapılmış.

Galeri’de aynı zamanda Michelangelo’nun Papa II. Julius’un mezarı için yaptığı “Esirler” adı verilen 4 güçlü eser de bulunuyor. Bu eserlerinde sanatçı etraflarındaki henüz yontulmamış taş kütlelerinden, bağlarından, fiziksel ağırlıklardan yani kısaca maddesel tuzaklardan kurtulmaya çalışan ve kendini özgürleştirmeye çalışan varlıkları ve ruhları anlatmaya çalışıyormuş.

Farklı açılardan “Esirler”e bakıldığında Michelangelo’nun insan anatomisine ilişkin yorumu hayranlık uyandırıyor. “Esirler”in en az gelişmiş kısmı kafalar ve yüzlerdir. Ancak yüz ifadesini göremediğiniz heykeller verdikleri pozla iletişim kurarlar. Bir ayakları üzerine bütün güçlerini verirler ve böylece omuzları ve kolları geriye doğru bükülür. “Esirleri” sırasıyla incelersek;

The Awakening Slave (Uyanan Esir) 267 cm uzunluğunda olup 1520-1523 yıllarında yapılmış.


The Young Slave (Genç Esir) 256 cm uzunluğunda olup 1530-1534 yıllarında yapılmış.


The Bearded Slave (Sakallı Esir) 263 cm uzunluğunda olup 1530-1534 yıllarında yapılmış.


The Atlas Slave 277 cm uzunluğunda olup 1530-1534 yıllarında yapılmış.


The Rebellious Slave (Asi Esir) ve the Dying Slave (Ölen Esir) adlı iki esir heykeli ise 1510-1513 yıllarında yapılmış ve günümüzde Paris’deki Louvre Müzesinde sergileniyor.

Galeride Jacopo Pontormo’nun Michelangelo’nun bir taslağına göre yaptığı ifade edilen eseri “Venüs ve Cupido” ile Pacino di Bonagudia’nın 13. ve 14. yüzyıl dinsel sanatıyla Bizans sanatını en iyi yansıtan eserler arasında sayılan “Yaşam Ağacı” eserleri de görülmeye değer.


Bu eserlerin dışında Filippino Lippi, Bartolomeo, Ghirlandio, Bronzino gibi sanatçılara ait eserler de yine bu Müzede sergileniyor.Burada planladığımız gibi yaklaşık iki saat gezdik ve hemen hemen bütün eserleri gördük. Sonrasında kısa bir süre Müzenin satış mağazasına da baktık ve bugünü hatırlamamız için ikimiz de birer David magneti aldık.




Bundan sonra gezeceğimiz Uffizi Müzesi bizim için daha önemli olduğundan çok da vaktimizi harcamak istemiyorduk. Uffizi Müzesinin yerini çok iyi öğrenmiş olduğumuzdan çabucak Müzeye ulaştık. Uffizi’nin kapısında, yılın her dönemi ciddi bir sıra oluyormuş. Bu yüzden biletimizi yine önceden almıştık ve randevumuz bulunmaktaydı. Dolayısıyla bilet kuyruğuna girmeden ve vakit kaybetmeden içeriye girdik. 

Dünyanın en eski sanat müzelerinden birisi olan orijinal adıyla Galleria Degli Uffizi, Dünyanın en önemli müzelerinden birisi. Uffizi İtalyanca'da ofisler anlamına geliyormuş. Zaten Müzeye bu ad, Medici Ailesi zamanında şehrin yönetim merkezine bir köprüyle bağlı olan ofislerden oluşması nedeniyle verilmiş. Mediciler tarafından yönetim ofisi olarak kullanılan bir Rönesans sarayı olmuş. Burada büyük oranda Medici ailesinin çok zengin olan sanat koleksiyonu sergilenmekte.



Galeri iki katlı olup büyük bir U şeklinde tasarlanmış ve gezmesi de gezenin performansına göre minimum üç saat sürmekte. Binanın ikinci kat koridorlarında Antik Yunan ve Roma heykelleri sergileniyor. Ana koridora açılan odalarda sergilenen resimler, Floransa sanatının, Bizans ve Rönesans tarzı ile sonrasına doğru gelişimini gösteren kronolojik bir sıra izliyor. Koridorların tavanları ise groteks fresklerle kaplı ve aralarında bizim dikkatimizden kaçan Osmanlı padişahlarına ait portrelerin de yer aldığı pek çok portre sergileniyor.


14. yüzyıl Cimabue, Giotto ve Simone Martini çalışmalarından, 15. yüzyılın seçkin sanatçıları olan Botticelli, Della Francesca, Leonardo Da Vinci'nin eserleri ve geç Rönesans ressamlarından Raffaello, Michelangelo, Correggio gibi sanatçıların yapıtlarına kadar birçok eser Müzede sergileniyor.


İçerideki en önemli ve en ilgi gören eserlerden biri kuşkusuz, Botticelli’nin “The Birth of Venus” adlı eseridir. 1480’lerin ortalarında Medici ailesi için yapıldığı düşünülen bu eserde Botticelli, Roma aşk tanrıçası Venüs’ün denizden yetişkin bir kadın olarak çıkmasını ve kıyıya yaklaşmasını tasvir etmiş. Sanat tarihçileri İtalyan Rönesansında neoplatonik bir yorum bulunduğunu ve Boticelli’nin bu yapıtında da kutsal aşkı çıplak bir Venüs şeklinde gösterdiğini söylemekteler.



Bir diğer ilgi çeken eser “Urbino Venüsü”dür. 1538 yılında Tiziano tarafından yapılan bu eserde ise müstehcen bir tanrıça betimlenmektedir. Giorgione'nin Uyuyan Venüs'ünden esinlenen Tiziano'nun çıplak figürünün, tanrıça kadar güzel bir kortezanın portresi olabileceği düşünülmekte. Tiziano bu eserinde Venüs’ü bir koltuk veya yatakta uzanırken ve çevresinde muhtemelen bir Rönesans sarayının görüntüleriyle birlikte betimlemiş. Venüs’ü iç mekana taşıyarak izleyicisiyle onu bütünleştirmiş ve hassaslığını daha belirgin hale getirmiş. Bu eser Mark Twain tarafından "dünyanın en iğrenç, en itici, en müstehcen tablosu" olmakla suçlanmış.


“Ognisanti Madonna”, 1310 yılları civarında İtalyan geç Orta Çağ sanatçısı Giotto di Bondone tarafından yapılmış. Resim, bakire Meryem ve kucağında bebek İsa ile etraflarında çevrili aziz ve meleklerin olduğu klasik hristiyan temasına sahip. Bakire Meryem’in bu özel sunumu Maesta adını taşımakta ve Gotik sanattan uzaklaşan, Rönesansta yeni başlayan Natüralizmin izlerini taşıyan ilk resim olduğu kabul edilmekte. Derinlik algısı ve perspektif konularında bir başyapıttır.


“Urbino Dükü ve Düşesi”, 1460 yılında Pierro della Francesca tarafından yapılmış. Bu ünlü çalışmada sanatçı dük Federico ve eşi düşes Battista Sforza’nın portrelerini ayrı ayrı resmetmiş. Portrelerdeki profilde dük ve düşesin resmi portrelerinin dış kaplamalarından ve büyük bronz madalyalardan esinlenmiş.


“Kutsal Aile” olarak da bilinen “Doni Tondo”, 1506’da Michelangelo tarafından yapılmış. Agnolo Doni bunu güçlü bir Toskana ailesinin kızı olan eşinin anısına yaptırmış. Resimde ön planda Hz. İsa, Hz. Meryem ve Aziz John, arka planda ise 5 çıplak figür görülmektedir. Öndekiler ile arkadakileri birbirinden ayıran yatay bir çizgi vardır. Yuvarlak çerçevesi orijinaldir ve dizaynında sanatçının da etkisi olduğu düşünülmekte. Michelangelo'nun, İsa'yı Bakire'nin kucağında betimleyen bu çalışması, renk kullanımı ve figürlerin duruşlarıyla Maniyeristlere esin kaynağı olmuş.


“Meryem’e Müjde” 1475 yılında Leonardo da Vinci tarafından yapılmış olağanüstü bir eser. Konusu Luke İncilinde geçen bir konuya dayanıyormuş. Tanrı tarafından bakire Meryem’e (Virgin Mary) gönderilen Cebrail (Gabriel) meleği mucizevi bir şekilde bir oğlan çocuğu doğuracağını, adının İsa olacağını ve “Tanrının Oğlu” olarak krallığının sonsuza kadar süreceğini bildiriyormuş. Bu konu sanat dünyasında o zamanlar çok popülermiş ve erken dönem Rönesans çalışmalarında pek çok kez kullanılmış.


“Medusa”, Michelangelo Merisi da Caravaggio tarafından yapılan bir resim. Mutlaka görülmesi gereken bir eser olduğunu düşünüyorum. Caravaggio'nun ilkini 1596 ve diğerini 1597 yılında yaptığı iki versiyon bulunmakta. İlk eser, hakkında şiir yazan bir şair olan Gaspare Murtola’nın ismine atfen “Murtula” olarak da biliniyormuş. Bu versiyon biraz daha küçükmüş ve özel koleksiyondaymış. Uffizi’deki versiyon biraz daha büyük. Bu eserde Medusa’nın kesik kafasının havada savrulurken Perseus’un kalkanına yansıyan görüntüsü resmedilmiş. Kafa tamamen kopmuş ve boyundan kanlar boşalıyor olmasına rağmen yüz ifadesinden Medusa’nın hala canlı olduğu görülüyor. Gözlerdeki o dehşet ifadesi hala aklımdan gitmiyor.


“Bacchus” Michelangelo Merisi da Caravaggio tarafından 1595 yılında yapılan bir eser. Resimde genç Bacchus klasik bir tarzda başında asma yaprakları ve üzümler ile gevşekçe bağlanmış giysisiyle betimlenmiş. Bacchus’ün sol eliyle şarap sunma çabası Caravaggio’nun yaşamla ilgili çalışmalarında ayna kullandığına ilişkin spekülasyonlara yol açmış. Diğer bir deyişle çocuğun sol eli olarak gözüken eli gerçekte onun sağ eliymiş. Bu resimde kullanılan modelin sanatçının arkadaşı Mario Minniti olabileceği belirtiliyor. Ancak bu eser bizim gittiğimiz tarihte yerinde yoktu. Şansızlık işte!

Albrecht Dürer tarafından 1504 yılında yapılan “Adoration of the Magi”, Wittenberg’deki Schlosskirche’nin altarı için Frederick the Wise tarafından sipariş edilmiş. Dürer’in İtalya’ya yaptığı 1. ve 2. seyahatleri arasında yaptığı en iyi ve en önemli çalışmalarından birisi olarak gösteriliyor. 1603’de Roma İmparatoru II. Rudolf'a hediye olarak verilmiş ve 1792 yılına kadar Viyana’da kraliyet koleksiyonunda kalmış. Bazı tarihçiler bu resmin sanatçının eseri “Jabach Altarpiece”’in orta paneli olabileceğini söylüyorlar. 


Filippo Lippi tarafından yapılan “Madonna with Child and two Angels” (Çocuklu Meryem ve iki Melek) resmi görülmeye değer.


Paolo Uccello tarafından yapılan “The Battle of San Romano”,


Parmigianino tarafından yapılan ve Maniyerizm akımına öncülük eden eseri “Madonna with the Long Neck” (Uzun boyunlu Madonna),


Boticelli tarafından yapılan “La Primavera” (İlkbahar),


90 no’lu Caravaggio odasında “İshak’ın Kurban Edilişi”,


Artemisia Gentileschi tarafından yapılan ”Judith slaying Holofernes”,


Piero di Cosimo tarafından yapılan “Perseus Freeing Andromeda”,


Rembrandt tarafından yapılan “Self Portrait as a young man”,

Raffaello’nun “10. Leo ile Kardinal Giulio de’Medici ve Rossi “adlı portresi,

Veneziano tarafından yapılan “Santa Lucia de’ Magnoli Altarpiece”,

Raphael tarafından yapılan “Madonna of the Goldfinch“, 

Cimabue tarafından yapılan “Santa Trinita Maesta”, 

Duccio tarafından yapılan “Rucellai Madonna”, 

Simone Martini tarafından yapılan “Anunciation with St. Margaret and St. Ansanus”, 

Ambrogio Lorenzetti tarafından yapılan “Presentation at the Temple”, 

Rogier van der Weyden tarafından yapılan “Lamentation of Christ”, 

Görülmeye değer eserler arasında sayılabilir.

Yunan orijinalinden esinlenerek bronzdan yapılan “Ayağından Diken Çıkaran Çocuk” heykeli de Uffizi Müzesi’nin koridorunda yer alıyor.

Müzede gezerken pencereden Vecchio Köprüsünün fotoğraflarını çekme fırsatı buldum. Camın yansıması olmasa daha da iyi olacaktı ama bunlar da çok güzel değil mi!





Müze çok büyük olduğundan, gezmesi yaklaşık 3,5 saatimizi aldı.İkinci kattan aşağıya inerken Müzenin kafesinden geçtik ve açık alanda biraz manzarayı seyrettik.


Kafeye Müze gezimizi tamamlayıp döneriz diye kararlaştırmamıza karşın gezi güzergahının azizliğine uğradık ve kendimizi Müze çıkışında bulduk. Bu nedenle çok güzel manzarası olan bu kafeye tekrar dönmemiz mümkün olmadı.

Uffizi Müze gezimizi içinden çektiğim bir kaç fotoğrafla noktalamak istiyorum. Çünkü binanın kendisi de en az içindeki eserler kadar değerli ve güzel görünüyor.




Hiç dinlenmeden aralıksız hemen hemen tüm odaları gezmiştik. Tabi ki bu durum ayaklarımıza isyan bayrağı çektirdi. Biraz oturup dinlendik ve sonra şehirde görmediğimiz yerleri gezmeye başladık.

Floransa'dan hediyelik eşya, deri çanta, kemer almak istiyorsanız pek çok seçeneği bulabileceğiniz Mercato Nuovo (Yeni Pazar) alışveriş için iyi bir bölge olarak gözüküyor. Ben de oğluma deri bir kemer almak istiyordum. Burada birkaç yere bakıp fiyatları ve kaliteleriyle ilgili fikir edindim. Bu arada Pazar alanı alışveriş tezgahlarının yanı sıra önündeki domuz heykeli ile de ünlü olduğundan heykelin önüne gidip fotoğraf çektirmek istedik. Ne yazık ki heykelin çevresi her daim kalabalık olduğundan fotoğrafı hep birlikte çektirmiş gibi olduk.


Bu bronz domuz heykeli Barok sanatçı Pietro Tacca tarafından 1634 yılında yapılmış. Orijinal heykel Roma’da bulununca Medici ailesi tarafından 16. yüzyılın ortalarında Floransa’ya getirilmiş. Heykel önce Boboli Bahçelerine yerleştirilmiş ve sonra şimdiki yerine Mercato Nuovo’ya taşınmış. Turistler için oldukça ilgi çekici bir heykel. 2008 yılında orijinal heykel Mozzi Sarayındaki Bardini Müzesine götürülmüş. Yerine modern bir heykel yapılarak Pazara konulmuş. 

Heykelin ağzına para konulduğunda iyi şansa sahip olunacağına, burnunu okşarsanız tekrar Floransa'ya geleceğinize inanılıyor. Zaten heykelin burnu da okşanmaktan parlamış. Biz de bu ritüeli yerine getirerek çok sevdiğimiz Floransa’ya tekrar gelmenin zeminini hazırladık. Kim bilir ya tutarsa!


İtalya’da fırsatını buldun mu dondurma yiyeceksin. Biz de bunu düstur edinmiş kişiler olarak kalabalığın çok olduğu Piazza Della Republica Meydanında dondurmalarımızı aldık. Ancak gezerek yemektense ayaklarımızın isyanını bastırmak için dondurmacıda olan yegane masaya oturduk. Dondurmalar çok iyi olmasa da fena değildi!


Duomo Meydanından geçiyorduk ki bir müzik sesi bizi kendine çekti. Bir kadın çok güzel resital veriyordu. Duvar kenarlarına oturarak şarkının bitmesine kadar dinledik. Bizim de ilgimizi farkettiğinden zaman zaman bize dönerek şarkısını seslendirdi. Biraz kaydettim ancak dosya büyük geldiği için buraya ekleyemedim.

Öğleden sonra Siena'ya gitme planımız vardı. Hemen otelimize dönüp eşyalarımızı almamız gerekiyordu. Ne yazık ki bir günde öğrendiğimizi sandığımız şehrin sokaklarında kaybolduk. Geçtiğimiz yollar bizi yanıltacak kadar birbirine benziyordu. Yol sorduğum kişiler bana gerisin geriye Duomo’ya yürümemiz gerektiğini söylediler. Meğerse gitmemiz gereken yönün tam aksi istikametine yürümüşüz. Otele geldiğimizde oldukça yorulmuştuk. Hem biraz dinlenmek hem de tuvaleti kullanmak istedik. Lobide bulunan bilgisayarı kullanarak tren saatlerine baktım. Böylece fazla acele etmememiz gerektiğini anladım. Ne yazık ki kaybolma nedeniyle gitmeyi planladığım trenin saatini kaçırmıştık. Bineceğimiz tren saati yaklaştığında eşyalarımızı yüklenerek çok yakında olan SMN İstasyonuna gittik. Tren biletimizi tek yön 9,10 Euroya aldık. Tabiî ki biletlerimizi makineden onaylatmayı unutmadık. 

Bineceğimiz peron henüz belli değildi. Oturup beklemeye başladık. Hareket saatine yaklaşık 5 dakika kala peron numarası tabelada belirdi. Yanlış hatırlamıyorsam 2 numaralı perondu ve istasyonun epeyce uzak bir noktasıydı. 

Sadece biz değil onlarca insan koşarak perona gitmeye çalıştık. Hayatımda bu kadar komik bir durum yaşamamıştım. Peronda çift katlı bir tren bekliyordu ve hemen üst katına çıkıp beğendiğimiz bir yere yerleştik. Sonra bir anons yapıldı ve birileri inmeye başladı. Önce anlamadık ve sonra trene bir görevli gelip herkesi aşağı indirdi. Bu trenin gidiş rotası bir gün önce gezdiğimiz Lucca olmuştu. Bizim tren ve Siena’ya gidecek başka bir tren ucu açık bir şekilde rötar yapmıştı.

Okuduklarımdan ve bir haftalık deneyimimden İtalyadaki tren seferlerinin çok dakik işlediği yönünde bir kanaat geliştirmişken bu durum hepsini altüst etti. Sanırım İtalyanların pek çok konuda olduğu gibi bu gecikme ve rötar konusunda da bizden hiçbir farkı yokmuş!

Floransa'yı soğuk havası dışında ikimiz de çok sevdik. Zaten bir daha gelmek için ritüeli de gerçekleştirdiğimize göre umarım yakın bir zamanda yine gitmek kısmet olur.