5 Eylül 2016 Pazartesi

On 07:21:00 by Gülten İşcimen in    No comments


Tarihin beşiği bir başkent

Birlikte yurt içinde ve dışında pek çok gezi yaptığımız arkadaşlarım sonbaharda da bir gezi planı yapmamızı önerdiler. Özellikle bir gemi turu yapılmasını istiyorlardı. Ancak erken rezervasyonlar daha ocak ayında başladığı için biz geç kalmıştık ve fiyatlar tavan yapmıştı.

Ağustos ayında uçak biletlerine bakarken Atina biletlerinin Ekim ayında uygun olduğunu tespit ettim. 2000 yılında bir iş seyahati için Atina'da 5 gün kalmıştım ve o zaman her yeri gezmiştim. Yine de yıllar geçtiği için tekrar gidip görmekte bir sakınca olmayacaktı. Arkadaşlarıma burayı yazınca hızla karar alıp biletleri almaya başladım. Sayımız bir çırpıda 9'u buldu.

Sayı belirlenince konaklama için booking.com sitesinden otel araştırmaya başladım. Çok merkezi konumda olan ve fiyatı adeta sudan ucuz olan otele rezervasyon yaptım. Sonra Atina ve çevresinde gezilecek yerlerle ilgili kaynakları okumaya başladım. Atina çevresinde gidilecek yerler uzakta olduğundan konaklama ve ülke içi seyahat gerektirecekti. Ancak arkadaşlar koşturmasız ve daha sakin bir gezi olmasını istiyorlardı. Bunu gözönüne alarak sadece Pire Limanına ve bir de yakın bir adaya gidişi planladım.

Seyahat aralığımız 25 Ekim gidiş ve 30 Ekim dönüş olmak üzere 6 gündü. Ancak böyle yurtdışı seyahatlerinde uçağa biniş yüzünden gidiş ve dönüş günleri pek etkin kullanılamıyor. Yani bu seyahati 4 gün gibi düşünmek gerekiyordu.

25 Ekim 2015 

En nihayet gideceğimiz gün geldi. Havalimanına beraber gitmek için Nevin'le sözleşmiştik ve eşiyle birlikte sabah erkenden beni evden almaya geleceklerdi. Aksilik bu ya, tam o gece saatlerin alınacağı geceydi.Bunu biliyordum ve telefonun alarmını da güya buna göre ayarladım. Ancak ayarladığım saatte henüz saatlerin alınmadığını hesaba katmadığım için akıllı telefon işte kendi kendine saati otomatik ayarlamış. Ben de uyuyamamıştım ve yatakta alarmın çalmasını bekliyordum. Telefon çaldı ve tam o sırada Nevin arabayla eve yaklaşmakta olduklarını ve yol tarif etmemi söyleyince aklım başıma geldi. Nasıl hazırlandım ve nasıl evden çıktım bilmiyorum. Tabi bu arada Nevin ve eşi de kapının önünde beni beklemekteydiler. Çok mahcup oldum tabi. Bu gecikmeye rağmen yine de havalimanına ilk biz ulaşmıştık.


İstanbul aktarmamızla birlikte hiçbir sorun yaşamadan Atina'ya ulaştık. Pasaport kontrolünde soru bile sormadılar ve otomatik olarak onayladılar. Adamlar zaten ekonomik krizdeler ve gelecek her turiste muhtaç durumdalar.

Havaalanından şehre gitmek için tren vardı. Biletleri gidiş dönüş alınca biraz daha uygun oluyordu. Sonuçta biz de Türkiye'ye dönmek için tekrar havaalanına gelecektik. Bu yüzden 14 Euro tutan gidiş dönüş biletlerimizi aldık. Dönüş biletlerini çok iyi saklamalarını arkadaşlara hatırlattım. Turnikeden geçebilmek için biletlerinizi makineye okutmak zorundasınız. Trende hepimiz bulduğumuz yere oturduk ve ineceğimiz durağa kadar dinlenmiş olduk.

Havaalanı treni şimdi ismini hatırlamadığım metro istasyonunun da olduğu merkezi bir istasyonda duruyor. Orada indik ve tekrar tek kullanımlık bilet alarak metroya geçtik. Otelimiz Omonia Meydanına çok yakındı ve o durakta inerek metrodan çıktık.Kendimizi bir anda büyük bir meydanda bulduk. Otelimizin olduğu cadde ismini çevredekilere sorduk ve çok yürümeden otelin tabelasını gördük. Otelimiz çok merkezi bir konumdaydı ama sonra konaklamaya başlayınca odalar biraz yetersiz geldi. Özellikle banyoları çok küçüktü ve duş perdesi olduğu için banyo yapılması çok zor oluyordu. Bazı arkadaşların oda ısıtması yetersizdi ve bazılarının da yatakları eski olduğundan demirlerinin battığını söylediler. Yine de bunlar gezimizin neşesine ve güzelliğine gölge düşürmedi tabi!

Sayımız 9 olduğundan odaları çiftleyememiştik. Bu nedenle ben de 4 çift kişilik ve 1 de tek kişilik oda rezervasyonu yaptırmıştım. Kim tek kişi kalacaksa kurayla belirleyelim ve oda farkını da aramızda paylaşalım diye konuşmuştuk. Sonra yolda Nevin tek kalmayı tercih edeceğini söyleyince kuraya falan gerek kalmadan tek kişilik odaya onun yerleşmesine karar verdik. Oda farkı da çok tutmadı zaten, sanırım kişi başı 7 Euro gibi bir rakamdı.

Odalarımıza yerleşmeye ve sonra aşağıda buluşarak biraz çevremizi tanımak için yürüyüş yapmaya karar verdik. Omonia Meydanına giderek gözümüze kestirdiğimiz ana caddelerden birinden aşağıya doğru yürümeye başladık. Burada yürümemiz aslında tam isabet olmuş çünkü bu yol Monastıraki'ye çıkan caddeymiş. Ancak hafta sonu olması yüzünden hemen hemen tüm dükkan ve mağazalar kapalıydı ve fazla hareket görülmüyordu.

Yaklaşık 15-20 dakika yürüdükten sonra kendimizi Monastıraki Meydanında buluverdik. Burası Atina'nın en renkli bölgelerinden birisi. Hatta bazıları İstanbul'un Sultanahmet'i neyse Atina'nın Monastıraki'si de öyledir demekte. 

Monastıraki'nin sokaklarında hediyelik eşyalar, biblolar satan dükkanlar, barlar, restoranlar ve kahveler bulunmakta. Ayrıca Monastıraki'de aradığınız her şeyi bulabileceğiniz sokak aralarında kurulan meşhur bir bitpazarı da bulunuyor. Pazar günleri kurulan bu pazarda çeşit çeşit hediyelik eşyalar, antikalar, kıyafetler, gümüş, bakır, bronz eşyalar satılıyor. Fiyatlar Türkiye'ye göre çok ucuz değil ama bizim ata geleneğimize uygun olarak satıcılarla pazarlık yaparak bu fiyatları istediğiniz seviyeye getirmek mümkün.

Bu Meydanda da biraz dolaştıktan sonra acıktığımızı farkettik ve sağımıza solumuza bakarak oturacağımız bir restoran arayışına girdik. Bahçeli bir yere bakarken sonradan mekan sahibinin oğlu olduğunu öğrendiğimiz ama bizim garson sandığımız bir kişi bizim konuşmalarımızı işitip Türk olduğumuzu öğrenince büyük bir ilgiyle bizi karşıladı. Türkiye'de yaşamış olan birinden söz edip biraz önce ayrıldığını ve bizi telefonla görüştüreceğini söyledi. Telefonla Türkçe konuştuğumuz Niko adındaki şahıs fiyat ve yemek konusunda bize yardımcı olacaklarını söyledi.

Bu telefon görüşmesinden sonra bizi açık havada güzel bir masaya oturttular. Biz balık yemek istediğimizi söyledik. Balık ve diğer yiyecekler konusunda da önerilerde bulundular. Salataları ve balıkları bir harikaydı. İster için ister içmeyin ev yapımı şaraplarını masaya ikram olarak getiriyorlardı. Sonraki günlerde öğrendik ki ekmek için başka mekanlar ücret alıyorlarmış ama burada bizden ücret alınmadı.Yemeğin arkasından helva ve yanında yoğurt üzerine bal ve tarçından oluşan tatlıyı ikram olarak verdiler. Biz çaycı milletiz ve bir de üzerine çay içmek istedik. Onu da getirdiler ama ondan ücret aldılar. Sonuçta kişi başı 35-40 Liraya tekabül eden çok uygun bir fiyat ödedik.


Burada ilginç bir çiftten de söz etmeden geçmek istemiyorum. Keşke fotoğraflarını çekseymişim. İki erkek arkadaşın birlikte yemek yemesi çok normal birşey olduğundan önce bizim dikkatimizi çekmemişti. Oldukça düzgün ve iyi giyimli otuzlu yaşlardaki iki genç küçük bir masada sohbet ederek yemek yiyorlardı. O yöne doğru oturan arkadaşlardan birisi bize bunların sevgili gibi davrandıklarını söyledi. Gerçekten de bizim masamızda umduğunu bulamayan bir çiçek satıcısı o masaya gittiğinde hemen birisi çiçek aldı ve feminen davranışlar sergileyen arkadaşına verdi. Bize çok ilginç geldi ve onları gizli gizli seyretmekten kendimizi alamadık.

Yemek sonrasında artık bildiğimiz yoldan yürüyerek otelimize geldik.Yolculuk ve yeni bir ülkenin verdiği heyecanla yorgun düşmüştük. Güzel bir uyku bizi bekliyordu.

26 Ekim 2015 

Sabah erkenden kalkarak Nevin'in odasına gittik. Bu odayı toplanma ve kahvaltı odası olarak belirlemiştik. Yazık Nevin'cim her sabah yatağını ve bavulunu topluyor ve masayı hazır ediyordu. Yanımızda su ısıtıcıları götürmüştük ve bol miktarda yiyeceğimiz vardı. Hatta yiyecek konusunda o kadar abartmışız ki büyük miktarda kuru pasta türü yiyeceği dönüşte orada bıraktık. 

Kahvaltımızı yaptıktan sonra bir gün önce öğrendiğimiz yoldan yürümeye başladık. Ancak bir anda yolda yürüyen bir grupla karşılaştık. Dini bir ritüel olduğu belliydi. Önde yürüyen renkli elbiseli din adamları ve arkada oldukça fazla sayıda insan sessiz bir şekilde yürüyordu. 



Ne için toplanıp yürüdüklerini anlamadığımız bu garip topluluğun yanından biz de yürüyerek Monastıraki Meydanına ulaştık. Monastıraki Meydanı’nda dikkatimizi ilk çeken yapı, bugün Yunan Halk Sanatı Müzesi olarak kullanılan Mustafa Ağa Tsisdarakis Camii oldu. Burası 1759’da dönemin Atina valisi olan Tsisdarakis tarafından yaptırılmış. 1821’deki Yunan isyanından sonra ise minaresi yıkılmış. Günümüzde Yunan Halk Sanatları Müzesi olarak kullanılan bu binada el işi, nakış işleri ve tablolar sergilenmekte. Bu binaya girmeden yola dümdüz devam ettik ve yolun yan tarafındaki tarihi kalıntıları gördük. Burada Çocuk Müzesi ve Klasik Yunan – Roma heykelleriyle Bizans ikonalarının sergilendiği Kanellopoulos Arkeoloji ve Bizans Müzesi bulunmakta.


Atina gezimize Akropolis'le başlayacağımızdan buraya da hiç pas vermedik. Yol kenarında şehir turu yaptıran Happy Tour trenini gördük. Hem şehri tanımak ve hem de Akropolis'e yürümemek için bu turdan almaya karar verdik. İyi ki de öyle yapmışız ve bütün gün 2-3 kere bu treni kullandık. 

Arkadaşımız Reha bütün seyahatlerimizde olduğu gibi yine bankamız olmuştu. Ne kadar ödedik tam hatırlamıyorum ama sanırım kişi başı 15 Euro kadardı.Hemen trene yerleştik ve hareket saati gelmesini bekledik. Bu trenler merkezi noktalarda duruyor ve inip gezdikten sonra bir sonraki trene binip devam edebiliyorsunuz.

Tren hareket etti ve sabah olması nedeniyle yeni yeni hareketlenmeye başlayan Atina'nın sokakları arasında yol almaya başladı.





Güzel bir yolculukla Akropolis durağına gelince sonraki tren saatlerini öğrendik ve hafif bir yokuş tırmanarak bilet gişelerine ulaştık. Reha yine biletlerimizi topluca aldı ve hepimize dağıttı. Bu biletle Proplyleia, Athena Nike Tapınağı, Parthenon ve Erekhteion dahil bütün Acropolis alanını gezebiliyorsunuz.Artık muhteşem bir tarih yolculuğuna çıkabilirdik.

Antik Atina’nın kuruluşu Akropolis’de başlamış. Şehirden 90 metre yükseklikte kayalık bir alanda yer alan, M.Ö. 6. yüzyılda yapılmış Acropolis, Yunan mimarisinin en önemli örneklerinden birisi. Atina şehrinin hemen her yerinden gece ışıklandırılan Akropolis’teki yapılar görülebiliyor. Akropolis’in ismi, Yunanca’da akro “yüksekte olan” ve polis “şehir” kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuş. Antik Yunan’daki şehir planlamasının en temel amacı, tanrıların oturacağı yerler inşa etmekmiş ve bu amaçla akropoller yapılırmış. Bu akropoller arasında en çok bilineni ise Atina’daki bu Akropolis’dir. Şehrin koruyucu tanrıçası olarak kabul edilen Athena için inşa edilen Akropolis’in bir tepe üstünde olması hem dini hem de askeri açıdan önemliymiş. 

Tarihte buraya ilk olarak yapılan tapınaklar Persler tarafından yıkılmış ve Atinalılar uzunca bir süre bölgede çalışma yapmamışlar. M.Ö. 5. yüzyılda Pericles halkını ikna edip bölgede yeniden bir tapınak yapımına başlamış. Pentelikon Dağı’ndan çıkarılan özel bir mermerle, bölgede Athena Nike Tapınağı, Parthenon, Erekhtheion ve Propylaion inşa edilmiş. Zamanla Roma İmparatorluğu’nun güçten düşmesiyle bu yapılar saldırıya açık hale gelmiş. Osmanlı döneminde ise bu kayalık alan kale yapılmış ve inşasında tapınakların taşlarından faydalanılmış. 

19. yüzyılda Yunanlıların bağımsızlıklarını elde etmeleriyle birlikte bölgede Orta Çağ ve Osmanlı‘dan kalan her şey kaldırılmış ve tekrar eski haline getirebilmek için antik kalıntılar üzerinde restorasyon çalışmaları başlatılmış.

Biletimizi aldıktan sonra bir patikayla zirveye doğru devam ettik. Önce tırmandığımız yamacın eteklerinde adı Herodes Atticus Odeonu olan antik bir tiyatro gördük. 2. yüzyıl Atina’sının varlıklı kişilerinden olan Herodes Atticus burayı karısı anısına yaptırmış. Yapıldığında ahşap bir tavanı da varmış ama zamanla tahrip olmuş. Burası konserlerin ve gösterilerin yapıldığı büyük bir salonmuş. Bizim Aspendos gibi günümüzde de hala konserler için kullanılıyormuş. Goerge Dalaras ve Haris Alexiou gibi ünlü Yunan sanatçıların yanı sıra Maria Callas ve Frank Sinatra gibi dünyaca ünlü isimler de burada konserler vermiş.





Buradan merdivenle ulaşılan bir kapıya geldik. Burası Akropolis’in anıtsal girişi olan Proplyaia'dır. Proplyaia'nın giriş yaptığımız kapısı Beule Kapısı adını taşımakta. Bu anıtsal yapının devasa boyutlardaki kemerleri Pentelik mermerinden yapılmış. Propylaia’nın mimarisi Parthenon’un mimarisiyle çok benzerlik gösteriyormuş. Burası Yunan mimarisinde dorik ve iyonik özelliklerin bir arada kullanılmasının ilk örneklerinden birisi kabul ediliyor.

Bu merdivenlerin önünde pek çok fotoğraf çektirdik. Baran burada pes etti ve bizimle yukarı gelmeyeceğini ve bekleyeceğini söyledi.




Buradan devam ederek kapıdan geçtik. Yürüdüğümüz bu yola “Kutsal Yol” ismi veriliyormuş. Kutsal Yol eskiden sütunlarla çevriliymiş ve bu sütunların arasından yürünerek Akropolis platosuna ulaşılıyormuş.

En nihayet Acropolis'in en bilinen yapısı olan Parthenon'un önüne ulaştık. Akropolis’in en büyük tapınağı olan Parthenon sütunlar üzerinde duran ve frizlerle süslenmiş bir alınlık bulunan görüntüsüyle hepimizin hafızalarında yer etmiştir. Tapınağın yaklaşık 160 metrelik duvarlarının üst kısımlarını ve yatay yüzeylerini süsleyen resimlere friz denilmekte. Bu frizlerde dört yılda bir tanrıça onuruna düzenlenen dini tören betimlenirmiş. Tanrıça Athena’ya ithafen inşa edilen Parthenon, “Bakirenin Tapınağı” anlamına geliyor. Yapı, Proplyaia gibi tamamen beyaz Pentelik mermerinden yapılmış. 

M.Ö. 4. yüzyılda yapılmış bu tapınak ruhani özelliğinin yanında kentin hazinesini de barındırıyormuş. 6. yüzyılda Meryem Ana’ya adanmış bir kilise olan Parthenon, Bizanslılar tarafından kilise, 15. yüzyılda Osmanlılar tarafından da cami olarak kullanılmış. Yine Osmanlı döneminde barut deposu olarak da kullanılmış. Bu yüzden Venedik toplarının sebep olduğu büyük bir patlamada tapınağın pek çok sütunu ve frizi yıkılmış. 1802 – 1811 yılları arasında Osmanlı padişahının izniyle, Lord Elgin, Parthenon’dan söktürebildiği frizleri ve heykelleri İngiltere’ye taşıtmış. Günümüzde bu taşınan parçalar Elgin Mermerleri olarak British Museum’da sergileniyor.

Parthhenon'un 46 dış ve 19 iç sütundan oluşan yapısının tamamı iki odadan oluşuyor. Büyük odaya cella denilmekte ve bu oda iki sıralı dor tarzında kolonlarla çevrili. Bu odanın arkasında, kolonlar arasında, 12 metre yüksekliğinde, gözleri değerli taşlarla işlenmiş bir Athena heykeli varmış ve rahipler bu heykele tapınıyorlarmış. Bu sütunların ve tapınak kalıntılarının içinde yürümeye izin verilmiyor. Sadece etrafında yürüyüp görebildiğiniz kadarıyla iç tarafına bakmanız mümkün oluyor.





Parthenon’un kuzeyinde başka bir görkemli yapı var. Erekhtheion, yüzyıllar geçmesine rağmen Akropolis’te ayakta kalabilmiş son yapıdır. Bu tapınak M.Ö. 5. yüzyılda Athena’ya ve Poseidon’a adanmış ve böylece halkın Athena ve Poseidon’a tek çatı altında tapınması sağlanmış. Erekhtheion adını ise yarı insan yarı yılan olarak tasvir edilen efsanevi kral Erekhteus’tan alıyor. Bu tapınağın doğudaki kolonları iyonik tarzda inşa edilmişken, güneydeki kolonlar yerine kadın figürlü karyatidler (heykeller) kullanılmış. Ancak tapınakta görülen bu heykeller orijinal değildir ve farklı surat ifadelerine sahip bu 6 karyatid heykelin orijinalleri Akropolis Müzesi’nde sergilenmektedir. 

Buranın şöyle bir hikayesi varmış. Atina şehrinin koruyucu tanrısı olmak için Athena ve Poseidon arasında bir yarış düzenlenmiş. Bu yarışa göre hangisi daha yararlı bir hediye verirse şehrin tanrısı o olacakmış. İlk önce Poseidon elindeki 3 başlı mızrağı yere vurmuş ve bir çeşme ortaya çıkmış. Herkes suya kavuştuğuna sevinmiş ancak Denizler Tanrısı Poseidon’un çeşmesi tuzlanmış ve bir işe yaramamış. Sıra Athena’ya gelmiş. Athena da elindeki mızrağı yere vurmuş ve bir zeytin ağacı ortaya çıkmış. Böylece Dünyadaki barışı ve refahı temsil eden bu zeytin ağacı halk tarafından benimsenmiş ve Athena da şehrin tanrısı ilan edilmiş. Bu yarışmanın yapıldığı yer de Erechteion tapınağının bulunduğu yermiş. Athena’nın zeytin ağacını temsilen aynı yerde sürekli olarak bir zeytin ağacı bulunuyor. Çektiğim fotoğrafta da bunu görmeniz mümkün.




Athena Nike Tapınağı ise M.Ö. 5. yüzyılda yapılmış olup Yunan askerlerinin zaferlerini betimleyen frizlerle süslü bir alınlık ve onu destekleyen altı sütundan oluşmakta. Ancak burası Osmanlı döneminde yıkılmış ve yerine bir su bataryası kurulmuş. 19. yüzyılın başlarında bu su bataryası da kaldırılmış ve orijinal tapınak kalıntılarıyla tapınak yeniden inşa edilmiş. Atina ve Nike (zafer tanrıçası)’ye adanmış bu tapınağın bulunduğu yerden çok güzel bir manzara görmek mümkün oluyor. 





Fotoğraf çekerken manzarayı daha iyi alabilmek için duvara çok fazla yanaştığımızı gören bir görevli hemen bizi uyardı ve oradan uzaklaşmamızı istedi. Biz bu uyarıyı duymazdan gelerek son bir fotoğrafı da çektirmiş olduk. Bu da onun resmidir!


Acropolis'i gezdikten sonra geri yürüyerek bizi bekleyen Baran'la birlikte Happy Tour treninin durağına doğru yürüdük. Biraz erken geldiğimiz için kenardaki banklara oturarak beklemeye başladık. Gelen trene yerleşip geçtiği tarihi ve turistik yerleri görmeye çalıştık. Tren önce yeni Acropolis Müzesinin önünden geçti. 

Bu Müze'de, burada bulunan heykeller, frizler ve Erekhtheion’un orijinal karyatid heykelleri sergilenmektedir. Ayrıca tapınakların süslemeli alınlıkları ve iç tapınaktaki Athena adakları da bu Müze'de görülebiliyor. Oda oda ayrılmış Müze'de, 1 numaralı odada sergilenen boğayı parçalayan bir aslanın resmedildiği M.Ö. 6. yüzyıldan kalma bir alınlık, 2 numaralı odada üç başlı iblis alınlığı, 6 numaralı odada Kritikos Çocuğu ve Sarışın Çocuk heykelleri, 8 numaralı odada Parthenon’un Dünyaca ünlü iyonik tarz frizleri ve 8 numaralı odada orijinal karyatid heykelleri özellikle görülmesi gereken eserler arasında sayılıyor. 


Tren Syntagma Meydanına bakan bir sokakta bir süreliğine durdu. Biz de fırsattan istifade Oya'yla birlikte Meydana doğru yürüdük. Burası Atina’nın en önemli meydanıdır. Yunanca’da syntagma anayasa anlamına geliyor. Yani burası bizim dilimizde Anayasa Meydanı oluyor. Zaten Meydana hakim olan yapı da Parlamento Binası’dır. 




Biraz da nostalji olsun ve 2000 yılından bir kaç kare ekleyeyim dedim. 




Parlamento Binasının ön cephesinde Meçhul Asker Anıtı yer alıyor. Parlamento’yu koruyan askerlere "evzone" ismi veriliyor. Ponponlu ayakkabıları ve pileli etekleri olan askerlerin görüntüsü çok komik. Bir rivayete göre, askerlerin eteklerindeki 400 adet pile, ülkenin Osmanlı yönetiminde geçirdiği 400 yılı sembolize etmekteymiş. Bunların nöbet değişim töreni oldukça ilgi çekici oluyor. Nöbet değişimi her saat başı gerçekleştiriliyor. Son gezimizde bu nöbet değişimini göremedim ama önceki seyahatimde görmüştüm. Oldukça etkileyici bir törendi. Bu askerleri sonraki gün binanın önünde olmasa da yan tarafında tekrar gördük. 

Trene tekrar binip şehir turumuza devam ettik. Bunlarda yolda giderken çektiklerimden bazı kareler.




2004 Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapmış olan Panathenaiko Olimpiyat Stadyumu'nu da trenden şöyle bir görmüş olduk.



Zeus’a adanan Zeus Olympias Tapınağı'ndan bugün geriye sadece 15 sütunu kalmış. Bu devasa tapınak 250 metre uzunluğunda, 130 metre genişliğinde ve 17 metre yüksekliğinde sütunları olan bir tapınakmış. Yapımına M.Ö. 6. yüzyılda başlanmış ve ancak Hadrianus döneminde bitirilebilmiş. Altın ve fildişinden yapılmış dev bir Zeus heykelini barındıran tapınak yapıldığında 108 adet sütunla çevriliymiş. Tapınak, özelliklerinin çoğunu kaybetmiş olsa bile hala görkemini koruyor. Biz de Acropolis'den kuşbakışı gördüğümüz bu tapınağı uzaktan tekrar görmüş olduk.



Tren daha sonra Plaka'nın ara sokaklarına daldı. Burası bizim aşina olduğumuz hediyelik eşya satan küçük dükkanları, antikacıları, cumbalı evleri, sokağa taşmış küçük restoranları barındıran çok sevimli bir bölgeydi. Biz de hem sokaklarında gezmek ve hem de öğle yemeği yemek için trenden inmek istedik. Trende arkamızda oturan çok sevimli bir bebek vardı onu da eklemeden geçemedim. 



Yemek için pek çok mekana baktık. Kapıdaki garsonlar bizi ikna etmek için canla başla uğraştılar. En sonunda birisi ikna etti ve yol kenarında bir masaya oturduk. Ancak akşam yediğimize göre vasat olan bir yemek için fazlasıyla para ödedik. Daha önce yazdığım gibi ekmek için, su için ayrı ayrı ücret aldılar. Keşke Nico'nun yerine gitseydik dedik. Sakın yanlış anlaşılmasın aslında mekanın ismi başka bir şeydi ama ben hatırlamıyorum. 


Karnımız da doyduğuna göre artık Plaka sokaklarında gezebilirdik.

Arkadaşlarımın alışveriş pratiği çok iyi olduğundan uzun süre sokaklarda gezerek dükkanlara baktık ve çevreyi de tanımış olduk. Akşam olunca hem Nico'yla tanışmak ve hem de iyi bir yemek için bir gün önce gittiğimiz mekanı bulduk. Nico bizi sanki bir akrabasını görmüş gibi karşıladı. Çok samimi ve yardımsever bir insandı. 14-15 yaşlarına kadar Türkiye'de yaşadığını ve sonra Yunanistan'a geldiğini anlattı. Pek çok hatırası vardı ve bunları şimdi hatırlamasam da her gidişimizde parça parça anlattı. Bu akşam ki yemeğin fotoğrafını çekmemişiz. Yemeğimiz yine çok güzeldi ve bol bol ikramları vardı. Yemeğin fiyatı da yine öyle bir yemeğe göre çok makul geldi. Yemek sonrası yürüyerek otelimize gittik ve herkes dinlenmeye çekildi.

27 Ekim 2015

Sabah erkenden kalkarak yine Nevin'in odasında kahvaltımızı yaptık. Bugün Pire Limanına ve yakındaki adalara gidecektik.

Zaten Pire'ye gitmek çok kolaydı. Artık Atina'nın metro planını öğrenmiştik. Atina'nın 3 hattı olan bir metro ağı var ve kullanımı çok basit. Hangi hattı bilmiyorum ama bindiğimiz metro hattının son durağı Pire Limanıydı. Pire Limanı Atina'nın güneyinde ve şehir merkezine 10 km uzaklıkta olduğundan oldukça yakın bir yer.

Burası Yunanistan'ın üçüncü büyük şehri ve ülkenin en büyük limanı da burada bulunuyor. Pire şehrindeki ilk yerleşimin M.Ö.500 yıllarında olduğu tespit edilmiş. Makedonyalı Philippos zamanında burası önemli bir liman haline gelmiş. Başkente yakınlığı nedeniyle ticari olarak da önem kazanmış. Biz Pire Şehrinden pek bir şey anlamadık.

Metrodan çıktıktan sonra doğruca Limana giderek adalara çalışan feribotları sorduk. Günü birlik gidebileceğimiz sadece Aigina Adası vardı ve biz de buraya gidecek en yakın feribot için biletlerimizi aldık. Feribot hareket saatine daha çok zamanımız olduğu için biraz ara sokaklara girerek gezmeye çalıştık. Bizi çok etkileyen bir şehir olduğunu söyleyemem. Limanında, irili ufaklı yüzlerce tekne, gemi ve feribot görülüyordu. Aşağıda da bu gezimizden bazı kareleri aldım. 



En nihayet hareket saati geldi ve çok büyük bir feribota bindik. Ölü mevsim olsa gerek feribotun neredeyse üçte ikisi boştu. Biz de kah içerde oturduk kah en üstteki açık bölüme çıktık. Böylece yaklaşık 1,5 saat süren bir yolculuk yaptık. Güneş çok yakıcı olmasa da hava da deniz yolculuğu da çok hoştu. Bunlar da seyahatimizden yansıyan kareler.





Güzel geçen yolculukla birlikte Aigina Adasına yavaş yavaş yaklaşmaya başlamıştık. Bu ada Atina'nın güneyinde yer alıyor ve Saron Körfezinin en büyük adasıdır. Karaya en yakın ada olduğundan ulaşımı çok kolay oluyor. Özellikle, yaz aylarında ada çok kalabalık oluyormuş. Yakın ve çok güzel bir ada olması nedeniyle zengin Atinalıların yazlık evlerine ve malikanelerine rastlamak mümkün. Biz de feribot yanaşırken adayı seyre başladık. Gerçekten yazlık evleriyle, balıkçılarıyla, şirin restoranlarıyla, yolda dizili fıstık satıcılarıyla çok hoş ve huzurlu bir yere benziyordu. 



Feribottan inerek sahil boyunca yürümeye başladık. Deniz çok güzel gözüküyordu. Hatta yüzen birkaç kişi de gördük. Sonra tarihi bir yapı olduğu anlaşılan bir kilise gördük. İçine girip biraz oturduktan sonra yürüyüşümüze devam ettik.




Yürüyüşümüz sırasında güzel pozlar da vermedik değil!



Adanın içlerine girip sokak aralarını görelim istedik. Burada da yine başka bir tarihi kilise gördük. Burası kapalı olduğundan içine giremedik.



Adada gezerken sahil boyunda bulunan pastane gibi bir mekana girdik. Selanik kurabiyelerinin bozulmadığını söyleyen arkadaşlar bu kurabiyelerden alarak Türkiye'ye götürmek istiyorlardı. Girdiğimiz mekan kökeni eskilere dayanan ve ürünleri kaliteli olan bir yermiş. Sahipleri de bizimle çok ilgilendi ve ikramlarda bulundular. Ancak biz kararsız kalarak dönüşte alırız diye hiçbir şey almadan çıktık. Keşke o zaman alsaymışız çünkü sonra buraya hiç gelemedik. Zaten deneyimlerimle sabittir ki bir şeyi beğeniyorsan hemen alacaksın. Genellikle sonra gelir alırım diye bıraktığın hiçbir şeyi alamazsın. 

Uzun süre yürüdükten sonra park gibi bir yerde oturarak hem dinlendik ve hem de denizi seyrettik.




Sonra akşam yemeği için güzel bir yer aramaya başladık. Adada olduğumuz için balık yemek istiyorduk. Tavernaların ve küçük lokantaların olduğu bir sokak bulduk ve orada hepimize uygun görünen bir yere oturduk. Kalabalık olduğumuz için servisler çok geç yapıldı ve bardakları da kirli gibiydi. Yani anlayacağınız hiçbirimiz bu yemekten mutlu olmadık ve Nico'yu mumla aradık. Üstüne üstlük fiyatı da böyle salaş bir yere göre oldukça fazlaydı.

Feribot saatine kadar biraz gezelim ve alışveriş yapalım istedik. Bu adanın “şamfıstığı” meşhurmuş. Zaten adaya ayak bastığımızda da bu satıcıları görmüştük. Önce bir satıcıya gittik ve bütün çeşitlerin tadına baktık. Hiç bu kadar sabırlı satıcılar görmemiştim. Şunun tadını unuttuk bir daha deneyelim, şunu da deneyelim derken epeyce fıstık yedik. Sonra bir başka satıcıya da giderek aynı şekilde fıstıkların tadına baktık. En nihayet hepimiz çeşit çeşit fıstık ve fıstık ezmesi aldık.

Feribot için limana gittik ama ne soğuk vardı anlatamam, iliklerimize kadar üşüdük. Hatta soğuğu keser belki diye bir tırın arkasına dizildik. Bu da soğukla mücadelemizden kareler. 



Feribota binince hemen kapalı alana yerleştik ve Reha bize sıcak kahve getirerek ısınmamızı sağladı.


Dönüş yolunu biliyorduk ve Pire'den Omonia Meydanına metroyla gelerek otelimize yürüdük. Güzel bir gün sonrasında herkes dinlenmeye çekildi.

28 Ekim 2015

Sabah kahvaltımız yine Nevin restorandaydı. Daha sonra hergün yürüdüğümüz caddenin diğer tarafındaki caddeden yürümeye başladık. Burası bizi Syndagma Meydanına götürecekti. Yürürken çok güzel tarihi yapılarla karşılaştık. Bunun üniversite binası olduğunu öğrendik.




Bu yapıların ilerisinde ne olduğunu hatırlamadığım başka tarihi yapılar vardı.




Bu yoldan yürümeye devam ederken belirli bir noktadan itibaren caddenin kapatıldığını ve her tarafta polislerin bulunduğunu gördük. Caddenin her iki tarafına da insanlar toplanmaya başlamışlardı. Bir süre sonra caddeden okul çocuklarının ellerinde bayraklar ve okul üniformalarıyla geçit töreni başladı.



Resmi bir bayramları olduğunu anladık ama ne olduğunu o zaman öğrenememiştik. Araştırdığımda o günün Oxi (Hayır) günü olduğunu öğrendim.28 Ekim 1940 tarihinde İtalyan diktatör Benito Mussolini o tarihteki Yunanistan diktatörü Yoannis Meteksas'a bir ultimatom vererek İtalya'nın Yunanistan'ı fiilen işgali anlamına gelen İtalyan kuvvetlerinin Yunanistan topraklarından serbest geçişini talep etmiş ve bu talep Meteksas tarafından reddedilmiş. Bu red Kararı Yunanistan'ı önce İkinci Dünya Savaşına ve sonra iç savaşa sürüklese de ülkenin bağımsızlığının korunması ve faşizme direnme anlamında her yıl 28 Ekim günü kutlanıyormuş. 

Burada bir süre geçit törenini izledik. Parlamento binasının önü kapatıldığından oraya da geçemedik. Biz de Parlamento binasının yanındaki caddeden yukarı doğru yürümeye başladık. İşte o zaman Evzone askerlerini gördük. Sanırım nöbet değişimi yapılmış ve bunlar da dinlenme alanlarına gidiyorlardı. Giderlerken öyle salına salına gitmiyorlardı tabi. Adımları birbirleri ile uyumlu ve gösterişliydi.




Bunları da gördükten sonra arkadaşların istekleri doğrultusunda Kolonaki semtine gitmeye başladık. Ancak şansımıza o gün resmi tatil olduğu için her yer kapalıydı. Biz de biraz sokaklarda gezdikten sonra belki açık yer buluruz ümidiyle Plaka'ya gidelim dedik. Hemen hemen bütün ünlü markaların bulunduğu ünlü Ermou Caddesinde açık olan mağazalara baktık.


Daha sonra oturup kahve içelim dedik. Oturduğumuz yer Aga İrini Meydanına çıkan ve pek çok kafenin bulunduğu bir sokaktı. Mekan da çok hoştu ve oldukça kalabalıktı.






Kahvelerimizi içip pastalarımızı da yedikten sonra Meydana doğru yürüdük. Meydanda bir heykel ve çok büyük bir kilise vardı. Vaktimiz olmadığından kilisenin içine girmedik.



Bu kilisenin yanında adı Theotokos Gorgoepikoos ve Ayıos Eleytherios Kilisesi olan tarihi bir kilise vardı. Niye bu kadar uzun isim koymuşlar anlamadım yazarken bile yoruldum! 


Bu kilisenin yanından yukarı doğru yürümeye başladık. Bir sürü hediyelik eşya satan dükkan vardı. Çok güzel ve pamuklu gömlek satan bir dükkanda epeyce zaman geçirdik. Arkadaşlar üstlerine denedikten sonra pekçok gömlek aldılar. Bu dükkandaki benim kısmetim çok severek taktığım bir kolye oldu.

Buradan yokuş yukarı çıkmaya devam ettik. Gitmek istediğimiz yer Anafiotika denilen bir bölgeydi. Burası Atina'da mutlaka görülmesi önerilen beyaz evleriyle meşhur bir bölge. Buranın şöyle de bir hikayesi var.

1841 yılında Yunanistan kralı, bağımsızlığını yeni kazanmış olan ülkesinin başkentini yeniden inşa etmek istiyormuş. Bu nedenle ülkenin Kiklad Adaları’na bağlı Anafi Adası‘ndan yerlileri ana karaya getirtmiş. Ancak Anafi adası yerlilerinin bildikleri tek bir mimari bulunuyormuş. Bu da kendi adalarında yaşadıkları beyaz renkli ve taştan yapılma, pencereleri mavi renkte ve tavanları yazın sıcak dolayısıyla uyumaya müsait düz teras evleriymiş. Bildikleri bu ev mimarisiyle evleri inşa etmişler ve böylece küçük Anafi anlamına gelen Anafiotika bölgesi kurulmuş.





Sonra biraz yorulunca bir çıkmaz sokakta bulunan bir ağacın etrafında biraz soluklandık.



Buradan tekrar geldiğimiz yolları yürüyerek Plaka'ya döndük. Farklı bir yerde yemek yiyelim dedik ama baktığımız mekanların fiyatları bize çok yüksek geldi. Bizi yine Nico'nun yeri paklar dedik ve doğruca alışkın olduğumuz mekana geldik. Müziği de dinlemek için içeride oturmak istedik. Bu da yemek sonrası tatlı ikramımızdan bir kaç karedir. 



Yemek sonrası ise bilindik şekilde otelimizde sonuçlandı.

29 Ekim 2015

Sabah Nevin restorandaki kahvaltımız sonrasında Nico'dan öğrendiğimiz yolu takip ederek sahile gitmek istedik. Önce Syntagma Meydanına doğru yürüdük. Burada gişeden bilet alarak Parlamento Binasının yanındaki sokakta durağı olan numarasını hatırlamadığım otobüsü beklemeye başladık. Otobüs gelince çoğumuz hemen boş koltuklara oturdu ama ben ayakta kalmıştım. Bu yolculuk bize şehir turu gibi geldi. O kadar çok gittik ki ineceğimiz durağı kaçıracağız diye korkmaya başladık. O sırada Nevin'in yanındaki koltuk boşaldı ve bana gelmem için seslendi. Nevin'in karşısında oturan ve Türkçe konuşmamızı duyan yaşlıca bir adam bizimle ilgilendi. Çok az hatırladığı Türkçesiyle ve kalanını ingilizce konuşarak bizimle sohbet etti. Çok zor geçen bir hayat öyküsü anlattı. Çocukluğunun Büyükada'da geçtiğini 6-7 Eylül olayları sırasında 4-5 yaşlarında olduğunu söyledi. Hatta evlerinin de taşlanmış olduğunu ve ailesinin Yunanistan'a taşınmak zorunda kaldığını hüzünlü bir şekilde anlattı. Ne yazık ki bu insanlık dramlarına her yerde rastlanıyor. Umarım bir gün herkes ırkına, dinine, cinsine bakmadan önce karşısındakine insan olarak bakma erdemini kazanır.

Sohbet ettiğimiz kişi bizden epeyce önce indi ama bize inmemiz gereken durağı da söyledi. Yaklaşık 1 saat süren yolculuğun sonunda sahilde indik. Burası çok güzel bir bölgeydi ve sanırım yaz aylarında çok kalabalık oluyordur. Balık restoranları, plajları, tekneleri ve yazlık evleriyle bir tatil beldesine gitmiş gibi hissediyorsunuz. 








Karnımız acıkmıştı ama nereye oturalım karar veremedik. En nihayet yediklerimizde sorun yaşamayalım diye Burger King'e oturduk. Menülerimizi sipariş ettik ve deniz havasının da verdiği büyük bir iştahla yemeğimizi yedik. 

Ortalık çok sakindi ve biz de sahil yürüyüşümüzü yaptığımız için şehre geri dönmeye karar verdik. Aynı otobüs hattıyla tekrar Syntagma Meydanına geldik. Artık bildiğimiz sokaklarda gezerek akşamı yaptık.


Akşam yemeği için yine Nico'nun yerine gitmeye karar verdik. Mekan çok kalabalıktı. İstanbul'dan gelen yaklaşık 20 kişilik bir de Türk grubu vardı. Neyse Nico bize bir yer buldu da açıkta kalmadık. Müzik de vardı ve Türk grubundakiler zaman zaman kalkıp oynadılar. Enteresan bir gruptu ve sonra çok da geç olmayan bir saatte bir anda kalkıp gittiler. Biz de neden gittiklerini merak edip masamıza gelen Nico'ya sorduk. Meğer Nico'dan striptiz bar adresi almışlar ve kadınlı erkekli oraya gitmişler. Kadınların da gidiyor olması Nico'ya da tuhaf gelmişti.

Güzelce yemeğimizi yedik ve arada müziğe de eşlik ettik. 





Yemek sırasında Nico'da masamıza zaman zaman geldi ve bir de birlikte fotoğraf çektirdik.


Yemek sonrasında yürüyerek otelimize döndük ve artık Atina'da son gecemizi geçirecektik.

30 Ekim 2015

Sabah erkenden kalkıp bavullarımızı hazır hale getirdik. Artık Nevin restoranda aynı kuru yiyecekleri yemek istemiyorduk. Meydanda bir kafe görmüştük. Gidip orada sandviç yedik ve yürüyerek çok yakındaki Carrefour'a gittik. Oradan da sandviç malzemesi alarak kendimize yolluk hazırladık. Çünkü dönüş yolculuğumuz uzun saatler sürecekti ve bir de Ankara'ya aktarmamız vardı. 

Sonra Meydanda ki bir kafeye gidip kahvelerimizi yudumladık. Şansımıza döneceğimiz gün hava çok güzeldi. Neyse ki seyahatimiz süresince yağmur yağmadı ve soğuk da olmadı. Sadece hava kapalıydı veya güneş çok parlak değildi. 

Dönüş yolculuğumuz sorunsuz geçti. Atina komşu kapısı gibi ve bizlerin hiç yabancılık çekmeyeceği bir şehir. Din ve dil farkı olsa bile pek çok konuda benzerliklerimiz var. Yıllar sonra tekrar gördüğüm için memnun oldum diyebilirim.

0 yorum:

Yorum Gönder