29 Ağustos 2019 Perşembe

On 00:54:00 by Gülten İşcimen in    No comments
BÜYÜLÜ VE GİZEMLİ BİR ORTAÇAĞ KALESİ - SİGHİSOARA



Transilvanya’da gerçekleştirdiğim seyahatimin en güzel duraklarından birisi de Sighisoara oldu. 





Şehri tanıyalım

Sighisoara, Romanya’nın Mureş bölgesinde ve Târnava Mare Nehrinin geçtiği bir şehir olup nüfusu 2011 yılı nüfus sayımına göre 28.000 kişinin biraz üzerindeymiş. Başkent Bükreş’le arası 170 mil olan Sighisoara, buraya gelmekte olduğum Cluj şehrinden 90 mil uzaklıkta. 


Sighisoara, Orta Avrupa’nın Latin odaklı kültürü ile Güneydoğu Avrupa’nın Bizans-Ortodoks kültürü arasındaki sınır bölgesinde bulunan göz kamaştırıcı güzellikte bir Orta Çağ kale içi şehri. Bu nedenle de muhteşem bir mimari mirası barındırıyor.
 

Coğrafi konumu nedeniyle, Sighisoara, yüzyıllar boyunca Orta Avrupa'nın önemli bir ticari ve stratejik noktası olmuş. Ayrıca, 12. yüzyıldan başlayarak Transilvanya Saksonlarının bu bölgedeki yerleşimlerinden sonra inşa edilen yedi kaleden birisidir. 


Sighisoara şehri kabaca iki bölümden oluşuyor. Orta Çağ kalesinin içine inşa edilmiş olan ve “Citadel” olarak bilinen Yukarı Şehir (the Upper Town) ile Tarnava Mare nehri vadisinde uzanan Aşağı Şehir (the Lower Town) olarak kategorize edilebilir. 


Sighisoara (Almanca Schäßburg - Schassburg veya Schäsbrich) Avrupa'nın en güzel ve en iyi korunmuş Ortaçağ şehirlerinden birisi olarak UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirasları Listesine dahil edilmiş.

 

16. yüzyıldan kalma dokuz kulesi, Arnavut kaldırımlı sokakları, burgher (kasabalı) tarzındaki evleri ve süslü kiliseleriyle oluşan bu sihirli atmosferiyle Eski Prag veya Viyana'nın tarihi sokaklarına adeta rakip olduğu belirtilmekte. 


Eski bir Sakson kenti olmasının yanı sıra, Sighisoara'nın şöhret kazanmasının bir nedeni de Vlad Tepes, Vlad the Impaler ve Vlad Dracula olarak da bilinen Vlad III'ün doğduğuna inanılan bir yer olarak öne çıkması. Bram Stoker'in kurgusal karakteri olan Kont Drakula için esinlendiği kişi Vlad Tepes olmuş. Vlad'ın babası 1456'dan 1462'ye kadar yakınlardaki Walachia eyaletinin yöneticisiymiş ancak Vlad doğduğunda Transilvanya'da sürgündeymiş. 

Vlad'ın doğduğu ve bir süre yaşadığına inanılan ev kale meydanında bulunuyor ve sadece müze değil “Casa Dracula” adıyla çok kitschy bir restorana ev sahipliği yapıyor. 


Vlad Tepes’in doğduğu ve yaşadığına inanılan ev, buradaki pek çok ilgi çekici yerden sadece birisi. 500 yıllık fresklere sahip Tepedeki Kilise (the Church on the Hill ), 13. yüzyıl Venedik Evi (Venetian House) ve Transilvanya Rönesansı tarzında oyma sunağı, barok minberi, Şark halıları ve 17. yüzyıl orguyla bilinen Dominik Manastırı Kilisesi (the Church of the Dominican Monastery) görülecek yerler arasında yer alıyor. Bugünlere gelebilmiş 9 kule arasında en dikkat çekici olanı ise 14. yüzyıldan kalma Saat Kulesiymiş. Bu Kule, zamanında yarım mil uzunluğundaki savunma duvarının ana kapısını kontrol etmek amacıyla yapılmış ve ayrıca burada şehrin hazineleri saklanmış. 

Sighisoara, Transilvanya'daki "Siebenbürgen" adı verilen yedi Sakson kalesinden birisidir. Diğer Siebenbürgen kaleleri ise Bistrita (Bistritz), Brasov (Kronstadt), Cluj (Klausenburg), Medias (Mediasch), Sebes (Mühlbach), Sibiu (Hermannstadt) olarak sıralanabilir. Bu şehirlere benzer şekilde Sighisoara da Transilvanya Saksonları’nın ticaret yapmaları için kurulmuş ve yaşayan insanlar ne çok zengin, ne de çok fakirmiş. Daha çok orta sınıf gibi olduklarından bunlara “Burgher (kasabalı)” denilirmiş. O zamanki kasabalıların geleneksel ev mimarisi “Burgher” tarzı olarak adlandırılmış ve en güzel örnekleri de Sighisoara’da görülüyormuş. Bugünlere kadar bozulmadan gelen renkli evler genellikle Sighisoara’lı tüccar ve zanaatkarlara aitmiş. Bu mimari tarzı günümüzde Polonya, Almanya, Romanya’nın bazı şehirlerinde görülebilmekteymiş. Şehirde tarihi en az 300 yıllık olan 164 evin çoğu tarihi eser sayılıyormuş. Bu rengarenk evlerin hemen hepsi orijinal durumlarını korumuş ve genellikle de şehrin meydanlarında bulunuyorlarmış. 


Sighisoara Kalesi, bu yedi şehir arasında en büyük ya da en zengin değilmiş ama en popülerlerinden birisi haline gelmiş. Hatta doğal güzelliği ve mimarisinden dolayı Macar Krallarının bir dönem favori şehri olmuş ve bazı krallar taç giyme törenlerini burada gerçekleştirmişler. 

Sighisoara ünlü kişilerin gelip ziyaret ettiği ve burada kaldığı bir yer haline gelmiş. Yakın zamanlarda Prens Charles da bu şehri birkaç kez ziyaret etmiş ve burada kalmış. 


Sighisoara’da ayrıca, Saat Kulesi'nin içindeki müze ve hemen yanındaki işkence müzesi de olmak üzere, şehrin tarihine adım atacağınız çok sayıda müze bulunuyor. 

Çok iyi bir şekilde korunarak bugünlere gelen orijinal Orta Çağ mimarisinin görülebileceği dolambaçlı Arnavut kaldırımlı sokaklarda yürümek, dik merdivenleri tırmanmak, meydanlarında oturmak, kuleleri, kiliseleri gezmek adeta zamanda geri gitmeye ve o yılların büyülü havasını solumaya neden oluyor. 


Sighisoara turistik bir şehir olduğundan magnetleri, kupaları, kılıçları, Dracula tişörtlerini satan bir çok hediyelik eşya dükkanı ve açık hava standını görüyorsunuz. Burada el sanatlarına ilişkin obje ve kıyafetleri de bulmak mümkün. International Cafe içindeki galeride de el oyması ahşap ürünler ve eşsiz seramikler üretiliyor. Açık havada cafelerde oturmak ise herşeye değer!


Gezelim Görelim

Nasıl, biraz merak uyandırdım mı! Haydi o zaman biraz gezelim. 

29 Nisan 2018 

Kaloşvar yani Cluj şehrinde trene binerek Sighisoara’ya doğru yola çıktım. Transilvanya’daki şehirler arasındaki seyahatimi hep trenle yaptım. Trenler hep dakik ve vaktinde kalkıyorlar. Ancak çok yavaş gittiklerinden ulaşmanız biraz zaman alıyor. Fiyatları da trenin bölge treni mi yoksa şehirlerarası mı olduğuna göre, mevkisine, yoğun saat olmasına göre değişiyor. Kaloşvar yazımda da belirttiğim gibi 2. Mevki için 60 Lei ödeyerek biletimi sanırım akşam 7-8 civarı için almıştım. Vagon ve koltuk numarası da bilette yazıyormuş ama ben farklı bir dil olunca anladığım numaralardan farklı bir vagona gidip doğru koltuk numarası olan yere oturmuşum. Romanya’daki trenlerde çok sıkı bir bilet kontrolü yapılıyor. Kondüktör gelip yanlış yerde oturduğumu söyledi ve vagonu tarif etti. Boş olsa da yanlış yerde oturmanıza izin vermiyorlar. Çünkü adım başı köy istasyonlarında bile duran trenin bu boş koltuklarının sahibi her an gelebilir diye düşünüyorlar herhalde. 

Neyse sorun etmedim ve gidip yerimi buldum. Hava kararıncaya kadar dışarıyı seyretmeye çalıştım. Ondan sonra biraz uyuyarak vakit geçirmek istedim. Ancak uykuya dalıp ineceğim durağı kaçıracağım diye adamakıllı birazcık bile uyuyamadım. Biletin üzerinde trenin gideceğiniz yerde olacağı saatte yazıyor. İnanın Romanya’da bindiğim trenlerde bu saat sadece bir kez birazcık saptı onda da başıma gelmeyen kalmadı. Neyse bunu zamanı gelince Rasnov yazımda anlatırım. 

30 Nisan 2018 

Şimdi tam zamanı hatırlamıyorum ama gece yarısından çok sonra Sighisoara’ya gelebildik. Kalacağım hostele çok önceden geç geleceğim konusunda haber vermiştim. Ancak bu haberleşmeyi Kaloşvar için de yaptığım halde orada başıma gelenler beni endişelendiriyordu. İstasyondan çıktım ve sessiz olan hiç bilmediğim sokaklarda elimdeki adres tarifiyle birlikte yürümeye başladım. Önce Ortodoks Katedralini buldum ve yan tarafından burayı geçtim. Sonra Tarnava Mare Nehri üzerindeki köprüyü gördüm. Bu Nehir popüler Transilvanya şehirleri olan Sibiu ve Alba’dan da geçiyormuş. 

Köprüyü geçtikten sonra gece olması nedeniyle çok fazla trafiğin olmadığı geniş bir karayolundan geçtim. Karanlıkta bile olsa artık yavaş yavaş eski şehir merkezi (old town) olan kale bölgesini görmeye başlamıştım. Tren istasyonu ile burası arasında yaklaşık 10-15 dakikalık yürüme mesafesi bulunuyor. 

Eski şehir merkezine yani kaleye çıkmak için birkaç giriş bulunuyor. Kaleye çıkmak için bir süre en yakın merdivenleri aradım ve en sonunda bir çıkış noktası bularak düzgün olan basamakları tırmandım. Kalenin içinde Katolik Kilisesini bulunca hemen karşısındaki sokakta kalacağım hosteli buldum. Gecenin o saatinde hiç kimseler yoktu ama girip çıkınca ve biraz da seslenince avluda uyuyan yaşlıca bir adam hemen kalkıp geldi. Anahtarları alıp beni Katolik Kilisesine daha yakın olan başka bir binaya götürdü. Banyosu içinde olan 2 kişilik oda çok şirin gözüküyordu. 2 gece için 98 Lei ödediğim Burg Hostel adındaki bu hosteli herkese tavsiye ederim. Çok yorgundum ve yattığımda hemen uyumuşum. 

Sabah erkenden kalkıp odada kendime çay hazırladım ve kahvaltımı yaptım. Çok güzel ve günlük güneşlik bir gündü. Artık şehri tanımaya hazırdım. Dışarı çıkar çıkmaz önce gece geldiğim tarafa gidip gündüz gözüyle görmek istedim.


Daha ilk izlenimim 16. Yüzyıl’dan kalma rengarenk evleri, dar sokakları ve şirin cafeleri ile buranın harika bir yer olduğu. O kadar çok fotoğraf çekmişim ki hangisini buraya alayım şaşırdım. 


Sighisoara kale içi, gerçekten inanılmaz renkli bir yer. Şehrin hemen hemen her sokağında parlak portakal, sarı ve pembe gibi tropikal renklerde ve adeta boya kalemleri kutusu gibi rengarenk evler yanyana dizilmiş. Buradaki pencere ve kapılar bile renkli ve ilginç. 


Bu evlerin bazıları cafe, restoran ve otel olarak hizmet veriyor ve bir kısmında da insanlar halen oturuyorlar.


Yaşanan bir yer olduğu için pencerelerinde perdeleri ve çiçeklerini, evlerinin önünde arabalarını, posta kutularını, insanların girip çıktığını görebiliyorsunuz. Yani burası hem turistik hem de yaşayan bir yer. 


Sighisoara'nın duvarlarla çevrili Old Town yani kale içi bölgesi, kabaca 3 ana caddeden oluşuyormuş. Bu demek oluyor ki her yere yürüyerek kaleyi bir günde kolayca keşfedebiliyorsunuz. 


Eski Şehri şimdi size sırasıyla tanıtayım isterim. 

Kale Meydanı (Piata Cetatii) 

Şehrin Yukarı Şehir (the Upper Town) denilen kısmındaki bu tuhaf küçük kare meydan kalenin tam kalbinde yer almaktadır. Eskiden burası şehrin ticari faaliyetlerinin çoğunun gerçekleştiği bir yer olduğundan meydanda sokak pazarları ve el sanatları fuarları düzenlenirmiş.


Ayrıca halka açık idamlar ve cadı yargılamaları da bu meydanda yapılırmış. Sadece kuyumcuların, terzilerin, marangozların ve tüccarların kale içinde atölyeleri ve loncalarının bulunmasına izin veriliyormuş. Loncalar 1875'e kadar aktif olarak burada çalışmış.



Bu meydan kalenin tam ortasında olduğundan Sighisoara'nın turistik mekanlarına buradan kolayca gidilebiliyor. Buraya çok yakın olan Dominik Manastırı Kilisesi ve Silah Koleksiyonu Müzesi ziyaret edilebilir veya yerel halkın en zenginlerine ait olan Venedik Evi (the Venetian House) ve Geyik Evi (the Stag House) görülebilir.


Şehir Meydanı, Terziler Kulesi veya Ayakkabıcılar Kulesi gibi Ortaçağ kulelerine sadece birkaç on metre uzakta bulunuyor. Günümüzde meydan cafe, restoran ve hediyelik eşya dükkanlarıyla dolu ve çok hareketli bir yer.

Turistler için uygun olan her yere hediyelik eşya satış standları da kurulmuş. O kadar çok değişik ürün var ki almayacaksanız bile bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz.


Bu standları ve dükkanları Sighisoara’da bulunduğum 1,5 günde defalarca gezerek 6 Lei ödeyip bir küçük kupa ve 5 Lei ödeyerek de bir magnet aldım.


Dominik Manastırı Kilisesi (Biserica Manastirii Dominicane) 

Cetatii Meydanında bulunan Kilise, Saat Kulesine de yakın bir konumdadır. İlk olarak 1298 tarihli bir dokümanda bir Dominik manastır yerleşkesinin bir parçası olarak yapıldığı belirtilmiş. 1556'da ise Saksonların ana Lutheran kilisesi haline gelmiş. Manastır kompleksi 1888'de yıkılmış ve bu yere mevcut belediye binası yapılmış. Orijinal yapıdan sadece kilise ayakta kalmış.


Salon kiliselerine özgü, geç gotik tarzda inşa edilen kilisede iki nef ve iki sıra sütun bulunmaktadır. 15. yüzyılda ve daha sonra 1676'da çıkan büyük yangının ardından 16. yüzyılda tekrar restore edilmiş. Kilisenin bugünkü halini aldığı son restorasyon ise 1894 ve 1929 yıllarında yapılmış.


Tarihi 1440 yılına kadar giden bronz bir arınma kasesi, 1570 yılında Transilvanya Rönesansı tarzında oyulmuş ve kilisenin kuzey duvarına inşa edilmiş taş kapı çerçevesi, 16. ve 17. yüzyıl şark halı ve kilimleri koleksiyonu, barok tarzında bir org ve 1680'den kalma çok özel bir mihrap heykeli gibi çok değerli sanatsal objeler Kilisenin içinde yer almaktadır. Klasik ve barok konserler genellikle burada düzenleniyormuş.


Kilise içerisine giriş ücretliymiş ve değişmediyse 8 Lei alıyorlarmış. Sabah olduğundan daha açılmamıştı ve ben sağa sola bakarken açılış zamanı geldi. 


Ücretli olduğunu bilmeden büyük bir turist grubuyla birlikte içeriye girdim. Yani anlayacağınız bilmeden burayı ücretsiz gezmiş oldum. İç kısmı oldukça etkileyiciydi ve tarihi olduğu belli olan pek çok şey vardı.



Özellikle o kadar çok halı ve kilim vardı ki şaştım kaldım. Bunların büyük kısmı Osmanlı zamanında yaptırılmış ve kullanılacak motifler de sipariş edilmiş. 


Burayı gezdikten sonra vakit kaybetmeden Kilisenin yanından yürümeye devam ettim. Kilisenin hemen üst tarafında ve bir tarafında Belediye Binası olan küçük bir meydanda Vlad Tepeş’in bir büstü bulunuyor. Ancak bu büstün tarihi bir yönü yok, turistlerin Vlad Tepeş’e ilgisi nedeniyle sonradan yapılmış.


Bu küçük meydan ise surlarla bitiyor ve buradan çok güzel bir şehir manzarası izlenebiliyor. 



Meydanın diğer tarafında ise çok büyük ve etkileyici olan belediye binası bulunuyor. Burası gezilebiliyor mu emin değilim.



Sonra Sighisoara'nın sembollerinden birisi olan Saat Kulesine yakından bakmak istedim.

Saat Kulesi - The Clock Tower (Turnul cu Ceas) 

Orijinal 14 kulenin dokuzu halen ayakta olmasına rağmen çoğu ziyaretçilere kapalı bulunuyormuş. Sighisoara'nın sembollerinden birisi olan Saat Kulesi ise kalenin hemen girişinde yer alıyor ve aynı zamanda kapı görevi görüyor.


Pazartesi kapalı olmak üzere haftanın 6 günü ziyarete de açık. Girişin ücretli olduğu kuleye 15 Lei vermek gerekiyor. Fotoğraf çekmek içinse neredeyse tüm Romanya müzelerinde olduğu gibi ek ücret ödemek gerekiyor. 

Burası, küçük, eğimli ve renkli bir çatıya sahip kare planlı bir kule. Kulenin duvarında ateş açmak için açılmış delikler görülebilir.


Sighisoara'nın en yüksek kulesi ve en önemli noktası olan Saat Kulesi, 1360 yılında inşa edilmiş ve 60 metre yüksekliğindedir. 16. yüzyılda biraz daha genişletilmiş. Kaledeki en görkemli kule olan Saat Kulesi 1556 yılına kadar Belediye Meclisleri'nin toplantıları için kullanılmış ve bu yüzden Konsey Kulesi olarak da biliniyormuş. 


2,3 metre kalınlığındaki duvarları mühimmatın depolanmasına, arşiv yapılmasına ve şehir hazinesinin korunmasına ve bunların güvenliğine imkan sağlamış. Şehrin Saat Kulesi, girişi iyi bir şekilde güçlendirilmiş ve üç kapı tarafından savunulmuş. Üçüncü kattaki çıkıntılar duvardan dışarı doğru uzatılarak, kuleye sert ve ulaşılamaz bir görüntü verilmiş. Kulenin beşinci katı ise biraz içeri çekilmiş ve burası açık bir balkon haline getirilmiş. 

34 metre yüksekliğindeki çatıyı oluşturan dördü küçük, biri büyük taret kuleler barok stilinde yapılmış ve bunların kuleye kattığı güzellik inşasında çalışan üç ustanın olağanüstü başarısını gösteriyormuş. Kulenin tepesinde bulunan dört küçük köşe kulesi, gerekirse ölüm cezasını uygulayabilecek Şehir Konseyi'nin adli özerkliğini sembolize ediyormuş. 


Başlangıçta ahşaptan yapılmış saat mekanizması, 1676'da Terziler Kulesinde bulunan barut tozlarının patlaması sonucu çıkan büyük yangından sonra metalle değiştirilmiş. 


Üzerinde ahşap heykeller olan Kulenin çatısı 1677'de Avusturyalı sanatçılar tarafından şimdi görülen barok tarzında yeniden inşa edilmiş. Aşağı Şehir için haftanın günlerini temsil eden figürler ve kaledekiler için de barış, adalet ve doğruluk figürleri yerleştirilmiş. 


Ihlamur ağacından oyulmuş bu figürlerin yerleştirildiği iki yüzlü bir saat, bir kadranı Aşağı Şehir'e (Orasul de Jos) ve diğer tarafı kaleye bakacak şekilde (Romence cetate, Almancada burg) kulenin tepesine yerleştirilmiş. Saatin mekanizması tarafından hareket ettirilen figürlerin her biri farklı bir karakteri temsil ediyormuş. Figürler, yedi eski tanrı, yedi gezegen ve yedi temel metali tasvir ediyorlarmış. 


Kale tarafına bakan tarafta bronz bir davula saatleri vuran bir davulcu eşliğinde zeytin dalı tutan Barış tanrıçası karakteri görülüyor. Bunların hemen üstünde, Gündüz ve Gece'yi temsil eden iki meleğin eşliğinde elinde terazi olan Adalet tanrıçası ve bir kılıç kullanan Hukuk karakterleri bulunuyor. Bunlar mavi elbiseler giymiş olup “doğruluk” ve “adaleti” temsil ediyorlar. Sabah 6'da, günü simgeleyen melek, çalışma gününün başladığını ilan eder ve akşam saat 6'da, geceyi simgeleyen melek, iki yanan mum taşıyarak çalışma gününün sona erdiğini işaret eder. 

Aşağı Şehir'e bakan kadran ise, her biri haftanın günleriyle kişileştirilen pagan tanrıları temsil eden yedi figürden oluşuyormuş. Diane (Pazartesi), Mars (Salı), Merkür (Çarşamba), Jüpiter (Perşembe), Venüs (Cuma) , Satürn (Cumartesi) ve Güneş (Pazar) günü olarak belirlenmiş. 


En son 1894 yılında da kulenin çatısına renkli fayanslar eklenmiş. 


Kulenin sivri kısmında küçük altın bir küre bulunmaktadır. En tepeye ise, hava akımlarıyla dönen ve hava tahmininde bulunan meteorolojik bir horoz konulmuş. Bu ilginç iki taraflı saat, Orta Çağ'dan beri sürekli çalışıyormuş. İlginç olan bir diğer husus Sighisoara'nın batı tarafında oturanlar bu kuleye bakarak yağmur yağıp yağmayacağını anlıyorlarmış.


Bulunduğu konum itibarıyla, Saat Kulesinin balkonundan, tarihi merkezin ve tüm Sighisoara kasabasının mükemmel bir manzarası görülebilir. Buradan Eski Kent'in kırmızı kiremitli çatılarına bakılabilir ve dar Arnavut kaldırımlı sokakları çevreleyen bozulmamış 16. yüzyıl Sakson evleri görülebilir. 


Saat Kulesi, 1899'dan bu yana Tarih Müzesi'ne ev sahipliği yapıyormuş. Müzede her odada antik zamanlardan başlayarak tematik bir sergi bulunuyormuş. Müzede, Transilvanya'daki el sanatlarının gelişimine ve Rönesans mobilyalarına, tıbbi aletlere, etnografik eserlere, güzel sanatlara ve bunların yanı sıra eski saatlere ilişkin bir koleksiyon sergileniyormuş. Müzede ayrıca saatin mekanizması ve yüzlerce yıldır her gün tam saati bildiren figürleri de görmek mümkünmüş. Hem zamanım kısıtlı olduğundan hem de 15 Lei burası için çok pahalı gözüktüğünden kulenin içine girmedim ve sadece dışından fotoğraflarını çekmekle yetindim. Bu arada alınacak kombine biletle, üç müzeye giriş de yapılabiliyor. Bunlar Tarih Müzesi, İşkence Odası ve Silah Koleksiyonu olarak belirlenmiş.


Saat Kulesinin yan tarafında teras gibi bir yer var ve oradan hem Kuleyi hem de Aşağı Şehiri görme imkanı buldum.


İşkence Odası - The Torture Room (Kamera de Tortura) 

Muzeului Meydanında Saat Kulesi içinde bulunan bu küçük ama ilginç müze, Orta Çağ'da esirlerin işkence gördüğü ve zorla itiraf yaptırıldığı bir odaymış. Şaşırtıcı işkence aletlerinden ve yöntemlerinden bazıları burada sergileniyormuş.

Zagrep'de böyle bir İşkence Müzesi gezdiğim için doğrusu hiç ilgimi çekmedi. Daha önce böyle bir müze gezmeyenler için mutlaka gezmenizi öneririm.

Ortaçağ Silah Koleksiyonu - The Weapons Collection (Colectia de Arme Medievale) 

Cositorarilor Caddesinde ve Saat Kulesi'nin yakınında, Impaler Vlad'ın (Vlad Draculea) doğduğu evin birinci katında bulunan Müzede, çağlar boyunca kalede ve çevresinde kullanılan silahların gelişimi görülebiliyormuş. Müze çok küçükmüş, ama Orta Çağ’da kullanılan ilginç bir silah koleksiyonu bulunuyormuş. Yani kılıçlar, oklar gibi silahlar sergileniyor anlayacağınız. 

Müzede ayrıca Michael Freiherr von Melas'ın (1731-1806) yağlı boya bir portresi varmış. Melas, Sighisoara'da doğmuş, Avusturya'daki dağcı birliklerin generali olmuş ve Napolyon Bonapart'ın ordusuna karşı Marenga'da savaşmış. Bu Müze de, Dracula’nın Evi de çok ilgimi çekmediğinden hiç ilgilenmedim bile. Müzeye ve eve girişin ücretli olduğunu da belirtmeliyim. 

Vlad Dracul'un Evi - Vlad Dracul's House (Casa Dracula) 

Vlad Dracul House, Kale Meydanı'nda, Saat Kulesi'ne yakın bir konumda yer almaktadır. Bu hardal rengindeki evin, Vlad Tepeş'in 1431'de doğduğu ve 1435 yılında Targoviste'ye taşınmalarına kadar babası Vlad Dracul ile yaşadığı yer olduğuna inanılmaktadır. 


Bildiğiniz gibi Bram Stoker'ın ünlü Drakula'sının ilham kaynağı olan bu Vlad Tepes bizim de tarihte Kazıklı Voyvoda olarak bildiğimiz şahıstır. Evin girişinin üzerinde dövme demirden bir ejderha asılı. Evin zemin katı restoran olarak hizmet veriyormuş. İçerisinde ayrıca çocukları heyecanlandıracak Dracula temalı bir korku odası varmış. Buraya giriş 5 Lei olup sadece 2 oda geziliyormuş. Vlad Dracul’un doğduğu yer ve evle ilgili aslında tarihi bir kanıt bulunmuyormuş. Dolayısıyla, Sighisoara’da bulunan bu yerel 'Drakula evinin' doğruluğu da tartışmalıymış. Burası çok turistik bir yer ve böyle bir hikayeye inanıp içeriye de girmedim. Ayrıntı ama ilginç bir bilgide İngiltere Prensi Charles’in Vlad Tepeş’in akrabası olduğu belirtilmekte.


Vlad’ın babası olan 2. Vlad'ın yaptığı önemli hizmetler için ona Ejderha (Order of the Dragon) nişanesi verilmiş ve böylece Ejderha Birliğine kabul edilmiş. Bu şekilde ismine Dracul olarak yeni bir ünvan eklenmiş. Latincede draco olarak yazılan Dracul yani ejderha, Ortaçağ’da bağımsızlığın, liderliğin, gücün ve bilgeliğin simgesi olarak görülürken, İncil’de Şeytanın Adem ve Havva'yı baştan çıkaran ve kötülük atfedilen yılan imgesine benzetilmiş. Bu nedenle, Romence Dracul kelimesi hem ejderha hem de şeytan olarak İngilizce'ye çevriliyormuş. Vlad Tepeş'in ünvanı olan Drakula da, aslında Drakul'un Oğlu olarak tercüme ediliyormuş. Hatta bu bağlantıyı göstermek için Vlad, kalkanına ve bastırdığı sikkelere ejderha simgesi bastırmış. 




Aslında bunun gibi çok zengin ve renkli masallar Romanya’da eskiden beri anlatılıyormuş. Ejderhaların, devlerin, cadıların, perilerin, hayaletlerin, vampirlerin, prens ve prenseslerin süslediği hikayeler hala nesilden nesile aktarılmaktaymış. Hatta günümüzde bile hala devam eden bazı batıl inançlar varmış. Mara Mureş bölgesinin %20'si hala büyüye inanıyormuş, bazı yerlerde hala vampirlere karşı sarımsak ve haç bulunduruluyormuş, tehlikeli gördükleri ölüleri mezardan çıkarıp, kalplerine kazık çakıyorlarmış. 1999 yılındaki ay tutulmasında bazı Romenler dolunayda hortlayan kurt adamlara, vampirlere ve kötü ruhlara karşı, kilise çanları çalmışlar ve evlerde büyük ateşler yakmışlar. Şaka gibi değil mi! Hangi çağda yaşıyoruz veya neyi eksik yaptık da hala bütün bunlara inanabiliyorlar diye düşünmeden edemiyorum. Meydanda da bu tür bir hortlak evini turistik olarak ziyarete açmışlar ve bunun üzerinden para kazanıyorlar.



Venedik Evi - The Venetian House (Casa Venetiana) 

Muzeului Meydanında, Drakula Evi’nin tam karşısında bulunan ve 16. yüzyılda inşa edilen Venedik Evi, pencerelerin üst kısmı üç sıra çıkıntılı bir kemer oluşturularak Venedik gotik tarzında restore edilmiş. Venedik Evi, aşağıdaki fotoğrafta tam karşıdaki yeşil renkli bina oluyor.


Geyik Evi - The Stag House (Casa cu Cerb) 

Cetatii Meydanında bulunan ve 17. yüzyılda Transilvanya Rönesansı tarzında inşa edilmiş Geyik Evi, adını ön cephesinin köşelerinden birisinde duran geyik başından almaktaymış. Son yapılan restorasyonlar, geyiğin vücudunu gösteren bir dış duvar resmini ortaya çıkarmış. Günümüzde bu bina, bodrum katı bir mahzen bar olarak kullanılan bir otele ev sahipliği yapıyor. 


Güzel evleri ve mimari yapıyı inceleyerek ara sokaklarda biraz dolaştım ve kaldığım hostelin bulunduğu sokağın ucunda olan Katolik Kilisesine diğer sokaktan ulaştım. 

Aziz Joseph Roma Katolik Kilisesi - St. Joseph Roman-Catholic Church (Biserica Romano-Catolica Sf. Iosif) 

Zidül Cetatii Caddesinde bulunan ve 1894 yılında eklektik bir tarzda inşa edilen kilise, 1983 yılında çıkan bir yangından sonra büyük restorasyonlar geçirmiş. 1908 yılında Karl Einschenk tarafından tasarlanan mevcut org, Sighisoara yakınlarındaki bir Sakson kilisesinden getirilmiş. 


Kilisenin açık olduğu saatleri bir türlü yakalayamadım. Dış kapıdan içeri giriyorsunuz ama hemen girişe kafesli bir demir kapı yerleştirilmiş. Ben de boşluklardan iç kısmının fotoğrafını çekmeye çalıştım. 


Meydanları ve sokakları böylece tamamlamış olduk. Daha önce de bahsettiğim gibi Kaledeki savunma duvarına Ortaçağ’da 14 kule yapılmış ve sadece dokuz tanesi bugünlere gelebilmiş. Bunları Sighiora’da kaldığım 1,5 günlük sürede farklı zamanlarda gördüm ancak hepsini derli toplu anlatmak daha iyi olacak zannımca. Şimdi isterseniz asırlardır ayakta kalan 9 kuleden Saat Kulesi dışındaki diğer Ortaçağ kulelerine şöyle bir bakalım. Demirciler Kulesi - Blacksmiths' Tower (Turnul Fierarilor), Kasaplar Kulesi - Butchers' Tower (Turnul Macelarilor), Ayakkabıcılar Kulesi - Cobblers' Tower (Turnul Cizmarilor), Kürkçüler Kulesi - Furriers' Tower (Turnul Cojocarilor), Halatçılar Kulesi - Ropemakers' Tower (Turnul Franghierilor), Terziler Kulesi - Tailors' Tower (Turnul Croitorilor), Tabakhane Kulesi - Tanners' Tower (Turnul Tabacarilor) ve Kalaycılar Kulesi - Tinsmiths' Tower (Turnul Cositorilor) bu kulelerin isimleri oluyor. Maalesef günümüzde artık Berberler Kulesi (the Barber's Tower), Tesisatçılar Kulesi (the Fitter's Tower), Dokumacılar Kulesi (the Weaver's Tower) ve Şarapçılar Kulesi (the Cooper's Tower ) yok. 

Daha önce de bahsettiğim gibi her kule zamanında bir zanaatçı birliği tarafından inşa edilmiş ve hangi zanaatçı birliğince yapıldıysa onun adını taşıyormuş. Bugün, hala bazı tüccarlar ve zanaatkarlar kale içinde yüzyıllar önce olduğu gibi işlerini sürdürebiliyorlarmış. 

Halatçılar Kulesi - Ropemakers' Tower (Turnul Franghierilor) 

Sakson öncesi yapılmış kale duvarlarının üzerinde duran Halatçılar Kulesi, Sighisoara'daki en eski yapılardan birisiymiş. Bu Kule 1241 yılında Tatar istilası sırasında büyük hasar görmüş ve 1350 yılında yeniden inşa edilmiş. 16. yüzyılda onarım gören kule 1676'daki yangından zarar görmeyen birkaç kuleden birisiymiş. 


Halatçılar Kulesi, Kuyumcular Kulesi ile birlikte tepenin kuzeybatı köşesini savunuyorlarmış. Günümüzde, kule, Tepedeki Kilise'nin yanında bulunan Sakson mezarlığının bekçisi olmuş. Bu nedenle de mevcut 9 kuleden sadece bu Kulede yaşayanlar varmış. Kulenin önünden çok güzel bir şehir manzarası görülebiliyormuş. Kulenin tam bir fotoğrafını çekmemişim. Yukarıdaki fotoğrafta yan tarafta küçük bir evle birlikte biraz gözükmüş. 

Terziler Kulesi - The Tailors' Tower (Turnul Croitorilor) 



Saat Kulesi'nin tam karşısında yer alan bu görkemli kule, 14. yüzyılda şehirdeki en zengin lonca tarafından yaptırılmış. Başlangıçta Saat Kulesi kadar yüksek olan kulenin üst kısmı, 1676 yılında burada bulunan barut tozlarının patlaması nedeniyle çıkan yangında büyük ölçüde tahrip olmuş. Kubbe çökmüş ve sonra kuzey kapısı, 1935 yılındaki orijinal haliyle yapılmış. 



Terziler Kulesi, eskiden demir kafesli büyük meşe kapıları bulunan iki kubbeli geçit yolu ile aynı zamanda kaleye ikinci erişim yolu olarak hizmet vermiş. Ayrıca gözetleme kulesi, barut, tahıl ve silah deposu olarak da kullanılmış. Kule 1935 yılında restore edilmiş. 

Ayakkabıcılar Kulesi - The Cobblers' Tower (Turnul Cizmarilor) 

Kasabanın kuzeydoğu kesiminde bulunan Ayakkabıcılar Kulesi, dokümanlardan anlaşıldığına göre ilk olarak 16. yüzyılın ortalarında 1521 yılında inşa edilmiş ve 1603 yılında güçlendirilmiş. Ancak her ne olduysa Kule, 1606 yılında kısmen tahrip olmuş ve 1650'de sıfırdan yeniden inşa edilmiş. 1676 yılında yıkıldıktan sonra, 1681'de şimdiki haliyle yeniden inşa edilmiş. Yap-boz tahtası gibi, bir yapmışlar bir yıkmışlar. Kulenin önünde, 1648'de yıkılmış olan bir topçu tabyası varmış.


Farklı uzunluklarda kenarları olan altıgen bir temel üzerine yükselen Kule barok mimari tarzından izler taşıyor. Sivri bir kaskı andıran çatısının üstünde ve güney tarafta küçük bir gözlem kulesi bulunuyor. Günümüzde Kulede Sighisoara Radio Son adında yerel bir radyo istasyonu çalışıyormuş.


Bu Kule kaldığım yere çok yakındı ve sık sık giderek açık olup olmadığına baktım ama hiç bir yaşam belirtisi yoktu. Belki bu radyo istasyonu da artık burada çalışmıyordur.


Kürkçüler Kulesi - Furriers' Tower (Turnul Cojocarilor) 

Kürkçüler Kulesi, her akşam bir kez sürülerin dağıtıldığı Törl kapısını koruyan iki savunma kulesinden birini çevreleyen duvarın batı tarafında yer almaktadır.


Muhtemelen on beşinci yüzyılda inşa edilmiş ve kürkçüler loncası tarafından savunulmuş. Kasabanın neredeyse yarısını yok eden 1676 yangını, onarılmış ve yükseltilmiş olan bu kuleyi de maalesef tahrip etmiş. Kare bir temeli olan dört katlı bir kuledir.


Üst katında çıkıntılar yapılmış ve buralarda yağ izlerinin bulunduğu delikler görülebiliyor. 


08.00-19.00 arası açık olduğu belirtilen bu kuleye gittiğimde burada hala çalışanların olduğunu gördüm. Deri, kumaş, ahşap kullanılarak giysiler ve cüzdan gibi eşyalar dikip hazırlıyorlar ve bunları orada satıyorlardı. Ziyarete açık olan Kulenin tepesine de çıktım. 


Kasaplar Kulesi - Butchers' Tower (Turnul Macelarilor)  

15. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen Kasaplar Kulesi, her akşam bir kez sürülerin dağıtıldığı Törl kapısını koruyan iki savunma kulesinden birini çevreleyen duvarın batı tarafında yer almaktadır. 


Kulenin önünde bir sığınak inşa edilmiş. Tepenin en dik kısmında konumlanması nedeniyle şehrin hem güneybatı hem de kuzeybatı yönünü savunma görevi verilmiş. Bu yüzden kuleye, her yöne ateş açacak bir şekil verilmiş.


Demirciler Kulesi - Blacksmiths' Tower (Turnul Fierarilor) 

Manastır Kilisesinin arkasında bulunan Demirciler Kulesi 1631 yılında eski Berberler Kulesinin temelleri üzerine kurulmuş. 


Çok büyük ve kısa olan kule, çıkıntıları, delikleri ve fuel oil mazgallarının eşsiz dekorasyonuyla dış duvarları etkileyici bir şekilde görülüyormuş. Üst katta, zamanında itfaiye barınıyormuş. Gördüğüm kadarıyla şimdilerde burası bir sergi alanı olarak kullanılıyor.  


Tabakhane Kulesi - Tanners' Tower (Turnul Tabacarilor) 

13 ve 14. yüzyıllar civarında inşa edilen Tanners Tower, kentin güneybatı kesiminde yer almaktadır. Komşusu olan Tinsmiths Tower’a doğru hafif bir eğim göstermiş ve buraya Archer Gallery'yle bağlanmış.





Kalaycılar Kulesi - Tinsmiths' Tower (Turnul Cositorilor) 

Saatli bir kulesi olan Kalaycılar Kulesi, kentin alt kısmına hakim bir yapı olmuş. Duvar örülerek inşa edilmiş ama deprem ve yangın nedeniyle çok büyük zarar görmüş. Ardından bu kule yeniden inşa edilmiş. 1583 yılında ise önemli ölçüde yenilenmiş. Ancak halen Tinsmiths Kulesi 1704'teki kuşatmanın izlerini taşıyormuş. 




Şimdi 25 metre yüksekliğinde, dikdörtgen bir temeli ve ucu kesilmiş beşgen bir şekli olan kulenin en üst katı eşit olmayan sekizgen bir yapıya ve altıgen bir çatıya sahiptir. Üst katta tüfeklerin kullanılması için delikler ve boşluklar açılmış. Kulenin önünde en iyi savunma birliği bulunuyormuş. 



Savunma duvarı daha sonra Haltrich Joseph Lisesi'ne kadar genişletilmiş. Kalaycılar Kulesi, kentin güneybatı bölgesini savunmak için güçlü bir savunma hattı oluşturan Tanners Tower'a Archer Gallery'yle bağlanmış.


Kulelerle ilgili tanıtımı burada bitirmiş olduk. Şimdi geziye kaldığım yerden devam edeyim. Ana Meydandan yukarıya doğru biraz yokuş olan bir sokak bulunuyor. Burayı yürüdüğümde ileride kahverengi rengiyle bir geçit olduğunu gördüm ve doğruca bu geçite geldim.


Öğrenci Merdivenleri - The Scholars’ Stairs 

Scholars’s ya da Schoolboys' Stairs, kış aylarında okul çocuklarını korumak amacıyla Şehir Meydanını Tepedeki okulla, Kiliseyle, Halatçılar Kulesiyle ve Evanjelik Mezarlığıyla birbirine bağlayan, 1642’de inşa edilmiş Ortaçağ mimarisinin oldukça ilginç bir yapısıdır. Bu kapalı geçitle okul çocuklarının ve kiliseye gitmek isteyenlerin kış aylarında tepeye çıkmalarını kolaylaştırmak ve onları korumak amaçlanmış. 




School Street'in sonunda bulunan kapalı bir tünelle başlayan 175 basamaktan sonra, Ortaçağ'daki Sighisoara'nın en huzurlu ve barışçıl kısmına ulaşıyorsunuz. Başlangıçta, merdivenlerde 300 basamak varmış, ancak 1849'dan sonra sayısı nasıl yaptılarsa 175'e düşürülmüş. 



Buradan şehir ve sonsuz bir yeşil alan panoramik olarak ve açık bir şekilde görülebilmekte.


Tepedeki Kilise - The Church on the Hill (Biserica din Deal / Romence - Bergkirche / Almanca) 

Saat Kulesi'nin kuzeyinde, Transilvanya'daki gotik tarzın en iyi örneklerinden birisi olan Tepedeki Kilise yer almaktadır. Kiliseye bu adın verilmesi 1.373 fit yüksekliğindeki Okul Tepesindeki (the School Hill) konumu nedeniyledir. İlk olarak 1345’teki bir belgede bahsedilen ve eski bir Roma bazilikasının üzerine yapılan inşaat neredeyse 200 yıl sürmüş. 


Başlangıçta bir Katolik kilisesiyken, 1547 Reformu'ndan sonra Roma Katolikliği'nden Lutheranizm'e kaymış ve Sighisoara'nın Sakson sakinlerinin ana kilisesi haline gelmiş. 


Kilisenin içi 1776'da tamamen boyanmış, ancak bu sırada eski duvar resimlerinin parşömene tam kopya yapılması ve daha sonra çoğaltılması şartıyla çoğunluğu tahrip edilmiş. Ne yazık ki, bu kopyalar kaybolmuş ve duvar resimleri hiç çoğaltılamamış. Son zamanlarda yapılan bir restorasyonda, 15. yüzyıl sonlarından kalma fresklerin bir kısmı açığa çıkarılmış. 


Güzel bir şekilde restore edilmiş kilisenin iç kısmında, Martin Luther Reformu'ndan önceki dönem olan 1483-1488 yılları arasında yapılmış duvar resimleri ve Rönesans tarzı mobilyalar bulunuyormuş. St Martin'e adanmış olan gotik sunak 1520'de yapılmış ve ünlü bir heykeltıraş olan Nürnberg'den Veit Stoss'un oğlu olan Johann Stoss tarafından resmedilmiş. Yan koridorlardaki odalarda bulunan ahşap oymalı üç arma, Mathias Corvin ve eşi Beatrix, Nyir'in Transilvanya Prensi Stephen Bathory (1479-1493) ve Polonya ve Macaristan Kralı 3 üncü Wladislav'a aitmiş. 


Kiliseye, Öğrenci Merdivenleri olarak bilinen üstü kapalı ahşap merdivenlerle ulaşılmaktadır. Giriş ücretinin değişmediyse 8 Lei olduğu Kilise, her gün 10.00- 18.00 arası açıkmış.


Kilisenin karşısında ise her gün 08.00 – 20.00 arası açık olan sakin görünümüyle Sakson mezarlığı bulunmaktadır. Mezarlıkta pek çok Alman mezarı bulunmaktadır. 



Mezarlıktan dönerken tekrar merdivenlere doğru gitmedim ve orada bulunan dar bir caddeden aşağıya doğru yürüyerek kale meydanına gittim. 

Ayakkabıcılar Kulesinin hemen yan tarafında küçük bir park yapılmış ve burada bir de büst bulunuyor. Bu büst, Macaristan’da doğup Sighisoara’da ölen ve Macarların özgürlük arzusunu sembolize eden bir devrimci ve şair olan Petőfi Sándor'a aitmiş.


Kale içini turistlere gezdirmek için birçok turistik şehirde olduğu gibi burada da faytonlar vardı.


Sonradan meydanda bekleyen yanları açık turist trenini de gördüm. Yani anlayacağınız turistlerin parasını almak için herşey düşünülmüş! 

Öğle sıcağının etkisi biraz geçtikten sonra meydanda müzisyenler boy göstermeye başladı. Eski yerel kıyafetler giyen çok hoş bir kadınla bir adam harika bir konser verdiler. Bu güzel müziği bırakıp da gidemedim ve uzun süre onları dinledim.


Sabah erken kahvaltı yaptığım için artık karnım acıkmaya başlamıştı. Kaldığım Hostelin girişindeki bir ilanda öğle yemeği fix menüsünün 15 Lei olduğu belirtiliyordu. Yemekler her gün değişiyormuş, artık şansıma ne çıkarsa deyip Hostelin bahçesindeki masalardan birine oturdum. Hostel görevlisi kız önce dışarıdan geldiğimi düşünerek biraz soğuk davrandı. Sonra Hostel müşterisi olduğumu öğrenince hemen sohbet etmeye başladı. Nereden geldiğimi öğrenmek istedi. Türk olduğumu duyunca hemen Türkçe birkaç kelimeyi gayet anlaşılır ve düzgün şekilde söyledi. Aradan zaman geçtiği için sözcükleri hatırlamıyorum ama o kadar güzel ve anlaşılır söyleyince gayriihtiyari buraya çok mu Türk geliyor diye sordum. Gülerek daha önce hiç Türk misafirlerinin olmadığını ama Türk dizilerini çok seyrettiği için biraz öğrendiğini söyledi. Yaşam tarzlarının ve kültürlerinin Türklere daha çok benzemesi nedeniyle mesela Brezilya dizileri yerine Türk dizilerini izlemeyi tercih ettiğini anlattı.

Yemek siparişimi verdikten sonra beklemeye başladım. Önce içinde değişik otların aroması da olan bir tavuk çorbası geldi. Artık karnım aç olduğundan mıdır yoksa organik ürünler kullanıldığından mıdır bilinmez bana çok lezzetli geldi. Sonra bir turşu tabağıyla yanına patates püresi konulmuş salçalı bir et yemeği geldi. Bunların tabi Romence isimleri de vardı ama ben şimdi hatırlamıyorum. Hepsini sildim süpürdüm. Sohbet ettiğim kız beğenip beğenmediğimi sordu ve cevabımdan da son derece memnun oldu. Tatlı niyetine de girişte koydukları dondurma tezgahından 4 Lei ödeyerek dondurma aldım. Transilvanya seyahatim boyunca yediğim en güzel yemek oldu. Ancak yemeğin fotoğrafını çekmeyi unutmuşum. Bunun yerine gitmek isteyenler için hostelin sokaktan çektiğim bir fotoğrafını ekliyorum.


Karnım da doyduktan sonra artık kale içinde gezecek bir yer kalmadığından yönümü Aşağı Şehre doğru çevirdim.





Oradaki evler de kaledekilerden pek aşağı kalır değildi!



Kaloşvar’da da görmüş olduğum ve hikayesini yazımda anlattığım Emziren Dişi Kurt Heykelini Şehir merkezinde görmek şaşırtıcı gelmedi. Bu heykelin hikayesini merak edenler o yazıma bakabilir.


Şehir merkezi çok büyük değil zaten. 2 büyük caddeyi yürüdüğünüzde tamamlamış oluyorsunuz. 

Burada bulduğum bir marketten yiyecek bir şeyler aldım ve kaleye doğru giden bir caddenin hemen başında bulunan bir parkta boş bir bank bulup oturdum. 


Biraz dinlenip birşeyler yedikten sonra şehir merkezinde gördüğüm mağazalara girmeye başladım. Çünkü hava inanılmaz sıcaktı ve bütün gün kot pantolon içinde fenalık geçirmiştim. Amacım uygun fiyata bulursam bir şort almaktı. Fotoğrafını da çekdiğim Italian Fashion Boutiques adlı bir mağazadan çok küçük defosu olan beyaz bir capriyi 5 Lei ödeyerek aldım. 


Kaleye geri dönüp artık sayamadığım şehir turlarından birini daha yaptım. Bu sefer çok ilginç bir kuş gösterisi izledim. Hiç böylesine şahit olmamıştım onlarca kuş aynı rotayı takip edip belirli bir bölge üzerinde dönüp duruyordu. Manzarayla birlikte kuş sürüsü harika gözüküyordu ve uzun süre onları izledim. Oradan ayrıldığımda hala aynı rotada uçmaya devam ediyorlardı. 



Kalacak yerinizin çok yakın olması büyük avantaj oluyor. Geç saatlere kadar kalede gezip artık yorgun düşünce hosteldeki odama döndüm.


Bu gece de tek başıma odanın keyfini çıkaracağım derken gece beni odama getiren yaşlı adam çekik gözlünün tekini odaya getirdi. Odanın ve banyonun bu paylaşımı biraz tadımı kaçırdı ama buna göre oda ücreti ödüyordum. Tek kişilik odalar oldukça pahalıya geliyordu ve sonuçta sadece bir gece daha kalacaktım. 

1 Mayıs 2018 

Kaleyi gezmeyi bitirdiğime göre erkenden kalkmama gerek yoktu. Erken uyanmama karşın yatakta biraz miskinlik yaptım. Bu arada oda arkadaşım kalkıp duşunu almış ve dışarı çıkmıştı. 

Ben de kalkıp yanımdaki ısıtıcıyla kendime çay hazırladım. Odada pratik bir şekilde kahvaltımı yaptıktan sonra dışarı çıktım. Saat 9 gibi çıkmama rağmen sokaklar daha boştu. 


Boş sokakları ve renkli evleri gölgelenmeden önce çektim. 



Boş boş satıcıları gezmeye başladım. Vakit doldurmaya çalışıyordum. Aslında buraya bir gün yetermiş, fazladan yarım günüm gitti. Biraz daha zamanım olsaydı Viscri Köyüne gidebilirdim. Hediyelik eşya dükkanları ve standlar açılmıştı.



Meydandaki stantlardan birisine bakarken satıcı genç ısrarla nereden geldiğimi sordu. Birkaç tahminde bulunduktan ve bilemedikten sonra Türk olduğumu öğrenince oldukça şaşırdı. Kafalarında çizdikleri Türk imajı sanırım oldukça farklı. Biraz sohbetten sonra iki ülke kültürlerinin birbirine yakın olduğu gibi bir cümle sarfedince şiddetle itiraz etti. Kendilerinin Latin olduklarını ve damarlarında Latin kanı olduğunu söyledi. Biraz ırkçılığa kaçan bir söylemi vardı ve hosteldeki görevli kızdan sonra böyle biriyle tanışmak doğrusu beni çok üzdü ve kırdı. Gerçi her ülkede böyle insanlara çokça rastlamak mümkün. Bizim ülkemizde böyleleri yok mu sanki! 


Aşağı şehre doğru yürüdüm ve şehrin modern tarafını da şöyle bir gördüm. 


Artık ayrılma vakti gelmişti. Hostele dönüp eşyalarımı aldım ve anahtarımı teslim ettim. Tren biletim yoktu ve daha önce tespit ettiğim hareket saatine göre istasyonda olacaktım. 

Dönüş yolunda doğal olarak önce köprüyü geçip Ortodoks Katedralinin yanına çıktım. Açık olan Katedrale de şöyle bir bakmak istedim.


Ortodoks Katedrali – the Holy Trinity Church (Catedrala Ortodoxa) 

1934-1937 yılları arasında Bizans tarzında inşa edilmiş çok güzel ve ihtişamlı bir katedral burası. Dış cephesi siyah-beyaza boyanmış bu katedral, Tarnava Mare'nin kuzey kıyısında yer almaktadır. Bu rengiyle Sighisoara’da çoğunlukla bulunan renkli evlerin arasında sıradışı durmakta.


Daha önce bahsettiğim gibi Sighisoara’ya geldiğim ilk gece geçmiş olduğum bir yaya köprüsü ile bu Katedrale erişilebilmekte. 


Çok şaşalı olan katedral diğer kiliselerden çok da farklı olmadığından bende pek iz bırakmadı. 


Katedralden çıkınca hatırımda kaldığı kadarıyla istasyona gitmeye çalıştım. Ancak nedense gün ışığı nedeniyle olsa gerek küçücük şehirde bir türlü istasyonu bulamadım.


En sonunda birkaç kişiye sormak zorunda kaldım. Ancak bazıları yerini bilmiyor bazıları da İngilizce anlamıyorlardı. En sonunda tarif üzerine yolunu buldum. İyi ki biraz erken gelmişim diye de kendimi kutladım. 

Sibiu tren biletimi yine zar zor anlaşarak 21,75 Lei ücret ödeyerek aldım ve hareket saatini beklemeye başladım. Böylece bir maceranın daha sonuna gelmiş oldum. 

Fotoğraflardan da göreceğiniz gibi Sighisoara gerçekten çok güzel ve renkli bir küçük şehir. Etrafı da sonsuz bir yeşillik içinde ve ortasından geçen Târnava Mare Nehri de her çeşit su kaynağı gibi şehre hayat veriyor. Şehirlerin ben de uyandırdığı bir enerji olduğuna inanıyorum. Bu enerji bazen iyi bazen de kötü oluyor. Tiran gibi enerjisi bana göre düşük olan bazı şehirlerde hemen gitmek ve hatta hiç kalmamak istiyorum. Bazı şehirlerde de uzun süre kalmak, boş boş gezinmek, temiz havasını solumak ve huzurla dolmak istiyorum. Sighisoara da işte öyle güzel enerji aldığım şehirlerden birisi oldu. Ancak ben nispeten daha sakin bir zamanda oradaydım. Yaz aylarında ve festival döneminde burası çok kalabalık oluyormuş ve böyle kalabalıkları pek sevmem. 

Her zaman olduğu gibi zamanım olmadığından gidemediğim ama sizlere önereceğim yerlerle yazımı sonlandırayım isterim. Bir sonraki yazım olan Sibiu’da görüşmek üzere. 

Ortaçağ Sanatları ve El Sanatları Festivali (Temmuz) - Festival of Medieval Arts and Crafts (July) 

1992 yılından beri her yıl Temmuz ayının son haftasında düzenlenen 3 günlük ve 10 bölüme ayrılmış olan Sighisoara Ortaçağ Sanatları ve El Sanatları Festivalinde müzik gösterileri, kostümlü sokak yürüyüşleri, sokak eğlenceleri, el sanatları gösterileri, açık hava konserleri, tiyatro, sanat, sergi, film, dans, kitap sergisi ve Ortaçağ törenleri ile hem gündüz hem de gece etkinlikleriyle bir Ortaçağ atmosferi yaratılıyormuş. Bu Festival sırasında turistler ve sanatçılarla dolu kalabalık sokaklar, Sighisoara'yı unutulmaz deneyimler arayanlar için harika bir yer haline getiriyormuş. Ancak Festival zamanı kalacak yer sıkıntısı oluyormuş bunu da söylemiş olayım. 

UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan yakınlardaki Biertan ve Saschiz kiliseleri gidilmesi önerilen yerler arasında. 

Transilvanya'daki en önemli kiliseleri bulacağınız Malancrav ve Viscri adlı uzak köyler de özellikle önerilmekte. 

Viscri Köyü – Viscri Village 

Viscri Köyü, Sighisiora’ya 40 km uzaklıkta olan ve Ortaçağ’dan günümüze kadar bozulmadan kalabilmiş Sakson köylerinden birisi. Günümüzde bu köyde yaşayan sadece 16 Alman kalmış. Köyü asıl meşhur eden ise UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunan 1185 tarihli kilisesi olmuş. Saksonlar ilk oraya geldiklerinde kilisenin yerinde küçük bir şapel bulunuyormuş. 16. yüzyıla kadar yapılan eklemelerle burası romanesk tarzında bir kiliseye dönüşmüş. 17. yüzyılda yenilenerek etrafı surlarla çevrili olan bugünkü halini almış. 

Köyü meşhur eden bir diğer husus da İngiltere Prensi Charles’ın 1998’de Romanya’ya ilk kez geldiğinde, Transilvanya’yı çok beğenmesi ve bunun üzerine buraya defalarca gidip gelmesi olmuş. Prens, Transilvanya’nın köy hayatını ve doğasını korumayı kendine misyon edinmiş. İlk girişimini masalsı Viscri ve Zalanpatak köylerinden evler alarak başlatmış. Bu köylerin agriturizm ve ekoturizm odağı haline gelmesini sağlayarak hem geleneksel yaşantının korunmasını, hem de doğanın korunmasını sağlamak istemiş. Satın aldığı evleri restore ederek buraları turizme açmış. Bioçeşitlilik açısından çok önemli bir yerde olan ev tesislerinde bir de ekolojist varmış ve isteyenlere ekoloji odaklı turlar da düzenleniyormuş. Prens Charles’ın kendisi de her sene buraya gelip birkaç gün geçiriyormuş. Eğer Prens Charles’ın evinde konuk olmak isterseniz bunu epeyce bir bedel ödeyerek yapabilirsiniz. Güncel fiyatları web sayfalarından bulabilirsiniz. 

Cüzzamlılar Kilisesi - Lepers' Church (Biserica Leprosilor) 

Tarnava Nehri kıyısındaki Aşağı Şehir'de Stefan cel Mare Caddesinde bulunan bu küçük 15. yüzyıl gotik kilisesi, 1647-1684 yılları arasında cüzzamlılar şapeli olarak hizmet vermiş. Cüzzamlılar kiliseye giremediğinden, hastalara vaaz verilmesi için dış tarafa da bir minber yapılmış. 

Cornesti Ortodoks Kilisesi - Orthodox Church from Cornesti (Biserica Ortodoxa din Cornesti) 

1788 ve 1797 yılları arasında neoklasik tarzda inşa edilmiş bu kilise, bölgede taştan yapılmış ilk Romen Ortodoks kilisesiymiş. Kilisede, 18. yüzyıldan kalma bir çan, ayin örtüsü ve altın renkli bir goblet bulunuyormuş.

Meraklısına Kazıklı Voyvoda Efsanesi

Tepeş, Romanya’nın bir bölgesi olan Eflak (Wallachia) kralı olan Vlad II Dracul’un oğlu oluyor. Drakula’nın babasının Osmanlılara karşı bir savaşta yenilmesi üzerine Osmanlı, onu vergi ödemesi karşılığında serbest bırakmış. Karşılığında da kralın iki oğlunu rehin almış. Tokat’a götürülen Vlad ve Radu isimli bu 2 çocuk 1442 - 1448 yılları arasında şehzadelerle birlikte burada eğitim almış. Bu dönemde esir hayatı yaşayan, Osmanlı sistemini, askeri teknikleri, dili öğrenen ve hatta bizim tarihçilerimize göre, Molla Gürani’nin verdiği derslere dahi katılan Tepeş büyüdüğünde tam bir Osmanlı düşmanı olmuş. 

Dracula'nın kardeşi Radu ise başarıyla devşirilmiş ve islamiyeti seçmiş. Vlad Dracula, Osmanlı topraklarında geçirdiği zamanda iyi ilişkiler kurmuş ama gizliden gizliye kin beslemiş. Babasının ölümünden sonra Eflak Voyvodası için tek aday kendisi kalmış ve Osmanlıyı arkasına alarak Eflak'ın başına geçmek istemiş. Ancak o zaman hükümdar olan Eflak Voyvodası 2. Vladislav tarafından yenilgiye uğratılmış. 

Erdel Beyi János Hunyadi, 1456'da Belgrad Şehrini Osmanlı kuşatmasına karşı savunurken Vlad'ın komutasına da güney Erdel'i savunması için bir ordu vermiş. Kendisine başka bir amaçla verilen orduyu kullanarak Vlad Drakula, Eflak'a bir sefer düzenlemiş ve II. Vladislav'ı öldürerek III. Vlad adıyla Eflak voyvodası olmuş. 

Tahta geçtiğinde ülkesinde açlık ve düzensizlik yüzünden suçlar had safhadaymış. Böyle bir ortamda Osmanlı İmparatorluğu gibi güçlü bir devletle baş etmesi imkansızmış. Sultan II. Mehmet yani Fatih Sultan Mehmet tahta geçtiğinde III. Vlad’a büyük destek vermiş ve onu desteklemiş. Başlangıçta herşey yolunda gitmiş, Osmanlı’ya olan vergilerini düzgün ödemiş ve Osmanlı düşmanlarını bozguna uğratarak Fatih Sultan Mehmet’in güvenini kazanmış.   

Ancak, zaman geçtikçe Vlad’ın içindeki canavar ortaya çıkmış ve tam bir caniye dönüşmüş. O dönemde III. Vlad’a Romanya’da yaşayan ana etnik grup olan Ulahlar tarafından verilen “Tepeş” (Cellat) lakabı bu işkencelerin ipuçlarını vermiş. 6 yıl içerisinde rakiplerini cezalandırmak için çeşitli işkenceler uygulamaya başlamış. En meşhuru olan "kazığa geçirme" 1456'dan 1462'ye kadar bu görevi yapan Vlad'a, Kazıklı Voyvoda denilmesine sebep olmuş. 

Anlatılanlara göre, Dracula büyük katliamlarından birinde, etrafında yüzlerce kişi kazığa geçirilirken kendisi bir masada oturmuş, hem katliamı izlemiş, hem de yemek yiyormuş. Yemek esnasında ekmeğini kurbanlarından akan kana banarak yemeye başlamış. 

Vlad’ın, ‘Cani’ lakabını almasına sebep olan hikayelerden bir diğerinde ise Vlad’ın şatosuna gelen İtalyan elçiler kabul sırasında saygı gereği diz çöküp şapkalarını çıkarmaları sırasında o zamanki geleneklere göre şapkalarının altına giydikleri küçük takkeleri çıkarmamaları sorun olmuş. Tepeş elindeki çivileri teker teker takkelerinin üstünden elçilerin kafalarına çakmış. 

İnsanları oturttuğu kazıkların altına fıçı koyup, biriken kanları içtiği hikayesi nedeniyle zamanla vampir olduğu rivayetleri yayılmış. Yaptığı işkenceler, kazık kullanması, kurbanlarının kanlarının akıtılması ve içilmesi gibi akla hayale gelmeyecek hikayelerle aslında düşmanlarını korkutmayı amaçlamış ve hakkındaki efsanelerin giderek büyümesine sebep olmuş. 

Vergi vermek Osmanlı toprağı olduğunu kabul etmek olduğu için, Vlad 1459 yılından itibaren vergi ödememeğe başlamış. II. Mehmet, Vlad'ın vergileri ödememe gerekçesini ve ortada dönen zalimlik hikayelerini sormak için elçilerini göndermiş. Kıyafetlerinin Hıristiyan dünyasına saygısızlık taşıdığı bahanesiyle Vlad bu elçileri de kazığa dikmiş. 

Bunlar yetmemiş gibi Vlad ve çetesi, 1460-1461 yıllarında Tuna Nehrini geçerek Sırbistan ve Karadeniz kıyısına ilerlemiş. Türk sipahisi kılığında Osmanlı kamplarına sızıp 23.884 Türk ve Bulgar öldürmüşler, 20.000 bin savaş esirini de kazığa geçirmişler. Bu gelişmeler karşısında katliam yapan Voyvoda'yı durdurmak için Osmanlı ordusu Eflak seferine çıkmış. 

Fatih, Târgovişte'ye ulaştığında kazığa oturtulmuş 20.000 Osmanlı askeri, kadın ve çocuk cesedi ile karşılaşmış. Osmanlı ordusunun morali bozulsa da ordu başarılı olmuş ve 4 Haziran 1462'de kaleyi almış. 

Bundan 13 gün sonra bir gece Vlad, Fatih Sultan Mehmet'e bir suikast girişiminde bulunmuş ama Vlad ve ordusunun yanlış çadıra girdiği rivayet edilir. Tarihe Târgovişte gece baskını olarak geçen olayda birçok Osmanlı askeri öldürülmüş. Ancak Osmanlı ordusu kalabalık olduğundan Vlad kaçmak zorunda kalmış. 

Vlad, Eflak’ı bırakmış ve Moldova’ya çekilmek zorunda kalmış. Fatih Sultan Mehmet, savaşı bitirme görevini Vlad’ın öz kardeşi Radu’ya vermiş. Radu, Vlad’ın son kalesi olan Poenari Kalesi’ni de almış. 

Vlad, yenilginin ardından kaçmış ama kaçışı sırasında cüzzamlıları, vebalıları ve hapisteki suçluları Osmanlılar'ın arasına salarak öç almak istemiş. Ayrıca terk ettiği topraklardaki kuyuları zehirlemiş, ekinleri yakmış ve tüm hayvanları öldürtmüş. Anlayacağınız manyağın önde gideniymiş. 

Vlad, Eflak'ın da Osmanlı'ya bağlanmasıyla kaçak ve sürgün hayatı yaşamaya başlamış. 1474'te sona eren sürgün hayatının ardından Eflak'ı yeniden ele geçirme planları yapmış. 1476 yılında kuzeni Stefan Cel Mare (Büyük Stefan) ile birlikte Eflak'a dönmüş ve kendini voyvoda olarak ilan etmiş. Ancak aynı yıl 300 askeriyle birlikte saldırdığı Mihaloğlu Ali Bey yönetimindeki Osmanlı ordusuna karşı yenilmiş. III. Vlad'ın kesilen başı öldürüldüğünün ispatı için, bozulmasın diye bala konulup İstanbul'a Fatih Sultan Mehmet'e gönderilmiş. 

Romen halkı onu bir kahraman olarak görürken onun bir vampir olduğu söylentisi Avrupa'da çoktan yayılmaya başlamış. Edebiyat ve sinema dünyasında onunla ilgili birçok hikayeye yer verilmiş. 

Özellikle yazarlara çok büyük bir esin kaynağı olmuş. Dracula’dan daha önce de vampir yazanlar olmuş. Ancak 1897 yılında İrlandalı yazar Bram Stoker tarafından kitaplaştırılan 500 yıllık Dracula efsanesi vampir edebiyatının doruğu haline gelmiş. Stoker, yazdığı romanda Vlad Dracula’yı adeta ölümsüzleştirmiş. Ancak bunu yaparken Vlad Dracula’ya ait olmayan bazı özellikleri de kitaba eklemiş. 

Victor Hugo'nun The Legend of the Ages adlı kitabında da Vlad'la ilgili olayların işlendiği görülebiliyormuş. 

Dracula, ayrıca Hollywood filmlerinde de, geçmişten beri, defalarca işlenmiş. Bram Stoker'ın kitabından uyarlanan sessiz sinema döneminin ünlü rejisörü Wilhelm Murnau’nun unutulmaz “Dracula” filminin ilk sahnesinde Osmanlı ordusunun Eflak'ı işgali çekilmiş. Yine Dracula Untold filmi de Fatih Sultan Mehmet ile Kazıklı Voyvodanın mücadelesine yer vermiş.

Meraklısına Şehrin Tarihi

Sighisoara şehrinin tarihi Roma dönemlerinin öncesine dayanıyormuş. M.S. 1. yüzyılda, Dacians “Daçyalılar”, (Romen halkının atası olan bölgenin eski sakinleri), Sandava adı verilen bir kale inşa etmişler ve bu antik kavimler, Roma’nın işgaline kadar bu bölgede yaşamışlar. Ancak Sighisoara’da bu işgal dönemine kadar ne olduğu çok fazla bilinmiyormuş. Roma yıllarında burası Castrum Stenarum olarak adlandırılmış.



12. Yüzyıl’da, Transilvanya’ya Macarlar’ın hakim olduğu dönemde, Osmanlı’yı tehdit olarak gören Macar Kralı bölgedeki hakimiyetini sağlamlaştırmak için sınırları savunmak ve korumak üzere o yıllarda Hıristiyanlığın koruyucusu olarak kabul edilen Saksonlara yani Almanlara Transilvanya’da toprak vaad ederek onların bu bölgeye yerleşmesini istemiş. Alman tüccarlar ve zanaatkarlar bu teklifi kabul ederek bu bölgeye yerleşmişler. Transilvanya Saksonları da buraya yeni bir kale inşa etmişler. 1298'de bu kasabaya Schespurch, 1367'de ise Civitas de Seguswar adı verilmiş.

Castrum Sex (Fort Six) olarak bilinen kale, 14. ve 15. yüzyıllarda daha da güçlendirilmiş ve genişletilmiş. Bu kale pek çok kalede olduğu gibi kral ve şehrin önde gelenlerinin yaşadığı bir yer olmamış. Zanaatkarların ve tüccarların çoklukla yaşadığı ve ticaret yaptığı bir yer olmuş. Daha sonra birkaç yüzyıl boyunca, Sighisoara güçlü bir ekonomik ve ticari merkez olmasının yanısıra askeri ve politik bir kale haline gelmiş. Sighisoara'nın zanaatkarları ve esnafları tarafından kaydedilen ekonomik gelişme sonucunda sağlanan mali kaynaklarla Sighisoara sıradan bir yerleşim alanı olmaktan çıkıp Osmanlı işgallerine karşı dört bir yöne kurulan ve toplarla donatılmış 14 kule, beş topçu burcu ve birkaç askeri birlikle güçlü bir savunma sisteminin inşa edildiği güçlü bir kale haline gelmiş. Çünkü Sakson zanaatçıları, kasabayı Türk baskınlarından korumak için kale duvarlarının etrafına kuleler dikmişler. İki ila dört katlı yapılan kulelere, mühimmat ve yiyecek malzemeleri yerleştirilmiş ve ayrıca toplar, mermiler ve oklar için ateşleme pencereleri konulmuş. Kaloşvar’da da gördüğüm gibi her kule bir zanaatçı birliği tarafından inşa edilmiş, onlar tarafından bakımı yapılmış ve savunulmuş. Bu nedenle de kule, hangi zanaatçı birliğince yapıldıysa onun adını taşıyormuş. Loncanın yerel önemi, kulelerinin boyutlarına ve gelirlerine de yansımış. Hatta yerel meclis üyeleri bile, Yukarı Şehir'e yani Kaleye giden ana ulaşım yollarından birini koruyan ve kendi kuleleri olan Saat Kulesi'ni savunmakla görevliymiş.

Çok şiddetli geçen 15. yüzyıl boyunca Sighisoara, Sibiu'dan sonra Transilvanya'nın ikinci siyasi merkezi olmuş. Bu yüzyıl boyunca, Sighisoara adı ilk olarak 1431'de Karpatlar'ın güneyindeki bir bölgenin hükümdarı olan Prens Vlad Dracul tarafından verilen yazılı bir belgede belirtilmiş. 

Kale iki yüzyıl sonra tekrar genişlemiş. 16. ve 17. yüzyıl’da burada yaklaşık 15 esnaf loncası ve 20 farklı zanaat kolu bulunuyormuş. Orijinal on dört kule ve beş topçu burçtan, bugünlere sadece dokuz kule ve iki burç gelebilmiş.

Sighisoara’nın kurulduğu bölge olan Transilvanya, bugünkü Romanya’nın batı ve orta bölgelerinin tarihi ismi ve Türkçe’de “Ormanın içi” anlamına geliyormuş. Transilvanya, 1526 yılında yapılan Mohaç Savaşı ile 1683’deki 2. Viyana Kuşatması’na kadar Erdel Prensliği adıyla iç işlerinde serbest, dış işlerinde Osmanlı İmparatorluğuna bağlı olmuş ve ancak 2. Dünya Savaşı sonrasında Romanya sınırlarına dahil edilmiş.

Su ve malzeme eksikliği, Kaledeki yaşamı zaman zaman çok zorlaştırmış. Buna karşılık, 15. yüzyıl sonlarında gelişmeye başlamış olan Aşağı Şehir (Orasul de Jos)’deki yaşam koşulları kaleye göre çok daha iyiymiş. Bugün ise, Kale bölgesi tabi ki bulunduğu konumdan kaynaklı olarak çok daha görülmeye değer bir manzara oluşturuyor. Aşağı Şehir ise, Hermann Oberth Meydanı (Piata Herman Oberth) ve Strada 1 Decembrie çevresinde yoğunlaşıyormuş. Buradaki, 17. yüzyıl evleri de görülmesi gereken yerler arasındaymış. Hermann Oberth Meydanı, astronot ve roket öncüllerinden birisi olan, Sibiu'da doğmuş ve Sighisoara'da büyümüş Hermann Oberth (1894-1989) adlı kişiden adını almış.