31 Aralık 2018 Pazartesi

On 00:29:00 by Gülten İşcimen in    No comments
İskoçya genel olarak dağları, nehirleri ve gölleriyle zengin bir doğaya sahip, etrafı denizle çevrili muhteşem bir coğrafya. Ülke, kuzeyden güneye 3 ana bölgeye ayrılmış olup, bunlar dağlık bir bölge olan Highlands, deniz seviyesine yakın olan Central Belt ve tepelik bir araziden oluşan Southern Uplands olarak belirlenmiş. 




İskoçya nüfusunun büyük kısmı başta Edinburgh, Glasgow ve Stirling şehirleri olmak üzere bu bölgeler içinde yer alan Central Belt bölgesinde yaşamakta. İskoçya’ya bağlı 130’u yerleşim bölgesi olan 790 ada bulunuyor.


Highlands denilen ülkenin kuzey ve batı bölgesinde genelde dağlık olan arazi göller, nehirler ve yemyeşil ormanlarıyla bir cennet görünümü sunuyor. Bu bölge geçmişte İskoçya’nın tarihi kalbiymiş. Birçok savaşın ve mücadelenin buralarda sürdürüldüğünü öğrenince ıssızlığından dolayı şaşırıyorsunuz. İngiliz baskısına ve doğanın zorlamasına dayanamayan bölge halkı endüstri devrimiyle birlikte büyük oranda şehirlere göç etmiş. 

İyi ki de böyle olmuş diyeceğim. İnsan eli değen çoğu yer bozulduğu için burası daha bakir ve muhteşem kalmış. Highlands’in sessizliğiyle ve temiz havasıyla insanı dinlendiren, huzuru yaşatan, şarkı söyleme isteği yaratan harika bir doğası var. Manzara fotoğrafı çekmek isteyenler için ise olasılıklar sonsuz. Gözünüzün yakaladığı her kareyi çekme isteği duyuyorsunuz. 


İskoçya’yı kısaca yeşili ve su alanlarının çokluğuyla özetleyebilirim. Her yer yemyeşil ve adım başı bir göl, nehir veya gölete denk gelebiliyorsunuz. Zaten İngiltere’nin su ihtiyacının büyük kısmı İskoçya’daki su kaynaklarından sağlanıyormuş. İskoçya çok fazla yağmur alan bir ülkeymiş hatta İngiltere’den bile daha fazla yağış oluyormuş. Yaz aylarında dahi yağmur yağmayan gün neredeyse hiç olmuyormuş. Günlük güneşlik olan hava bir anda değişip, bardaktan boşalırcasına yağmur yağabiliyormuş. Neyse ki İskoçya’da bulunduğum sürede hiç böyle bir yağmura denk gelmedim. Sadece Edinburgh’dan ayrılacağım gün hava kapalıydı ve arada bir çiseliyordu. 

İskoçya’da sadece doğal güzellikleri ve muhteşem coğrafyayı değil şatolar, kaleler gibi tarihi zenginlikleri de bulabiliyorsunuz. Bir zamanlar soylu ailelerin sahip olduğu şatolar ve kartal yuvası gibi inşa edilmiş kaleler bugün hem film endüstrisine ilham veriyor hem de ülke turizmine hizmet ediyor. 

Bunları görebilmek için dilerseniz Edinburgh veya Glasgow’dan günübirlik veya 3 - 5 gün konaklama seçenekli turlara katılabiliyorsunuz. Direksiyonu tersten kullanmaya cesaretiniz varsa araba kiralayıp kendiniz de istediğiniz yerleri gezebilirsiniz. 


Hadi artık ScotlineTours’dan aldığım 12 saat süren ve yaklaşık 370 km katettiğimiz günübirlik turla Highlands’i gezelim. 

28 Haziran 2018 

Edinburgh’da sabah erkenden kalkıp doğruca Subway’e gittim ve kahvaltı menüsü için 2,49 pound ödedim. Menüde sandviç, yumurta ve çay olduğundan oldukça doyurucuydu. Dolu dolu bir gün olacaktı çünkü önceki gün Royal Mile’da gezerken seyahat acentalarına bakarak uygun bir Highlands turu bulmaya çalışmış ve 46 pound ödeyerek Lochness Turuna kayıt yaptırmıştım. Otobüs saat 8’de bu caddeden hareket edecekti. Neredeyse dolu olan otobüste arka taraflarda boş bulduğum pencere kenarında bir koltuğa oturdum. 

Şoförümüz aynı zamanda rehberimizdi ve yol boyunca hem çevreyi tanıttı hem de İskoç hikayeleri ve tarihinden de bahsetti. Keşke bunları not alsaymışım hiçbirini hatırlamıyorum. Sadece hatırladığım otobüstekilerin ülkelerini sorup hiç İngiliz olmadığını öğrenince konuşması rahat olacak mealinde bir şey söylemişti. İngilizleri çok da sevmiyorlar anlaşılan. 

Seyahat güzergahımız oldukça büyük bir alanı kapsıyordu. Loch Lomond ve Fort William üzerinden Inverness’e kadar gidip Cairngorms dağlarının eteğinden ve Perth üzerinden Edinburgh’a dönecektik. Yolumuz uzun olduğundan çoğunlukla otobüsten dışarıyı seyredip çok fazla mola veremedik. 


Edinburgh’un merkezinde çok katlı binalar olmasına karşın biraz dışına gidince artık daha sevimli gelen müstakil evleri görmeye başladık. 

Bir süre yol aldıktan sonra Falkirk Çarkı’nı gördük. Bunların inşa edilme nedenlerinden birisi aralarında kot farkı bulunan Fort & Clyde ile Union kanallarını birbirine bağlamakmış. Bu çark adeta bir mühendislik harikası olarak gösteriliyor. 

Çok fazla gitmeden sanırım Glasgow yol ayrımını geçtikten sonra yakın bir yerde at başlarını uzaktan gördük. Hazırlıklı olmadığımdan bunların fotoğrafını çekemedim ama zaten bu görüntüden de hızlı bir şekilde uzaklaştık. Webden bulduğum bir fotoğrafını burada gösteriyorum. 


İskoçya’nın Falkirk’deki dinlenme bölgesi “The Helix”in bir parçası olan “The Kelpies”, çelik konstrüksiyondan yapılmış, 30 metre yüksekliğinde dev 2 at kafasına verilen isim oluyor. Kelpies masallarda anılan, İskoçya efsanelerinde at şeklinde beden bulmuş 10 at gücündeki su perilerini ve İskoçya’nın “Highlands” olarak anılan sert doğasını temsil ediyormuş. Bunların ağırlığının 600 ton olduğu söyleniyor. 2014 yılında açılan bu heykellerin özellikle gece aydınlatılmış hali çok güzelmiş. 


Falkirk’ü geçip bir süre yol aldıktan sonra Stirling denilen tarihi bir kasabadan geçtik. Stirling, Forth Nehri kıyısında bulunan Orta Çağ'dan kalma tarihi bir kasaba ve burada büyük bir tepe üzerinde bulunan kaleden oluşmaktadır. Stirling Edinburgh’a yaklaşık 80 kilometre uzaklıktaymış. Kasabaya hakim iki tepeden birinde Stirling Kalesi, diğerinde ise William Wallace Anıtı var. Ancak Stirling Kalesi otobüsün diğer tarafında kaldığı için buranın fotoğrafını çekemedim. Burada tarihi bir zaferin kazanıldığı bir de köprü varmış. Biz gezme şansı bulamadık ama gidecekler için kısaca görülecek yerleri sıralamak isterim. 12. Yüzyıldan kalan bir Orta Çağ kilisesi olan Dunblane Katedrali her tarafında kullanılan geleneksel olmayan hayvan kabartmaları ve muhteşem vitray pencereleri ile görülmeye değermiş. Kısa bir yürüyüş mesafesinde muhteşem manzarası ile Falloch Şelalesi bulunuyormuş. 

Tabi ki burada İskoçya’daki en önemli kalelerden birisi olan Stirling Kalesini es geçmemek gerekiyor. Bir zamanlar burası İskoç kraliyet ailesine evsahipliği yapmış. Kalenin her bir bölümündeki kostümlü anlatıcılar, kale alanından çıkarılan iskeletler, duvarlarda yazılmış gizli şifreler burayı etkileyici bir atmosfere büründürmüş. 1300’lü yıllarda İngiltere Krallığına karşı büyük zaferler elde eden ve İskoçya tacını giyen İskoçya’nın kahramanı Robert Bruce, “Cesur Yürek” Braveheart filminde hayatı canlandırılan Stirling Savaşı ile ulusal kahraman ilan edilen William Wallace ve İskoçyalılar’ın kraliçesi Mary Stuart ile meşhur olan Kalenin mutlaka gezilmesi öneriliyor. Bizim böyle bir şansımız yok maalesef! Yine bir internet fotosu olacak. 


Kale bölgesinde ayrıca İskoç askeri tarihine ilişkin etkileyici bir serginin bulunduğu The Argyll & Sutherland Highlanders Regimental Müzesi bulunuyormuş. Tartışmasız İskoçya’nın en sevilen kahramanı olan Sir William Wallace için Abbey Craig’in tepesine bir anıt dikilmiş. Burası adeta bir müze gibiymiş çünkü Wallace’ın kılıcı gibi bazı önemli eşyaları da sergileniyormuş. Sir William Wallace İngiltere’ye karşı direniş kuvvetlerine öncülük yapan bir şövalyeymiş. Çok uzun boylu olduğu ve Robin Hood efsanesine de kaynaklık ettiği söyleniyor. Wallace’ın son sözü “Özgür İskoçya” olmuş. Bu da bir internet fotosu. 


Bu kasabadaki 1800’lerden kalan Eski Şehir Hapishanesi de oldukça ilginç bir yermiş. Hatta burada yer yaştan ziyaretçiye hapishane oyunu oynatıyorlarmış. Bir diğer görülecek yer Smith Sanat Galerisi ve Müzesiymiş. Müzede dünyanın en eski futbolu gibi çok ilginç eşyalar sergileniyormuş. Hayvanseverler için Blair Drummond Safari Park bulunuyormuş. “Game of Thrones, Winterfell, Monty Python and the Holy Grail ve Outlander” gibi hit serilerde kullanılan 14. yüzyıldan kalma Doune Kalesi muhteşem Lomond Gölü manzarasıyla ve Orta Çağ ruhunu yansıtan dekorasyonuyla görülmeyi hakediyormuş. Stirling’de ayrıca viski tatmak isteyenler için Deanston Distillery adında bir damıtımhane varmış. Bu demek oluyor ki bu taraflara en aşağı 4-5 gün zaman ayırmak gerekiyor. 

Yeri gelmişken bu viski konusuna da şöyle bir girelim. İskoç viskisinin özelliği sadece arpa maltından yapılıyor olmasıymış. Amerikan viskileri ise arpanın yanısıra mısır, buğday, çavdar veya maltlanmamış arpa kullanılarak da yapılabiliyormuş. Bourbon viskiler içleri yakılmış meşe ağacından yapılmış fıçılarda iki yıl bekletildikten sonra şişeleniyormuş ve böylece bu fıçıların kendine özgü kokusu ve tadı viskiye de geçiyormuş. İskoç viskilerinin bir diğer özelliği de viski yapımında bu bölgede bulunan kaynak sularının kullanılmasıymış. Çünkü Highlands bölgesindeki kaynak suları inanılmaz derecede saf ve lezzetli olduğundan viski kalitesini de olumlu şekilde etkiliyormuş. Hatta Viski üreticilerinin neredeyse tamamı damıtımhaneleri bir akarsuyun yanı başına konumlandırmış. 


İskoç viskileri Blended ve Single Grain olarak 2 şekilde üretiliyormuş. Blended Scotch, 40-50 çeşit yerde damıtılmış farklı tahılların karışımından yapılan bir viski türüymüş. Single Grain ise tek bir damıtma yerinde arpa ve mısır ya da buğday ve arpadan yapılan bir viskiymiş ve bu çeşit Scotch viski üreticisi oldukça azmış. Bu nedenle Single Grain bulunması zor bir Scotch viski çeşidiymiş. Diğer çeşitleri Single Malt Scotch, Single Cask Malt ve Pure Malt olup, ayrıca yapıldıkları yerlere göre de Highland, Lowland ve diğer viskiler (Islay, Speyside ve Campbeltown) olarak üçe ayrılıyormuş. Adalarda üretilen viskiler, özel yosunlar (TURBA) işleme alınarak yapılıyormuş ve buna örnek olarak Lagavullin ve Laphroaig viskileri gösteriliyor. 

İskoçya’da yaklaşık 150 civarında damıtımhane/viski üreticisi varmış ve bunlardan bazılarını sadece randevu alarak gezebiliyorsunuz. Turların gezdirdiği damıtımhanelerde ise önce viskinin öyküsü anlatılıyor ve sonra imalat aşamaları yerlerinde gösteriliyormuş. En sonunda da tadım yaptırılıyormuş. Böyle bir geziye viski için değil ama şarap için Porto’da katılmıştık. Oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. Bizim turun konseptinde böyle bir viski gezisi olmadığından otobüsten binalarını görmekle yetindik ve yola devam ettik. 

Aberfoyle’un eşsiz manzaraları ve rehberimizin anlatımı eşliğinde bir süre yolculuğumuz devam etti. Kısa bir süre sonra da Kilmahog’a ulaştık. İnek ve koyunların olduğu bir çiftlikte mola verdik. 


Uzun tüyleriyle İskoç inekleri çok değişik oluyor. 


Şansımıza o gün hava pırıl pırıldı ve kır manzarası muhteşem gözüküyordu. 


Tertemiz havası, yemyeşil kırlarıyla ve huzur verici sessizliğiyle bu köy adeta büyüleyiciydi. Daha bunlar neymiş ki sonrasında gördüğüm manzaralar beni benden aldı götürdü diyebilirim. 


Buradaki hediyelik eşya mağazasını da şöyle bir gezdim. İskoç yünleriyle yapılmış giyecekler gerçekten çok kaliteli ama bir o kadar da pahalıydı. 


Kahve ve çay içtikten, alışverişler yapıldıktan ve muhteşem kırların temiz havası solunduktan yaklaşık yarım saat sonra otobüse binerek yola devam ettik. 


Fort William’ın batısında yarım saatlik mesafede Glenfinnan isimli kasabanın hemen kuzeyinde bulunan aynı isimli Glenfinnan Viyadüğü (Glenfinnan Viaduck) bulunduğu yer itibariyle görülesi bir manzara oluşturuyor. Ancak bu Viyadüğü meşhur eden bu görüntüsü değilmiş. Ünlü olmasının nedeni Harry Potter filminde bir sahnede kullanılan buharlı trenin (The Jacobite) bu Viyadüğün üzerinden geçmesi olmuş. Hatta burası daha çok “Harry Potter Köprüsü” olarak biliniyormuş. Jacobite Buharlı Treni de daha çok Hogwarts Ekspres’i olarak biliniyormuş. Bu tren sadece Mayıs-Ekim arasında çalışıyormuş. Fort William’dan başlayan yolculuk yaklaşık 2 saat sürüyor ve Mallaig’de sonlanıyormuş. İsteyenler Viyadüğün yanına kadar yürüyerek gidebiliyormuş. Arabayla gidenler için ise yakınlarında bir park yeri mevcutmuş. 


Bu filmleri ben de izledim treni hatırlıyorum ama aradan zaman geçtiği için köprüyü çok net hatırlayamadım. Tekrar izlediğimde bu sahneye dikkat etmeye karar verdim. Harry Potter filmleri ile bu tren ve Highlands’in engebeli ama bir o kadar da güzel doğası tüm dünyaya tanıtılmış. Bir film nelere kadir görüyorsunuz! 

Pencereden bir o yana bir bu yana bakarak seyretmeye doyamadığımız manzaranın haddi hesabı yoktu. Otobüsün penceresinden keşke hep burada olsam dedirtecek manzaralar bizi bekliyordu. Cep telefonumla ve arada cam olmasına rağmen çektiğim şu fotoğraflara bakar mısınız! 


Önce Loch Lomond’u görmeye başladık. Britanya'daki göller arasında tatlı su kaynağı olması bakımından önemli bir gölmüş. Göl, fiyordu andıran bir yapıda olduğundan bu yapıdaki göllere verilen genel bir ad olan Loch ile nitelendirilmiş ve bünyesinde 30 civarında ada bulunuyormuş. 


Bu Göl, genel olarak Merkezi İskoçya ile Highlands arasında bir sınır gibi kabul ediliyor. Loch Lomond ve Trossachs Milli Parkı 2002 yılında kurulmuş ve buradaki ekosistem koruma altına alınmış. Loch Lomond 36,4 km uzunluğunda ve genişliği de 1 ve 8 km aralığındaymış. Maksimum derinliği 153 metreyi bulan gölün su hacmi 2.6 km3 civarındaymış. Göl, doğu kıyısında 974 metre yüksekliği olan Ben Lomond ve güneyinde de çoğunlukla İskoç Munro yükseltileri olmak üzere tepelerle çevrili bulunmakta. 


Loch Lomond popüler bir tatil bölgesiymiş.Zaten 2005’de yapılan bir oylamada Britanya’daki en muhteşem 6. doğal güzellik olarak seçilmiş. İlk kez 1841 yılı civarında yayınlanan çok meşhur ve iyi bilinen bir şarkıyla da burası bütün İskoçya’nın favorisi olmuş. Anlamını tam veremem endişesiyle Türkçeye çevirmediğim “The Bonnie Banks o’ Loch Lomond” isimli şarkının nakarat kısmı şöyle bir şey: 

Oh, ye'll tak the high road, and I'll tak the low road, 
And I'll be in Scotland afore ye; 
But me and my true love will never meet again 
On the bonnie, bonnie banks o' Loch Lomond. 

Şarkının hikayesi konusunda rivayet çok. Bunlardan birisi, düşmanın elinde olan ve ölümü bekleyen bir İskoç askerinin son mektubunda evini ne kadar özlediğini anlattığı bu şiiri yazdığıymış. Diğer rivayet 1745 Jacobite ayaklanması sırasında bir askerin İskoçya’ya dönüş yolunda bu şarkıyı yazdığı olmuş. “The low road” Celtic inancına göre evinden uzakta ölen birine perilerin bu ismi ruhuna fısıldayarak eve dönebilmesini sağlayan bir kelimeymiş. Bu teoriye göre de muhtemelen ölümü bekleyen bir askerin yazdığı şarkı olabilirmiş. 

Çok hoşuma gittiği için şunu da yazmaktan geri kalamayacağım. Müzikal bir film olan Royal Wedding’deki “You’re All the World to Me” şarkısında "You're Loch Lomond when autumn is the painter!" yani “Sonbahar ressam olduğunda sen Loch Lomond’sun!” denilerek çok muhteşem bir betimleme yapılmış. 

Milli Parkın çok farklı bir coğrafyası var. 21 adet munro yani tepeler, 2 orman parkı, 22 göl ve vahşi hayata evsahipliği yapan 50’nin üzerinde özel doğa koruma alanından oluşuyormuş. Loch Lomond ve Milli Park’da yapacak pek çok etkinlik bulunuyor. Tarihi buharlı gemilere binerek gölde gezinti yapmak, kano ve kayak kiralamak, küçük köyleri gezmek, Rob Roy’un mezarını görmek, macera parkında eğlenmek, tırmanış yapmak veya bisiklet sürmek gibi. 


Biz tabi tüm bu güzellikleri otobüsün içerisinde izlemek durumunda kaldık ve yola devam ettik. Biraz daha gittikten sonra bu defa gezimizin en güzel kısımlarından birisi olan Glencoe vadisine geldik. İki tarafı dağlarla çevrili ortasında göl ve ırmaklar olan, yemyeşil ağaçların süslediği nefis bir yer. Özellikle Braveheart filmiyle çok ünlenen bu vadide her mevsimde yürüyenleri ve tırmanış yapanları görebiliyorsunuz. Glencoe köyü Loch Leven’in kenarı ile meşhur vadinin ağzı arasına muhteşem bir şekilde konuşlanmış olup Birleşik Krallığın Dış Sermayesi olarak bilinen Lochaber araştırma bölgesine mükemmel bir temel sağlıyormuş. 


Glen, İskoç Galcesinde dar vadi demekmiş. Glencoe, dağları ve nehirleri ile Highlands’ın en çok ziyaret edilen bölgelerinden birisi olmuş. Ben Nevis Dağı ve Glencoe Milli Bölgesi doğal güzellik olarak İskoçya’daki bu çeşit 40 muhteşem yer arasında sayılmış. Ben Nevis, 1344 metre uzunluğuyla Britanya Adası’nın en yüksek dağı oluyor ve The Ben adıyla da biliniyormuş. Ben Nevis’in zirvesine giden bir yol varmış ve dağcılar bu tırmanışı yapabilir. Vadi ise İskoç dağcılarına evsahipliği yapıyormuş ve tırmanış yapanlar ile hiking yapanlar arasında çok popülermiş. Vadinin adı burada bulunun Coe Nehrinden geliyormuş. 


İskoçya tarihinde belki de en çok bilinen Klan savaşı ve katliamı burada yaşanmış. 1692’de İngiltere Kralına bağlılık yemini etmekte geç davranan MacDonald Klanı mensuplarının büyük bir kısmı Campbell Klanı tarafından Glencoe Vadisinde katledilmiş. 300. yılına özel olarak yapılan İskoç grubu Nazareth’in Glencoe Massacre adlı şarkısını dinledik. Şarkının sözleri dinleyen insanı bir an için o güne götürüp kralın ve adamlarının nasıl insanlık dışı bir suç işlediğini insana hatırlatıyordu. 



Burada bir süre mola verdik ve otobüs camının kirletmediği fotoğraflar çektik. Renkler çok güzeldi ve sessizlik huzur veriyordu. Herkes bir tarafa dağılıp fotoğraf çekmeye çalıştı. 


Haziran ayının sonunda olmamıza rağmen dağların zirvesine yakın kar öbekleri görülebiliyordu.


Ayağımızı açıp, temiz havayı ciğerlerimize çekip muhteşem manzaranın keyfini çıkardıktan sonra otobüsteki yerlerimize döndük ve tekrar yola koyulduk. 


Bir süre sonra artık deniz havası ve yelkenli görüntüleri eşliğinde Fort William’a ulaştık. Körfezde bulunan İskoçya’daki en uzun deniz göleti Loch Linnhe’nin en ucunda kurulan Fort Williams hiking, trekking, climbing, skiing gibi outdoor sporların yapıldığı bir merkez. Kayak yapılabilen ve teleferikle çıkılabilen Ben Nevis Dağı ve Glenceo çok yakında olduğu için özellikle tercih edilen bir kasaba olmuş. Burası İskoçya’nın Highlands bölgesinde Inverness’ten sonra en büyük ikinci yerleşim yeri. Nevis ve Lochy Nehirlerinin ağzında kurulmuş görülmesi gereken çok güzel bir yer. 


Yakınlarda olan Ben Nevis ve Munro dağlarına trekking ve tırmanma turları düzenleniyormuş. İskoçya’nın popüler hiking rotaları olan the West Highland Way ve The Three Lochs Way rotaları burada bulunuyormuş.



Teknelerin görüntüsü sanki bir tatil beldesine gitmişsiniz hissi uyandırıyor. Sanırım gulf stream akıntılarının etkisiyle deniz suyunun sıcaklığı da uzun süre girilebilmesine imkan tanıyormuş. Rehberin anlattıklarından aklımda böyle kalmış, ama belki yanlış olabilir bilmiyorum. 


Güzel deniz manzaraları eşliğinde bu arada yola devam ediyorduk. Bir kasabanın içine girdik. 


Buranın adı McAndie Court olup çok huzurlu bir yere benziyordu. Şu yaşlılara bakar mısınız! 


Bu güzel kasabadan geçerek yola devam ettiğimizde güzel kırlardan geçtik. 


Uzun yolculuğumuzun sonunda otobüsten inebildik ve öğle yemeğimizi yiyeceğimiz Spean Bridge denilen bir köyde mola verdik. Otobüsten inenler doğruca restorana koştular ve genel olarak balık siparişi verdiler. Sanırım içecekle birlikte 10 pound civarında ödediler. Ben yiyecek almadım çünkü ucuz market Tesco sağolsun yanımda soğuk sandviç getirmiştim. Sadece 1,10 pound ödeyerek orta boy bir kahve aldım. Herkes yemeğinin hazırlanmasını beklerken restoranın önündeki tahta sıralara oturarak yemeğimi çabucak bitirdim. Hemen çevre araştırmalarını yapmaya başladım. 


Highlands’de nereye giderseniz gidin mutlaka 1800’lerin başlarında Thomas Telford tarafından yapılan köprülerle ve diğer yapılarla karşılaşıyormuşsunuz. İşte Spean Bridge yani Köprüsü de 1819 yılında Spean Nehri üzerine inşa edilmiş bir köprü. Spean Bridge çok ilgi çekici bir köy ve bu yüzden özellikle yaz aylarında burada çok yoğun bir trafik oluyormuş. Aslında Highlands’deki önemli şehirlere ve kasabalara giden yol ayrımı da tam burada bulunuyor. 


Köyün kendisi de çok güzel dizayn edilmiş. Turistik olması nedeniyle büyük bir park alanı, Turist Danışma Merkezi ve yemeğimizi yediğimiz Spean Bridge Hotel hepsi gelenleri ağırlamak için hazırlanmış. Spean Bridge aynı zamanda Fort William’a uzanan bir de demiryolu istasyonuna sahip. İstasyon binaları ise Eski İstasyon Restoranına çevrilmiş. 


Köyün güneyindeki arazi ormanlık olmakla birlikte kuzey tarafında Ben Nevis ve Aonach Mor’un muhteşem manzarasını ve buna ilave olarak sol tarafınızda the Grey Corries isimli sıradağları görmeniz mümkün. 


Nehrin kuzey tarafındaki manzara muhteşemmiş. Bu manzarayı ben görmedim ama Kilmonivaig Kilisesi ve mezarlığı da doğaya eşlik ediyormuş. 

Biraz daha kuzeyde ise tepede Scott Sutherland tarafından dizayn edilen ve 1952 yılında buraya yerleştirilen Commando Memorial adında bronz bir anıt bulunuyormuş. Bu anıt II. Dünya Savaşında bu bölgede eğitim yapan elit komando birliklerinin birçok üyesini anmak üzere yapılmış. Yine bir web fotoğrafı koymak zorundayım.


Komando Temel Eğitim Merkezi de Loch Arkaig’e doğru Achnacarry Kalesindeymiş ama şimdi yerine muhteşem bir müze olan Clan Cameron Müzesi bulunuyormuş. Spean Bridge Hotelinde de komandolar ile bunların Lochaber’deki rollerine ilişkin eşya ve materyaller sergileniyor. Bunları gördüm ama hiç ilgimi çekmediği için bir kare fotoğrafını bile çekmemişim. 

Yaklaşık bir saat kadar verdiğimiz mola sona erince tekrar yerlerimize döndük ve yola devam ettik. Böylece canavarı kendisinden daha ünlü olan ince uzun Loch Ness gölünün başında bulunan Fort Augustus'a ulaşmış olduk. Burası Lochness’in güney batısında yer alıyor. 


Muhteşem manzaralar eşliğinde bisiklete binebilirsiniz ya da en popüler yol olan Great Glen Way boyunca yürüyüş yapabilirsiniz. 


Ayrıca Caledonian kanalların havuzlarında suyun yükselmesini izleyip gölde tekne turu yapabilirsiniz. 


Nakliye ve ulaşım için Atlas Okyanusu, üç göl ve 1882’de yapılan 60 mil uzunluğundaki Caledonian Canal ile Inverness'ten Kuzey Denizine bağlanmış. Deniz taşıtlarının LochLinn‘den Atlantik Okyanusuna geçişine suyun kademeli yükseltilmesi ile imkan veriliyormuş. Ayrıca Loch Ness ve Kuzey Denizi arasında da geçit oluyormuş. 


Nefis görüntüler eşliğinde sürdürdüğümüz yolculuğumuz artık meşhur Loch Ness’i bir tarafımıza alarak devam etmeye başlamıştı. Highlands Bölgesinde yer alan bir vadi set gölü olan Loch Ness, İskoçya’nın ikinci en büyük gölüymüş. Deniz seviyesinden 15.8 metre yukarıda olan Loch Ness, 56.4 kilometrekare alanı, 40 kilometre maksimum aralığı ve 230 metre maksimum derinliği ile oldukça büyük ve derin bir tatlı su gölüdür. Loch Ness, 5 adet nehirden beslenmekte olup gölde tespit edilen birkaç çeşit canlı bulunmaktadır. 


Ancak bu gölün bu kadar meşhur olmasını sağlayan kahverengi suları ve eşsiz manzarası değil bu gölde yaşadığı düşünülen Loch Ness Canavarı ya da kısaca Nessie adında gizemli bir yaratık olmuş. Canavar, yapılan birçok aramaya rağmen bulunamamış ama canavarın varlığına inananlar onun gölün derinliklerindeki mağaralara saklandığını ve çamurlu sular yüzünden görülemediğini iddia etmişler. İlk kez 6. yüzyılda görüldüğü rapor edilmiş olsa da, 1934 yılında Londra'lı bir jinekolog olan Dr. Robert Kenneth Wilson'ın çektiği fotoğraflarla dünyanın gündemine girmiş. Otoriteye karşı çıkanların canavara yem edilmek üzere asılması için gölün kenarındaki Urquhart Kalesi’nde göle doğru yerleştirilen “L”şeklindeki demir bir çubuk bu gizemli canavar hikayesine nasıl inanıldığını göstermekteymiş. 


Popülerliği her geçen gün artan Loch Ness Canavarı "Nessie" hakkında sayısız kitap yazılmış, belgesel ve dramatik filmler çevrilmiş, şarkılarda yer verilmiş ve hatta bilgisayar oyunları tasarlanmış. İskoçya ve özellikle Loch Ness civarında yaşayanlar bu hikayenin ekmeğini yemeye devam ediyorlar. Çünkü Nessie artık tam bir ticaret metası haline gelmiş. Oyuncaklar, anahtarlıklar, magnetler, t-shirtler, kitaplar, kupalar ne ararsanız herşeyin üzerinde sevimli görüntüsüyle Nessie resmi var. Bizde de Van Gölü canavarı hikayesi ortaya atılmıştı ama bırakın yabancı turist çekmeyi kendi insanımız bile merak edip oraya gitmedi! 


Gölün kenarında sürdürdüğümüz seyahatimize bir yol ağzında mola verdik. Bu arada şoförümüz ve aynı zamanda rehberimiz gölde tekneye binmek isteyenlerin isimlerini toplamıştı. Kalabalıkta zar zor 2-3 tane açık hava fotoğrafı çekeceğim diye 19 pound vermek istemediğim için tekne gezisine katılmadım. Otobüstekilerin yaklaşık yarısı geziye gitti ve diğer yarısı otobüste kaldı. Rehber tekneye kadar onları götürdü ve bize beklememizi söyledi. Bu arada otobüsümüz tam Urquhart Castle yani Kalesinin üst kısmında durmuştu. Buradan güzel Loch Ness gölü manzarası eşliğinde Kalenin bir çok fotoğrafını çektim. 


Urquhart Kalesi, Loch Ness Gölü kenarında bulunan ve bir zamanlar İskoçya’nın en büyük kalelerinden birisi olan Orta Çağ'a ait bir kaledir. 13. Yüzyılda yapılan Urquhart Kalesi, 14. yüzyılda İskoç Bağımsızlık Savaşında önemli bir rol oynamış. 


Kale, zaman içerisinde çok fazla zarar görmüş ve en iyi durumda kalan kısmı 5 katlı olan Grant Tower kısmı olmuş. İskoçya’nın en çok ziyaret edilen kalelerinden biri olan Urquhart Kalesi içinde bir kafe ve hediyelik eşya dükkanı varmış. Girişin ücretli olduğu Kalede evlilik töreni de yapılabiliyormuş. 


Rehberimiz geri döndükten sonra tekne gezintisine katılmayanları otobüse çağırdı ve göl etrafında bir süre gittikten sonra bir otelin önünde durduk.


Clansman Hotel tam göl kenarındaydı ama arada çok işlek bir yol vardı. Yolun diğer tarafına da göl kenarına inilmemesi için telli bir bariyer çekilmişti. 


Tekne gezisine katılmadığımız için yaklaşık 1 saat bizi oraya hapsetmişlerdi resmen. Neyse ki çok büyük bir hediyelik eşya mağazası bulunuyordu ve ayrıca yemek yemek isteyenler için bir de restoran vardı. 


Mağazayı karış karış inceledim ve üzerinde Highlands of Scotland yazan resimli bir kupayı 5 pound ödeyerek aldım. Hotelin girişinde bir dondurmacı vardı ve 2,40 pound ödeyerek dondurmamı da yemiş oldum. Vakit gelince otobüse yerleşip teknelerin yanaştığı yere doğru gittik. Diğer yolcularımızın gelmesini beklerken çevreyi de görme fırsatımız oldu. Burada çok fazla sayıda İskoç ineğini bir arada görebildik. Doğrusu uzun tüyleriyle oldukça sevimli gözüküyorlardı. 


Gelen tekneyi ve gölü de fotoğraflayarak gezimizin Loch Ness aşamasını da tamamlamış olduk. Tekrar otobüse bindik ve bundan sonra artık Edinburgh’a kadar hiç ayağımız toprağa değmedi. 


Bir süre sonra zaten Loch Ness’e çok yakın olan Inverness'e vardık. Burası Highlands’in en büyük şehri ve kuzeyin merkezi olarak biliniyor. Ayrıca Avrupa’nın en hızlı gelişen şehirlerinden birisi de burasıymış. Şehir doğuda Ness Nehrinin Kuzey Denizine ulaştığı ağızda kurulduğundan bir sular şehri görünümünde.. 


Tarihte iki büyük savaşa sahne olan şehir Victorian tarzı yapıları ve viski imalatı ile meşhurmuş. Yürüyerek kolayca dolaşılabilecek şehirde Old High Church, St. Andrews Cathedral ve Inverness Castle (Inverness Kalesi) gezilebilir. İlginç bir bilgide Shakespeare’in ünlü eseri Macbeth’e konu olan İskoç kralı I. Macbeth’in kendisinden önce kral olan I. Duncan’ı Inverness Kalesinde öldürdüğü belirtiliyor. 


Şehri şöyle bir gördük ve yola devam ettik. Önce şehrin biraz dışında Caledonian Oils adındaki bir petrol rafinerisini gördük. 


Sonra 1056 metre uzunluğunda olan Kessock Bridge yani Köprüsünü gördük. 


Inverness şehrinin yakınlarındaki Culloden Savaş Alanından geçerken rehberimiz savaşla ilgili bilgiler verdi. Inverness yakınlarında bulunan "Culloden Moor" kırsal alanında Fransız destekli olan ve Katolik kilisesinin yayılmasını isteyen Jakobit isyancı Highland İskoçları ile İngiliz Kraliyet ordusu ve onlara destek veren Lowland İskoç orduları arasında yapılan meydan savaşını 16 Nisan 1746 tarihinde İngiliz kraliyet ordusu kazanmış ve böylece isyan sonaermiş. Culloden Muharebesi Britanya adasında yapılan son askeri çatışma olmuş ve İskoç milliyetçileri tarafından hala hazin bir şekilde anılmaktaymış. 


Doğa manzaraları eşliğinde The Cairngorm Mountains yani Dağlarına doğru yol aldık. Doğa Anne Cairngorms’a biraz torpil geçmiş. Neden mi, çünkü Birleşik Krallık’da bulunan en yüksek 6 dağın 5’i ve 3000 feet’in üzerinde yüksekliğiyle 55 Munro bulunuyormuş. Milli Park’da çok antik doğal ağaçların bulunduğu büyük bir orman, şelaleler ve vahşi hayvanlar görülebiliyormuş. 


Birleşik Krallıkta kayak yapmak için pek çok kişi Cairngorms’u tercih ediyormuş. Ayrıca dağ bisikletçileri, yürüyüşçüler, tırmanış yapanlar için özel rotalar belirlenmiş. Muhteşem manzarası konusunda zaten bir şey söylemeye gerek yok. 


Cairngorms dağlarından birisi olan Ben Macdui Dağı ile ilgili gizemli bir hikaye de bulunuyor. Profesör Norman Collie'nin 1925’de yayınladığı kitabında Ben Macdui'nin zirvesinden geri dönerken arkasında sisler içinde tuhaf bir ses duyduğunu, seslerden ürktüğü için koşmaya başladığını, ama sesin onu yine de takip ettiğini anlatmış. Böylece bugüne kadar devam eden ve üstüne birçok hikaye ve makale yazılan Big Grey Man (Büyük Gri Adam) efsanesi doğmuş. Bu gizemli ses kimilerine göre o dağda yaşayan bir yerli kimilerine göre ise sisin yarattığı bir illüzyondan başka bir şey değilmiş. 



Bu ilginç efsaneyi de anlattıktan sonra yolumuza devam edelim. 


Artık Edinburgh’a doğru hızla yol alıyorduk. Önce merkezi İskoçya’da Tay Nehri kıyısında bulunan Perth şehrinin yakınlarından geçtik. 


Burayı da geçtikten bir süre sonra artık Edinburgh uzaklardan gözükmeye başlamıştı. Tur otobüsü Princess Caddesinden geçerek Royal Miles’a gidecekti ve bindiğimiz yer de son durağı olacaktı. Fazla gitmeden Princess Caddesinde indim ve böylece bu turun da sonuna gelmiş olduk. 

Highlands bölgesini kelimelere sığdırıp anlatmak çok zor. Buraya en aşağı 2-3 gün ayırmak gerekiyor. Bizim ki biraz hızlandırılmış bir gezi oldu. Biraz daha uzun kalıp kırlarda gezinmek, kısa mesafe bir tırmanış yapmak, doğanın sesleri altında konaklamak isterdim. 


Doğayı seviyorsanız Highlands denilen bölge tam size göre bir yer. Her an her yerde karşınıza çıkacak irili, ufaklı gölleriyle, yemyeşil uzanan ova ve vadileriyle, billur gibi sularıyla her yandan fışkıran şelaleleriyle, değişik türde bitki örtüleri bulunan ormanlarıyla, ince ince süzülen çakıl taşlı dereleriyle, sıra sıra uzanmış taşlı veya ağaçlı dağları ve tepeleriyle, orijinal İskoç inekleriyle, koyunları ve keçileriyle, her an göz göze gelebileceğiniz geyik ve diğer hayvanlarla burası adeta el değmemiş, cennet misali bir bölge. Giderseniz emin olun seversiniz.